DOKUZUNCU KİTAP
İSLAM AHLAKINA AİTTİR
İÇİNDEKİLER
• Ahlâkın mahiyeti, nevileri ve ahlâk ilmînin kısımları
• Ahlâkın ehemmiyeti ve güzelleştirilmesinin mümkün olması
• Vazifelerin mahiyetleri ve nevileri
• İlâhi vazifeler, şahsî vazifeler, ailevî vazifeler, sosyal vazifeler
• Müslümanlıkta adabı muaşeret
• Güzel ve çirkin huylar
AHLÂKIN MAHİYETİ, NEVİLERİ VE AHLÂK İLMİNİN KISIMLARI
1- Ahlâk lâfzı, hulk lâfzının çoğuludur. Hulk, insanın ruhundaki “huy” dediğimiz bir meleke, bir
özellik demektir. Böyle bir meleke, ya hayırlı bir netice verir veya hayırsız, gayrimeşru bir netice verir. Bu
itibar ile ahlâkî melekeler, güzel ve çirkin diye iki kısma ayrılır. Şöyle ki: Güzel melekelere ve bunların
güzel semerelerine, neticelerine “ahlâk-ı hasene, ahlâk-ı hamide = güzel huylar” adı verilir. Bilâkis çirkin
melekelere ve bunların çirkin mahsullerine de “ahlâk-ı kabiha = çirkin huylar”, “ahlâk-ı zemime,
mesaviy-i ahlâk, rezaili ahlâk = kötü ahlâk” denilir.
Mesela edep, tevazu, kerem, cömertlik birer güzel meleke eseri-dir. Edepsizlik, kibir, cimrilik de
birer çirkin meleke neticesidir.
İşte bütün bu melekelerden, bu neticelerden bahseden ilme de “ahlâk ilmi” denilmektedir.
Ahlâk ilmi, “nazarî ahlâk”, “amelî ahlâk” kısımlarına ayrılır. Na-zarî ahlâk, ahlâkî esaslara,
kanunlara ait görüşleri, fikirleri gösterir; amelî ahlâk ise, ahlâkî vazifelerin nelerden ibaret olduğunu
bildirir.
İnsanlar, hayatlarındaki tatbikat itibariyle nazarî ahlâktan çok amelî ahlâka muhtaçtırlar. Biz de bu
eserimizde bu amelî kısmından biraz bahsedeceğiz.
Yalnız şunu arzedelim ki felsefecilerin bir takımı, ahlâk mües-seselerini hazza, zevke, maddî bir
menfaate, kalbin duygularına veya vazife ve kemal esasına dayandırmak istemişlerdir. Halbuki bunların
hiç biri ahlâk için kâfi bir dayanak olamaz. Bunlara dayanan ahlâk mü-esseseleri, insanların bu
husustaki ihtiyaçlarını tatmin edemez. Ancak hakîkî bir dine dayanan ve bu sebeple ilâhî bir mahiyete
sahip olan bir ahlâk müessesesidir ki, insanların ruhlarını tatmine, yükselmelerini te-mine yeterli olur.
İşte ALLAH’a hamdolsun bizler, İslâm dini sayesinde böyle yüksek bir ahlâk müessesesine nail
bulunmaktayız.
AHLÂKIN EHEMMİYETİ VE GÜZELLEŞTİRİLMESİNİN MÜMKÜN OLMASI
3- Müslümanlık; ahlâka pek büyük bir kıymet, bir ehemmiyet ver-miştir. Zaten müslümanlık; bir
ahlâk, bir fazilet, bir hikmet dinidir. Hat-tâ Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: “
“Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyurmuştur.
İslam dininde insanların manevî kıymetleri, sahip oldukları ahlâk ile ölçülüdür. Bir hadîs-i şerîfte:
"Sizin imanca en güzeliniz, ahlâkça en güzel olanınızdır” diye buyurulmuştur. Diğer bir hadîs-i
şerifte:
“ALLAH Teâlâ’ya kullarının en sevgilisi, ahlâkça en güzel ola-nıdır. meâlindedir. Resulü Ekrem
(S.A.V) Efendimiz:
“Yarabbi! Ben senden sıhhat, afiyet ve güzel ahlâk dilerim” diye dua buyururdu.
4- İnsanların ahlâkı değişebilir. Çirkin huyları güzel huylara de-ğiştirmeye “tehzibi ahlâk” denir.
Bu değiştirme, her halde mümkün-dür. Mümkün olmasaydı, Nebiyyi Zişan Efendimiz:
Ahlâkınızı güzelleştiriniz” diye emretmezdi.
Nefisleriyle mücadele eden bir nice zatların ne güzel huylar ka-zandıkları daima görülmektedir.
Riyazet, terbiye; hayvanlara, otlara, çi-çeklere, hatta taşlara tesir edip dururken insanlara tesir etmez
mi?. “Huy canın altındadır, can çıkmadıkça huy çıkmaz” sözü her yönüyle doğru değildir. Gerçi bazı
huyları değiştirmek güçtür. Fakat imkansız değildir. Tedavi sayesinde bazı hastalıklar, tesirsiz bir hale
geldiği gibi, terbiye ve mücadele sayesinde de bazı huylar, hiç olmazsa tesirini gösteremez bir hale
gelir, güzel huyların karşısında siner, kalır.
VAZİFELERİN MAHİYETLERİ VE NEVİLERİ
5- Vazife, yapılması dinen mecburî olan veya tavsiye buyurulan herhangi bir hayır, bir kemal, bir
güzel şey demektir. Bu tarife göre vazifeler, iki nevidir. Bir nevi; dince mecburi olan vazifelerdir ki,
bunları yapmamak mutlaka mes’ûliyeti, azabı gerektirir. Namaz, oruç, zekât gibi. Diğer nevi; dinen
mutlaka mecbur olmamakla beraber teşvik edilip tavsiye buyurulan ahlâkî, tercih etmeye bağlı
vazifelerdir ki, bunlara riayet edilmesi, bir meziyyettir, bir kemaldir, insanın sevaba ve övgüye nâil
olmasına bir vesiledir. Yapılmaması ise, bir eksiklik olmak-la beraber, mutlaka bir sorguyu, bir azabı
gerektirmez. Nafile kılınan namazlar, fakirlere verilen sadakalar, insanlara karşı yapılan güzel, nazikâne
muameleler gibi.
6- İnsanlara ait bütün vazifeler, İslâm dininin çerçevesi içinde bulunmaktadır. Bunlardan
yapılması dinen mecburi olan vazifeleri, ki-tabımızın ibadetlere ait kısmında yazmış bulunuyoruz. Bu
ahlâk kıs-mında ise, en fazla ahlâkî ve tercihe bağlı vazifelerden bahsedeceğiz.
7- Vazifeler, diğer bir bakımdan başka bir taksime tabi bulun-maktadır.
Şöyle ki vazifeler, ya sadece ALLAH Teâlâ için yapılır, veya insanın kendi şahsına veya ailesine karşı
yapılır, veyahut topluma karşı yapılır. Bu itibar ile de vazifeler, ilâhî, şahsî, ailevî ve sosyal nevilerine
ayrılır.
İLÂHÎ VAZİFELER
8- Her akıllı ve büluğ çağına ermiş olan kimse, ALLAH Teâlâ Hazretlerini bilip ona kullukta
bulunmakla mükelleftir. Bir insan için bu kulluktan daha büyük bir nimet, bir şeref olamaz. Biz evvelâ
büyük yaratanımızın varlığını, birliğini, kudret ve azametini, mukaddes emir-lerini ve yasaklarını bilir,
tasdik ederiz. Bunlar bizim birer itikadî va-zifelerimizdir. Sonra da namaz, oruç, zekât, hac gibi sırf
bedenî veya sırf malî veya hem bedenî hem malî olan ibadetler ile mükellef bulun-duğumuzu bilir,
bunları seve seve yaparız, bunlardan feyiz alır, büyük zevkler duyarız. Bunlar da bizim birer amelî
vazifelerimizdir.
9- İslâm yurdunu muhafaza ve müdafaa da ilâhi bir vazife de-mektir. Cihad, İslâm vatanını
müdafaa, bazen farzı kifaye, bazen de farzı ayın olur. Kat’î bir zaruret bulunmadığı halde İslâm
ordusuna ka-tılmakla cihada, İslâm vatanını muhafazaya gönüllü olarak iştirak et-mek, ilâhî, vatani bir
ahlâk vazifesidir.
Dine, İslâm varlığına hizmetten daha büyük ne olabilir? Bir hadis-i şerifte:
“Müşrikler ile mallarınızla, nefislerinizle ve dillerinizle cihad edi-niz.” diye buyurulmuştur. Bu
sebeple ALLAH yolunda cihad, beden ile olacağı gibi para ile, dil ile de olabilir.
Bir hadis-i şerifte de: "
“Şüphe yok ki cennetin kapıları kılıçların gölgeleri altındadır” di-ye buyurulmuştur.
İşte bütün bunlar müslümanlıkta askerliğin, dine, vatana hizmetin ne kadar kıymetli olduğunu
göstermeğe kâfidir. Ne mutlu İslâm erleri-ne, İslâm kahraman mücahidlerine!
10- Nefis ile mücadele de en büyük bir cihaddır. Bu sebeple en mühim ilâhî bir vazifedir. Nefsini
İslâmiyetin verdiği bir terbiye dairesinde korumayan kimse, ne kendisine ne de yurduna hakkıyla hizmet
edemez. Yüksek fedakârlıklar, yüksek bir İslâm terbiyesi sayesinde meydana gelir. Buna tarihi hâdiseler
şahittir. Bunun içindir ki, Resulü Ekrem (S.A.V) Efendimiz bir gazadan döndükten sonra Ashab-ı
1Kiram’ına hitaben: “Biz küçük bir cihaddan büyük bir cihada dönmüş bulunmaktayız.” buyurarak nefis ile
olan mücadeleye işaret buyurmuşlardı.
11- Bir takım nafile ibadetler de birer ilâhi vazifedir. Meselâ biz ALLAH Teâlâ’nın rızasını
kazanmak için nafile namaz kılar, oruçlar tutarız, kalblerimizin nurlanması için vakit vakit Kur’an-ı
Kerim oku-ruz, imanımızın nurunu artırmak için ezeli mabudumuzun, mukaddes isimlerini zikrederiz,
uyanık bir ruha sahip olmak için yüce yaratı-cımızın büyüklüğünü, eseri olan kainattaki yüksekliği
düşünür, tefek-küre dalarız. İşte bütün bunlar birer ilâhî vazifedir.
ŞAHSİ VAZİFELER
12- İnsanlar, kendilerine karşı da bir takım vazifeler ile mükel-leftirler. Bu vazifelerin bir kısmı
bedenlerine, bir kısmı da ruhlarına ait-tir. Başlıcaları şunlardır:
1- Beden Terbiyesi: Öyle ki her insan için maddi ve manevi temizliğe dikkat ederek zinde bir
vücuda sahip olmak lâzımdır. Bir hadis-i şerifte: “Kuvvetli olan bir mümin, zayıf olan bir müminden
2hayırlıdır” buyurulmuştur.
2- Sağlığı korumak: Sağlık büyük bir nimettir. Bu sebeple sağ-lığa zararlı şeylerden kaçınmak
ve lüzum görüldükçe tedaviye ehem-miyet vermek lâzımdır. Bir hadis-i şerife göre: Ölümden başka hiç
3bir hastalık yoktur ki tedavisi mümkün olmasın, yeter ki ilâcı elde edilsin.”
3- Zararlı perhiz ve rejimlerden kaçınmak: Müslümanlıkta ruhbanlık yoktur. Geceli ve
gündüzlü aç durmak, helâl şeylerden nefsini büsbütün men etmek caiz değildir.
İslâmiyetin emrettiği ibadetler, az yeme ve içmeler, normal bir halde olup hayatın gelişmesine
pek fazla elverişlidir. Bunların aksine olan hareketler ise, hayata tesir edeceği, tembelliğe sebep olacağı
için caiz olamaz. Bir hadis-i şerifte:
4“Nefsin senin metiyyen = bineğindir, artık ona merhamet ile muamele yap.” buyurulmuştur.
4- Vücudu harap edecek şeylerden sakınmak: Müslümanlıkta içki haramdır. Herhangi bir uzvu
kesin bir gerekçe bulunmaksızın kesmek haramdır. İntihar denilen cinayet de haramdır. Çünkü bunlar Hak
Teâlâ’nın insana bir atiyyesi-ihsanı, bir emaneti olan hayata sui-kast demektir. Bu sebeple bu gibi haram
olan şeylerden kaçınmak şahsî bir vazifedir. Aksi takdirde insan birçok pişmanlıklardan, azaplardan
kurtulamaz.
5- İradeyi kuvvetlendirmek: İnsan sağlam-güçlü bir irade sahibi olmalıdır. Faydalı şeyleri bilip
yapmalı, faydasız şeyleri de sadece onu bunu taklit etmek hevesiyle yapmamalıdır. İnsan bir kanaata,
bir seciyeye sahip bulunmalı, hakkı kabul etmeli, haksız zararlı bir şeyi de herhangi bir menfaat ve
başka birşey düşüncesiyle geçerli kılmaya çalışmamalıdır. Böyle bir hafiflik insana yakışmaz.
6- Aklı, zihni ilim ve irfan nurlarıyla aydınlatmak, kalbde faydalı, yüksek duyguları
uyandırmak: Müslümanlıkta ilim ve ma-rifet tahsil ederek aklı ve zihni nurlandırmak pek mühim bir
vazifedir. İnsan akıllıca yaşamalı, daima hakikat arkasından koşmalıdır. Yanlış fi-kirlerden, aldatıcı
sözlerden, yaldızlı muhakemelerden, zararlı töreler-den, batıl inançlardan, adi duygulardan
kaçınmalıdır. Bir hadis-i şerifte:
“İnsanın dayanacağı şey aklıdır, aklı olmayanın dini de yoktur.” buyrulmuştur.
AİLEVÎ VAZİFELER
13- Aile hayatı, bir toplumun başlangıcıdır. Müslümanlıkta aile teşkilâtı pek önemlidir. Aile
fertleri, başlıca karı ile kocadan ve bunların çocuklarından ibarettir. Bunların karşılıklı vazifeleri ise,
şunlardır:
1- Kocanın başlıca vazifeleri: Hanımı ile güzel geçinmek, onu himaye etmek, onun nafakasını
temin ederek, kendisine sadakattan ay-rılmamaktır. Bir hadis-i şerifte:
1“Sizin hayırlılarınız, kadınları hakkında hayırlı olanlarınızdır.” buyurulmuştur.
Diğer bir hadis-i şerifte de:
2“Kadınlara ancak kerim olanlar ikram, kötü olanlar da ihanet eder.” buyurulmuştur.
2- Kadınların başlıca vazifeleri: Kocasının meşru emirlerini tutmak, onun namusunu,
haysiyyetini koruyup haline kanaat etmek israftan kaçınmak, ev hanımı olacak bir vaziyette
bulunmaktır. Mes’ud bir halde yaşamanın birinci yolu budur.
3- Çocukların babalarına, analarına karşı başlıca vazifeleri: Onlara hürmet ve itaat etmektir,
kendilerinin hayatlarına vesile olan, kendilerini senelerce bir muhabbet ve şefkatla kucaklarında
beslemiş bulunan babalarına, analarına karşı “of” demeleri bile caiz değildir. Ba-basına, anasına
bakmayan, onların meşru emirlerini dinlemeyen, on-ların îhtiyaçlı zamanlarında yardımlarına
koşmayan bir çocuk hayırlı evlât olmak şerefinden mahrum kalır, toplumun fertleri arasında kıy-metli
bir uzuv sayılamaz, Hak Teâlâ’nın azabına müstehak olur.
Babalar hürmet, analar da yardım etmek bakımından önceliklidir. Bununla beraber ananın hakkı,
babaya göre iki kattır. Bir hadis-i şerifte:
3 “Cennet anaların ayakları altındadır” buyurulmuştur.
Hayırlı çocuklar, yalnız babalarına değil, belki onlardan sonra on-ların dostlarına, kabirlerine de
hürmette kusur etmezler. Çünkü bu hür-met de babaya, anaya hürmet kısmındandır.
4- Babaların ve anaların çocuklarına karşı başlıca vazifeleri: Dünyaya gelmelerine sebeb
oldukları bu yavrularını güçleri yettiği öl-çüde beslemek, terbiye etmek, okutup bir kazanç yoluna
sevketmektir.
Baba ile ana, çocuklarına karşı eşit derecede davranmalı, çocuk-ları bakıp okşamak hususunda
eşit tutmalıdır ki, aralarında bir gücenme, bir rekabet duygusu meydana gelmesin.
Ana ile baba, çocuklarına merhamet ile muamele yapmalı, kendi-lerini isyana sevk etmeyecek
tarzda terbiyeye çalışmalı ve kendilerine karşı güzel bir fazilet örneği halinde bulunmalıdırlar. Dokuz
yaşına gi-ren çocuklarını kendi yataklarından ayırmalı, on üç yaşına girdikleri halde namaz kılmayan
çocuklarını hafifçe dövmeli, on altı yaşına giren çocuklarını da mahzur yok ise, evlendirmeye
çalışmalıdır. Salih çocuk-lar, Hakk’ın birer kıymetli ihsanı demektir.
5- Kardeşlerin başlıca vazifeleri: Birbirini sevmek, birbirine yardım edip hürmet ve şefkatta
bulunmaktır. Kardeşlerin aralarında pek kuvvetli bir bağlılık vardır. Bunu daima korumalıdır. Hele büyük
kardeşler, baba ve ana yerindedirler. Bunlara karşı büyük bir saygı göstermelidir.
Maddî bir menfaat yüzünden birbirine düşman kesilen kardeşler, iyi ruhlu kimseler sayılmaya
layık olamazlar. Birbirine tutkun olan kar-deşler, hayatta daima muvaffak olurlar.
Şunu da ilâve edelim ki hizmetçiler de aile efradından sayılırlar. Bunlara karşı da lütuf ile, gönül
alıcı muamelede bulunmalıdır, kendile-rine güçleri yetmeyecek işleri yüklememelidir.
Hizmetçiler de insanlık bakımından efendilerine müsavidirler. Bunların da mümkün mertebe terbiyelerine,
güzelce yaşamalarına bakmalıdır, kusurlarını affederek kendilerini güzel bir tarzda ıslaha çalışmalıdır.
SOSYAL VAZÎFELER
14- Malûmdur ki, insanlar yaratılış itibarıyla medenîdirler, toplu bir halde yaşamak ihtiyacındadırlar.
Bunun için aralarında karşılıklı bir takım vazifeler bulunur, bunlara riayet edilmedikçe toplum hayatı devam
edemez, hiç bir işte intizam bulunamaz. Bunların başlıcaları şunlardır:
1- Toplum fertlerinin hayatına riayet: Her insan yaşamak hakkına sahiptir. Hiçbir kimsenin
hayatına haksız yere kasdedilemez. İslam dininde bir insanı haksız yere öldüren, bütün insanları
öldürmüş gibi olur. Bilâkis bir insanın yaşamasına yardım eden, bütün insanları yaşatmış gibi sayılır.
2- Fertlerin hürriyetlerine riayet: ALLAH Teâlâ, insanları esasen hür olarak yaratmıştır. Hiçbir
kimse gayrimeşru bir sebeple esir edilmez. Şu kadar var ki, hürriyetlerin dairesi muayyendir, her insan
her istediğini yapmak selâhiyetine sahip olamaz. O zaman toplumun hür-riyeti mahvolur gider.
Herhangi bir sebeple esarete düşmüş kimseleri hürriyetlerine kavuşturmak ise, müslümanlıkta büyük bir
hayır sayılmaktadır.
3- Fertlerin vicdanlarına riayet: Vicdan, ilâhi bir kuvvettir, ruhun bir hususiyetidir. İnsan
bozulmayan bir vicdan sayesinde iyi şeyler ile kötü şeylerin aralarını ayırmaya gücü yetebilir.
Vicdanların kıymetleri dışarıdaki eserlerinden anlaşılır. Fena harekette bulunan bir insanın iyi bir
vicdana sahip olduğunu iddiaya hakkı olamaz.
Müslümanlık, bütün insanların hidayetini, saadetini arzu eder, temiz vicdanlara büyük kıymet
verir. Kirli vicdan sahiplerinin de hal-lerine acır, kendilerini irşada çalışır. Fakat hiç bir kimsenin
vicdanına başkalarının musallat olmasına cevaz vermez, insanlar, birbirini hayır dileyici bir tarzda
uyandırmaya, ıslaha çalışırlar. Birbirinin vicdanına tahakküm edemezler. Vicdanları görüp gözeten,
ancak ALLAH Teâlâ’dır. Herkesi vicdanındaki duygularından dolayı taltif veya azap edecek olan ancak
Hak Teâlâ’dır. Yalnız şunu da ilâve edelim ki, fena vicdanları ıslâh için yapılacak hikmetli ihtarları,
tavsiyeleri vicdanlara birer tecavüz mahiyetinde saymak doğru değildir.
4- Fertlerin ilmî kanaatlerine riayet: Müslümanlıkta onun bunun fikrine, ilmi kanaatine tecavüz
edilmesi caiz değildir. Şu kadar var ki, herhangi fikrin veya kanaatin doğru olup olmadığına dair yine
ilmî bir tarzda mütâlaa yürütülebilir. Çünkü bir hakkın ortaya çıkması, ancak bu sayede mümkün olur,
bir batılın hayırsızlığından toplumun kurtulabilmesi de yine bu sayede mümkün bulunur.
5- Fertlerin namus ve haysiyetlerine riayet: İslâm dininde herkesin namusu, haysiyeti tecavüzden
korunmuştur. Böyle bir tecavüz ağır bir cezayı gerektiricidir. Bunun içindir ki, müslümanlıkta gıybet, iftira,
alay etmek, sövüp saymak kesinlikle haramdır. Başkalarının namusuna, haysiyetine hürmet etmeyen kimse,
namus ve haysiyet duygusundan mahrum, toplumun mukaddesatına musallat bir canavar demektir.
6- Fertlerin mülkiyet haklarına riayet: Müslümanlıkta herhangi bir kimsenin mülküne, tasarruf
hakkına tecavüz etmek haramdır. Herkesin kazancı kendisine aittir. Herkesin meşru malları tecavüzden
korunmuştur. Toplumun ilerlemesi, medenî bir halde yaşayabilmesi, ancak bu korunma sayesinde
mümkün olur. Bir toplumu teşkil eden fertlerin servet ve meslek itibariyle farklı derecelerde
bulunmaları, hikmet ve toplumun maslahatı menfaatı gereğidir. Herkes hakkın kısmetine razı olmalıdır,
herkes meşru şekilde çalışıp servet sahibi olmalıdır. Temiz bir toplum hayatının başka şekilde devamına
imkân yoktur.
MÜSLÜMANLIKTA ÂDABI MUÂŞERET
15- İslâm dini, insanların muaşeretine, yani, birbiriyle görüşüp konuşmalarına, medenî toplu birhalde yaşamalarına büyük bir ehem-miyet vermiştir.
Müslümanların muaşeretlerinde samimiyet, tevazu, sadelik zora-kilikten uzak, karşılıklı
yardımlaşma, nezaket, hürmet, muhabbet, hayır severlik bir esastır.
16- Müslümanlıkta halk ile muâşeretin çeşitli safhaları, mertebe-leri vardır. Bir kısmı şunlardır:1- Herkese karşı tatlı dilli, güler yüzlü, açık kalpli olmak. Bir müslüman, daima güler yüzlü
bulunur, hiç bir kimseyi dökülü bir çehre ile karşılamaz. Bir hadis-i şerifte:
1“Şüphe yok ki ALLAH Teâlâ mülayim huylu, açık yüzlü kimseyi sever” buyurulmuştur.
2- Herkes ile güzelce görüşmek, halka eziyet vermekten kaçın-mak. Bir hadis-i şerifte:
2“Müslüman odur ki; dilinden, elinden müslümanlar selâmette bu-lunur.” buyurulmuştur.
3- Halkın eziyetlerine katlanmak, kötülüğe karşı iyilikle mua-melede bulunmak: Bir hadis-i
şerifte:
“Sıddıkların mertebelerini geçmek istersen: Senden kesilene sen bağlan (yani sana gelmeyene sen git,
3sıla-i rahim yap); senden esirgeyene sen esirgeme, ver; sana zulmedeni de sen affet.” Buyrulmuştur.
4- Dargınlığa hemen son vermek: Müslümanlar, aralarında bir dargınlık yüz gösterirse hemen
barışırlar, birbirini üç günden fazla ter-ketmezler. Müslümanların gönüllerinde düşmanlık, kîn
duyguları yaşa-yamaz. Bir hadis-i şerifte:
4“Bir müslüman için helâl olmaz ki, kardeşini üç günden fazla terkede.” buyurulmuştur.
5- Araları düzeltmeye gayret: Bir müslüman, iki din kardeşi arasında her nasılsa bir dargınlık yüz
göstermiş olduğunu görünce, aralarını bulmaya, o dargınlığı giderecek çare aramaya çalışır. Bir hadis-i şerif:
5“Sadakanın en faziletlisi, dargın kimselerin aralarını bulup islâh etmektir.” meâlindedir.
6- İnsanların kusurlarını araştırmamak, ifşa etmemek, bilâkis örtmeye çalışmak:
Müslümanlar, kimsenin ayıplarını araştırmazlar, kimsenin şahsına ait kusurlarını meydana çıkarıp teşhîr
etmeye çalışmazlar. Bunun aksine hareket, dinen yasaktır. Bir hadis-i şerifte:
6 “Bir kul, bir kulun kusurunu örterse ALLAH Teâlâ’da onun gü-nahını kıyamet gününde örter”
buyurulmuştur.
7- Dostları arkalarından müdafaa etmek: Bir müslüman, lüzum görüldükçe dostlarını,
dindaşlarını arkalarından müdafaa eder, onların haklarındaki yanlış fikirleri düzeltmeye çalışır. Bir
hadis-i şerifte:
7 “Bir kul kardeşine yardımda bulundukça kendisine de ALLAH Teâlâ daima yardım eder.”
buyurulmuştur.
8- İnsanların kalplerini kötü zandan korumak için töhmetli yerlerden uzak bulunmak:
Bunun aksine hareket, bir çok kimselerin günaha girmesine sebep olur, insanlar arasında dedikoduya,
dargınlığa meydan verir. Bir hadis-i şerifte:“Töhmet yerlerinden kaçınınız” buyurulmuştur.
9-
Farklı halk sınıflarıyla, mevkilerine göre sohbette, münasebette bulunmak: Meselâ:
Herkese kabiliyetine göre hitap etmeli, bir âlimden, bir zahidden, bir zenginden beklenilen vasıfları bir
câhilden, bir fasıktan, bir fakirden beklememelidir.
10- İhtiyarlara hürmet, çocuklara, düşkünlere merhamet ve şefkat göstermek:
Müslümanlıkta büyüklere karşı saygı, küçüklere karşı sevgi bir esastır. Bu esas, aile arasında bir kat
daha ehemmiyetli bulunur. Meselâ anaya, babaya pek fazla hürmet lâzımdır. Bunları adlarıyla çağırmak
edebe aykırıdır. Bir kadının kocasını adıyla çağırması da edebe aykırı olduğundan mekruhtur.
Bir hadis-i şerif şu mealdedir:
“Bir genç, bir ihtiyara sadece yaşından dolayı hürmet etti mi, ALLAH Teâlâ da ona bir mükâfat
2olmak üzere ihtiyarlığı çağında hürmet edecek bir kimseyi mutlaka yaratır”
Bu mübarek hadis, ihtiyarlara saygı gösteren gençlerin sevap ka-zanacaklarını, çok
yaşayacaklarını müjdelemektedir. Artık ihtiyarlara saygısızlık yapan bazı gençler, bunu biraz
düşünmelidirler.
11- Hayır sever olmak, yardımlaşma ve dayanışmada bulunmak: Şöyle ki, müslümanlar,
herkesin hakkında hayır diler, herkese karşı yardımda bulunmaktan bir zevk duyarlar. Müslümanların
meşru’ bir sahada birbirine yardım etmesi, aracılık yapması aralarındaki din kardeşliği icabıdır. Kendisi
hakkında hayırlı görüp istediği bir şeyi başkaları hakkında da istemeyen kimse, İslâm muaşeretinin
temiz esaslarına riâyet etmemiş olur. Bir hadis-i şerifte:
“Sizden, biri kendisi için sevip istediği bir şeyi, kardeşi veya komşusu
için de sevip istemedikçe
3hakkıyla mü’min olamaz.” buyurulmuştur.
12- “Selâm vermek: Şöyle ki, müslümanlar arasında selâm ver-mek bir sünnettir, bir dostluk, bir
hayırseverlik alâmetidir. Selâm almak da bir farzdır. Bir hadis-i şerifte:
“Siz îman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedik-çe de îman etmiş olamazsınız,
yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şeye delâlet edeyim mi? Aranızda selâmı yayınız, yani,
4birbirinizi selâmlayınız.” buyurulmuştur.
Selâm vermenin bazı âdabı vardır. Mesela, bir meclise girilirken konuşulmadan evvel "
= Esselâmü aleyküm" dîye selâm verilir. Boş bir yere giren müslüman “
=Esselâmü âleyna ve ala ibâdillâhissâlihîn” der.
Gençler ihtiyarlara, binitli olanlar yayalara, yürüyenler oturanlara, arkadan gelenler önden
gidenlere selâm verirler. Bir cemaate verilen selâma içlerinden birisi "
aleykümüsselâm" diye kar-şılıkta bulununca, diğerlerinden selâm vazifesi düşer. Hiç birisi böyle bir
mukabelede bulunmazsa hepsi de günaha girer.
Bir meclisten ayrılırken de selâm ile ayrılmak daha faziletlidir.
Kendisine selâm verilen kimsenin daha güzel bir karşılıkta bulun-ması için: "
aleykümüsselâmü ve rahmetül’lâhi ve berekâtüh” demesi, yerine göre pek güzeldir.
Bir kimsenin selâmını getirip tebliğ edene “
aleyke ve aleyhisselâm” diye
karşılık verilir. Bir mektupla selâm yazıl-mış olunca, ya dili ile veya yazılacak mektupta yazı ile ve aleykesselâm” denilir.
Selâmı iade etmekten (almaktan) hakikaten veya hükmen âciz olan kimseye selâm vermek mekruhtur.
Bu sebeple yemek yiyen veya Kur’an okuyan veya hutbe dinleyen veya namaz kılan bir kimseye selâm
vermemelidir. Verilirse, alınması mutlaka lâzım gelmez. Fâsıklığını ilân etmekten çekinmeyen kimselere de
selâm vermek mekruhtur.
Kısacası selâm verip almak, bir dostluk nişanesidir, muhabbete vesiledir. Fakat selâm verirken
rükûya gidercesine eğilmek mekruhtur. Hattâ bazı alimlere göre selâm verirken rükûya yakın bir halde
eğilmek, secde etmek gibidir. Yaratılmışlara tazim için yapılacak bir secde ise, îmana aykırıdır.
13-
Musâfaha = El tutuşmada bulunmak: Şöyle ki, iki müslüman bir araya gelince birbirinin
elini tutar. Salât-ü selâm okur, birbirinin hatırını sorarlar. Bu da sevgi, dostluk nişanesidir. Bir hadis-i
şerifte:“Birbirine rastlayan iki müslüman, müsâfahada bulundu mu, daha birbirinden ayrılmadan
1mağfiret olunurlar.” buyurulmuştur.
14- Teşmit-i Âtıs = Aksırana karşı hayır ve bereketle dua etmek: Şöyle ki bir müslüman
aksırınca: "
Elhamdülillah" der, yanındaki müslüman kardeşi de "
yerhamükümüllah = ALLAH size rahmet etsin” diye dua eder, aksıran şahıs da: "
yehdinâ ve yehdikümüllâh = ALLAH Teâlâ bizleri de sizleri de hidayette daim buyursun” diye
karşılıkta bulunur.
15- Meclislerde temiz ve adaba riayetkar bir halde bulunmak: Şöyle ki müslümanlar
meclislerde yıkanmış, temiz ve hattâ abdestli bir halde toplanırlar, görünümleri temiz, elbiseleri temiz
bulunur. Meclis-lerde bilgili veya yaşlı zatlar üste geçirilir, lüzum görülmedikçe söze atılmayıp
söylenilen faydalı şeyleri dinlerler, meclise sonradan gelen-lere yer verirler, birbirine karşı güler yüzlü-
tatlı dilli bulunurlar.
Müslümanlar, kendi kendilerine meclisin üst başına geçmezler, kendilerine hürmet için kalkarak
yerlerini vermek isteyenlerin hemen yerlerine geçip oturmazlar, rızaları olmadıkça iki kimsenin arasına
so-kulup oturmak istemezler, bir meclisteki üç müslümandan ikisi başbaşa verip gizlice konuşmazlar,
üçüncü arkadaşlarının üzülmesine, yanlış zanna düşmesine meydan vermezler.
Müslümanlar, bulundukları meclisten arkadaşlarından müsaade alarak ayrılırlar. Ve meclisten
kısa bir süre için ayrılan arkadaşlarının yerine hemen geçip oturmazlar.
16-
Dostları ziyaret: Müslümanlar münasip zamanlarda gidip din kardeşlerini, büyüklerini
veya yakınlarını ziyaret ederler. Bu ziyaret de bir muhabbet ve vefa nişanesidir. Şu kadar var ki ziyaret,
usandıracak derecede pek sık olmamalıdır. Ziyarete gelenlere mümkün olduğu kadar ikram edilmesi
2lâzımdır. Bir hadis-i şerifte: "
" "Sizi ziyarete gelenlere ikram ediniz."
buyurulmuştur. 17- Ziyafetlere icabet: Bir müslüman, din kardeşinin dâvetine icabet eder. Ziyafetinde bulunur.
Bu şekilde aralarındaki muhabbet ve mürüvvet artmış olur. Bir hadis-i şerifte:
"Sizden birinizi kardeşi düğün yemeğine veya öyle bir şeye davet edince, icabet etsin."
buyurulmuştur. Yeter ki ziyafette haram bir şey bulunmasın. Çünkü bir müslüman, gayrımeşru
eğlenceler, içkiler bulun-duğunu bildiği bir ziyafete gidemez. Ancak gittiği takdirde men etmeye gücü
olursa veya kendisine hürmeten o haram şeyin terk edileceğini bilirse, o zaman gidebilir.
Ziyafette misafirlere ağırlık verecek kimseleri bulundurmama-lıdır. Misafirler gitmek
isteyince ev sahibi ısrar etmeksizin biraz daha oturmalarını dilemelidir. Herhalükarda merasim, sade,
tabiî, külfetten beri bulunmalıdır.
18- Hürmet için ayağa kalkmak: Müslümanlar yanlarına gelen din kardeşleri için ayağa kalkabilirler.
Bu bir hürmet alametidir. Mescitte bulunan veya Kur’an okuyan bir müslümanın tazim edilmeye layık bir zat
için ayağa kalkması mekruh değildir. Bir meclise gelenler için ayağa kalkılması âdet olan yerlerde ayağa
kalkmak, uygun bir davranıştır. Çünkü aksi takdirde düşmanlığa, dargınlığa sebebiyet verilmiş olabilir.
19- Değerli zatların ellerini öpmek: Müslümanlar, âlimlerin, takva sahibi kimselerin, âdil
hâkimlerin ellerini bereketlenmek için öperler, kendileri ile müsâfahada bulunurlar, bunda bir sakınca
yoktur. Bunlardan başka büyüklerin ellerini müslümanlıklarına tazim ve ikram için öpmek de caizdir.
Fakat dünyalık bir gaye için öpmek mekruhtur. Bir de bir müslümanın başkası ile karşılaştığı zaman
kendi elini öpmesi tahrimen mekruhtur. Alimlerin ve diğer büyüklerin huzurlarında yerleri öpmek de
haramdır. Bunu yapanlar ve buna razı olanlar günaha girmiş olurlar. Bu bir nevi putlara yapılan
ibadetleri andırır. Bir müslüman için asla caiz değildir.
20- Komşuluk haklarına riayet etmek: Şöyle ki müslümanlıkta komşuluğun büyük ehemmiyeti
vardır. Bir hadis-i şerifte:
"Ev almadan evvel komşu, yola çıkmadan evvel arkadaş araş-tırınız" buyurulmuştur.
Komşulara ikram bir sünnettir. Bir müslüman, komşusuna fazla riayet eder, güler yüz gösterir,
lüzumuna göre ödünç verir, bir kederi olunca teselli verir, taziyede bulunur, komşusuna eziyet verecek
şeylerden sakınır, evlerinin akıntı suları ile, çerçöpleriyle komşularına zarar vermez. Gece ve gündüz
yüksek perdeden devam eden çalgılarının, radyolarının sesleriyle komşularını rahatsız edenler, komşularının
huzurlarını, hastalarını, okur-yazarlarını düşünmeyenler, komşuluk haklarına riayet etmemiş, en mühim
sosyal bir vazifeyi ayaklar altına almış bulunurlar.
Bir hadis-i şerifte:"Kötülüklerinden komşusu emin olmayan kimse, ALLAH’a -layıkıyla- iman etmiş olmaz"
buyurulmuştur.
Kısacası insan komşularının muhabbetini, övgüsünü kazanmalıdır. Hazreti Ömer (R.A) demiştir
ki: "Komşusu, yakını ve yol arkadaşı tarafından övülen kimsenin güzel hal sahibi olduğundan şüphe
etmeyiniz."
21- Hastaları ziyarette bulunmak: Müslümanlar, hasta olan dostlarını, komşularını münasip
zamanlarda gidip ziyaret eder. Afiyet-lerine duada bulunurlar. Bu da sevgiyi kuvvetlendirmeye, kalbleri
hoş etmeye hizmet eden bir vazifedir. Bununla beraber bunun bir takım âdabı vardır. Mesela bu ziyaret,
pek sık yapılmamalıdır, hastanın yanında çok oturulmamalıdır, canını sıkacak sözler söylememelidir.
Bir hadis-i şerifte:
"Beş şey vardır ki, kardeşine karşı müslümana vacip olur. Bunlar da: Verilen selâmı almak,
3aksırana hayır ile dua etmek, davete icabet, hastayı ziyaret ve cenazelere katılmaktır." diye
buyurulmuştur.
22- Cenazelere katılmak: Bu da mühim, sevabı çok olan bir kardeşlik vazifesidir. Müslümanlar,
vefat eden din kardeşlerinin cena-zelerini kabirlerine kadar hüzünlü, düşünceli bir halde götürür,
rahmet toprağına emanet ederler, haklarında rahmetle duada bulunurlar. Bir hadis-i şerifte:
"Bir cenaze üzerine namaz kılana bir kırat, defninde hazır bulu-nana da iki kırat sevap vardır. Bir
1kırat ise, Uhud dağı kadardır." buyurulmuştur.
23- Müslümanların kabirlerini ziyaret etmek: Müslümanlar kendi aralarından âhirete gitmiş
olan zatların, bilhassa büyük âlimlerin, salihlerin kabirlerini vakit vakit ziyaret eder, kendilerini
rahmetle anarlar. Bu da bir vefa ve kıymet bilmek vazifesidir. Bununla beraber bir hadis-i şerifte beyan
2olunduğu üzere: "Kabirleri ziyaret, ölümü hatırlatır, uyanmaya vesile olur." Bu sebeple kabirleri
hürmetle, ibretle ziyaret etmeli, insanlığın acıklı akıbetini düşünerek gâfilane bir halde yaşamaktan
kaçınmalıdır.
GÜZEL VE ÇİRKİN HUYLAR
16-
İttika: ALLAH Teâlâ’dan korkmak, haramdan ve şüpheli şeylerden sakınmaktır.
Böyle bir hale "takva" da denir. Sahi-bine de "mütteki" denilir. Mütteki olan bir şahıs, emîn, itimada
lâyık bir insan demektir ki, kendisinden hiç bir kimseye zarar gelmez.
İslam dininde insanlar, esasen birbirine müsavi olup üstünlükleri ancak takva itibarıyladır.
Kur’an-ı Kerim’de:
3"Şüphe yok ki, ALLAH katında en üstün-değerli olanınız, en fazla mutteki olanınızdır." diye
buyurulmuştur.
İttikanın zıddı fısktır, fücurdur. Yani doğru yoldan çıkmak, Hak Teâlâ’ya âsi olmak, haramdan,
şüpheli şeylerden kaçınmamaktır. Böyle bir halin neticesi ise, felâkettir, azaptır.
17-
= Edep: Güzel terbiye, güzel huylar ile vasıflanmak ve utanılacak şeylerden insanı
koruyan bir meleke demektir.
Edep, insan için en büyük bir şereftir. Edebin zıddı isaet’dir ki, kötülükten, terbiyeye ve fazilete
aykırı hareketten ibarettir.
Edep insanın ziynetidir. Edep, insanı nefsinin arzu ve isteklerine uymaktan korur, kurtarır.
"İnsanın edebi, altınından hayırlıdır" denilmiştir. Edebten mahrum bir insan, bir toplum için zararlı
mikroplardan daha tehlikeli bir yaratıktır.
18-
= İhsan: Bağışlama, iyilik etme, bahşiş verme, hayır adına yapılması münasip olanı
yapma demektir. İhsan, adaletin üstünde bir fazilettir. Bir âyet-i kerimede:
4"İhsan ediniz, şüphe yok ki ALLAH Teâlâ ihsan edenleri sever." buyurulmuştur. Diğer bir âyet-i
celîlede:
5"ALLAH Teâlâ sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsan et." mealindedir.
19-
= İhlâs: Herhangi bir işi güzel bir niyetle saf bir kalp ile yapmak, o işe başka bir
şey karıştırmamaktır. Böyle bir hale "hulûs" da denir. Yapılan vazifelerin kıymetleri, ihlâsa göre artar.
İhla-sın zıddı, riyadır. Bir vazifeyi sadece bir gösteriş için veya maddî bir fayda için yapmaktır.
Riyakâr bir insan, temiz ruhlu bir insan değildir, yaptığı amellerin mükâfatını Hak’dan dilemeye
yüzü olamaz. Bir hadis-i şerifte:
1İbni Mace; Cenaiz:34; No:1540; 1/492. Nesei; Cenaiz:79; No: 1997; 4/77. A. b. Hanbel; No: 7306; 2/246.
2 Tirmizi; Cenaiz:60; No:1056; 2/330, Nesâi; Dahaya:36; No:4430; 7/234, A. b. Hanbel; No:22496; 5/358
3 Hucurat sûresi:13
4 Bakara sûresi:195
5 Kasas sûresi:77
"Şüphe yok ki ALLAH Teâlâ sadece kendisi için ve kendisinin rızası istenilerek yapılan amelden
1başkasını kabul buyurmaz" buyurulmuştur.
20-
= İstikamet: Her işte itidal üzere bulunmak, adalet-ten, doğruluktan ayrılmayıp
diyanet ve akıl dairesinde yürümek demek-tir. Dinî ve dünyevî vazifelerini olduğu gibi yapmaya çalışan
bir müs-lüman, tam istikamet üzere olan bir insandır. Böyle bir insan ise, toplumun en kıymetli bir ferdi
sayılır.
İstikametin zıddı, “hıyanet”tir ki, doğruluğu bırakıp emanete, ah-de riayet etmemek, verilen
sözde durmamak, insanların haklarına teca-vüzden çekinmemek demektir.
Bir âyeti kerimede Resul-ü Ekrem Efendimize hitaben
2"Emrolunduğun gibi istikamette bulun" buyurulmuştur ki, bu istikametin ne kadar lâzım ve
mühim olduğunu göstermeğe kâfidir.
21-
ٌﺔ َﻋﺎَﻃِإ
= İtaat: Âmirlerin meşru emirlerini dinleyip ona göre yürümektir. ALLAH
Teâlâ’nın buyurduklarını dinleyip tutmak bir itaat-tır. İnsanın saadeti de bu itaata bağlıdır. Bunun zıddı,
isyandır. Hak Teâlâ’nın yüksek emirlerini dinlemeyen bir insan, günahkâr, hayırsız bir kimsedir ki,
kendisini tehlikeye atmış olur. Artık böyle bir şahıstan insanlık ne bekleyebilir!
Kur’an-ı Mübin’de şöyle buyurulmuştur:
3"ALLAH’a itaat ediniz, ALLAH’ın Peygamberine ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz."
22-
= İtimad: Güvenme, emniyet, bir şeye kalben güvenip dayanmak demektir. Halkın
itimadını kazanmak bir muvaffakiyet eseri-dir. İktisadî ve sosyal hayatın devamı, itimadın varlığına
bağlıdır. Bu sebeple insan güzel, dosdoğru hareketleriyle herkesin itimadını kazan-maya çalışmalıdır;
itimada aykırı olan şey, hiyanettir, suistimaldir ki neticesi pek korkunçtur.
23-
= İktisad: Her hususta itidal üzere bulunmak, lüzu-mundan fazla ve noksan
harcamalardan kaçınmaktır. İnsan, iktisada riayet sayesinde rahat yaşar. Bir hadis-i şerifte:
4"İktisada riayet eden fakir olamaz." buyurulmuştur.
İktisadın zıddı, israftır, taktir (kısma)dır. İsraf, yemek, içmek ve giyinip gezmek gibi hususlarda
malum olan dereceyi aşmaktır ki ha-ramdır, fertlerin ve toplumların yıkılmasına sebeptir. Bunun içindir
ki Kur’an-ı Hakim’de:
5"Şüphe yok ki ALLAH Teâlâ israf edenleri sevmez" buyurul-muştur. Taktir de, yemek içmekte
ve diğer hususlarda lüzumundan fazla kısmaktır ki bu da uygun değildir.
24-
= Ülfet: Münasip kimseler ile güzel bir şekilde görüşüp konuşmak demektir. İnsanlar,
daima toplumdan uzak bir halde yaşaya-mazlar. Birbirleriyle görüşmek mecburiyetindedirler. Güzel
ahlâk sahibi olan bir kimse, herkes ile güzel görüşür, herkesin sevgisini kazanır. Bu hale "ünsiyet" de
denir. Zıddı uzlet, nefret, inzivadır ki, kimse ile görüşmeyip kendi başına bir yerde yaşamak, herkesten
uzaklaşmaktır. Herkes ile görüşmek uygun olmadığı gibi, herkesten kaçınmak da uygun olmaz. Bir
hadis-i şerifte:
1 Nesâi; Cihad:24; No:3140; 6/25
2 Hûd sûresi:112
3 Nisa sûresi:59
4 A. b. Hanbel: No:4257; 1/447
5 A'raf Suresi: 31
"Mümin, ülfet eder ve ülfet olunur. Ülfet etmeyen, ülfet olunma-yan kimse de ise, hayır yoktur.
1İnsanların hayırlısı da insanlara en faydalı olanıdır." buyurulmuştur.
25-
= Emniyet: Bir şeye itimat etmek mânasına geldiği gibi, insanda doğruluktan ileri gelen
yüksek bir meleke mânasına da gelir. İnsanların sırlarını ve emanet bıraktıkları mallarını güzelce saklamak da bir
emniyet halidir. Emniyetin zıddı, hıyanettir, suistimaldir, sözde durmamaktır.
Fertleri arasında emniyet bulunmayan bir toplum, geleceğinden emin olamaz. Emniyeti suistimal,
münafıklık alâmetidir. Bir hadis-i şe-rifte şöyle buyurulmuştur:
"Münafığın alâmeti üçtür: Söyleyince yalan söyler, vaad edince döner, emanet edilince hıyanette
2bulunur."
26-
= İnsaf: Adalet dairesinde hareket ve hakikati itiraf demektir: İnsaf, ciddi ve
seciyeli bir insanın nişanesidir. Bunun zıddı, zulümdür, gadirdir, hakkı inkârdır. Bir hadis-i şerifte:
3"İnsaf, dinin yarısıdır." buyurulmuştur. Çünkü hakikî bir din, iti-raf edilmesi lâzım gelen sabit
şeyler ile yapılması icap eden faideli şeylerin bir toplamıdır. İnsaflı olan bir kimse ise, dinin yarısını
teşkil eden o sabit şeyleri mutlaka itiraf eder. Bunun için kendisindeki insaf, dinin âdeta yarısı
bulunmuş olur.
27-
= Beşaşet: Güler yüzlü, hoş halli olmaktır. Beşaşet, ruhta safiyetin, neşenin yüzde
parıltısı demektir. Zıddı, ubusettir ki, yüz ekşiliğinden ibarettir. İnsan daima beşuş olmalı, hiç bir
kimseye karşı çatık kaşlı bulunmamalıdır. Beşaşet bir sadaka, bir ihsan sayılır. Bir hadis-i şerifte:
4"Şüphe yok ki ALLAH Teâlâ, yumuşak huylu, açık yüzlü kulunu sever." buyurulmuştur.
28-
= Te’dib: Terbiye etmek, edepli, töreli bir halde yetiş-tirmek demektir. Zıddı
terbiyeyi terk ve ihmal etmektir. Te’dib vazi-fesinde asla müsamaha etmemelidir. Kendi çocuklarını
güzelce te’dibe çalışmak, her aile reisi için yapılması gerekli bir vazifedir. Bu husustaki dikkatsizliğin
zararları, yalnız bir ferde, bir aileye değil, koca bir topluma aittir.
"Baba ile ananın tedip etmediğini, gece ile gündüz, yani zaman tedip eder. Gece ile gündüzün
5tedip etmediğini de, cehennem te’dip eder." buyurulmuştur.
29-
= Teenni: Bir işte acele etmeyip bir düşünce dairesinde hareket etmektir. Böyle bir
harekete “teüde” de denir. Vakti gelip çatmış olan hayırlı bir işte teenniye mahal yoktur. Fakat henüz
vakti gelmeyen bir iş hakkında acele hareket etmek de mahrumiyete sebep olacağından doğru değildir.
Teenninin zıddı, isti’caldir, yani bir şeyi vaktinden evvel elde etmeye koşmaktır. Bir hadis-i
şerifte:
6"Teenni Rahman’dan, acele ise, şeytandandır." buyurulmuştur. Diğer bir hadis-i şerif de şu
mealdedir:
1 Taberani, el-Mu'cemü’l-Evsat: No:5783; 6/368
2 Buhari; Şehadet:28; No:2536; 2/952; Müslim; İman:25; No:59; 1/78; Tirmizi; İman:14; No:2631; 5/19; Nesai; İman:20;
No:5023; 8/117
3 Hadis, elimizdeki mevcut kaynak eserlerde bulunamamıştır.
4 Deylemi, Firdevs: No:574; 1/156
5 Hadis, elimizdeki mevcut kaynak eserlerde bulunamamıştır.
6 Beyhaki Süneni Kübra; Âdap:15; No:20851; 15/70; Heysemi, Mecmeu’z-Zevaid; 8/19;
"Her işte teenni hayırlıdır, âhiret işi müstesna."
30-
= Ta’zim: Hürmet, riayet, bir zat hakkında büyük sayıldığına delâlet edecek şekilde
güzel muamelede bulunmak demek-tir. Zıddı, tahkirdir, yani bir kimseye karşı kıymetini düşürecek
tarzda muamele yapmak demektir ki, asla caiz değildir.
İlim, edep, yaş itibariyle bizden büyük olanlara hallerine göre saygı göstermek, bizden genç
olanlar hakkında da sevgi ile muamelede bulunmak bizim için insanî bir vazifedir. Bir hadis-i şerifte:
2"Bizim büyüklerimize tazim, küçüklerimize merhamet etmeyen bizden değildir." buyurulmuştur.
31-
= Tefe’ül: Bir şeyi uğur saymak, bir hâdiseyi bir hayır başlangıcı görmektir. Bu, güzel bir
zan meselesi olduğundan övülmüştür. Zıddı, teşe’üm, tetayyürdür ki, bu da bir şeyi uğursuz görmek,
nefsin kendisinden nefret duyduğu bir hâdiseyi, meselâ bir kuşun ötüşünü veya bir tarafa uçuşunu bir
uğursuzluğa alâmet saymak demektir. Bu ise, bir kötü zan, fena kuruntu eseri olduğundan caiz değildir.
İnsan için herhangi bir hâdiseden bir uğursuzluk hükmü çıkararak kendisini ümitsizlik veya kötü
kuruntu içinde bırakmak doğru değildir. Bazı günlere, vakitlere uğursuzluk isnat edilmesi de uygun
görülemez.
Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
3"Fe’l, yani güzel söz, temiz konuşma hoşuma gider." buyurmuştur.
İnsan hayırlı söz söylemeli, fena kötü-uğursuz konuşmalardan di-lini sakındırmalıdır.
32-
= Tefekkür: Düşünmek, bir mesele hakkında fikri hare-kete getirmek demektir.
Büyük Yaratanımızın kudretine şahitlik yapan varlıkları tefekküre dalmak bir ibadettir. Maddî ve
manevî bir çok keşifler, yükselişler, tamamen tefekkür neticesidir.
Tefekkürün zıddı gaflettir, düşünmekden mahrumiyettir ki, insana asla yakışmaz. Bir hadis-i
şerîfte:
"ALLAH Teâlâ’nın yaratmış, olduğu şeyler hakkında tefekküre dalınız, fakat ALLAH Teâlâ’nın
4zatında tefekküre dalmayınız, sonra helak olursunuz." buyurulmuştur.
33-
= Tevazu’: Alçak gönüllü olmak, hak ettiği mertebenin aşağısına kendiliğinden razı
olarak, o şekilde muamelede bulunmaktır. Zıddı tekebbürdür, tecebbürdür, gururdur. Bunlar,
kendisini büyük görmek, kendisini lâyık olduğu mertebenin, üstünde göstermeye ça-lışmak, fani şeylere
güvenerek ona buna karşı çalım satmaktır ki, pek kötü bir huydur. Bir hadis-i şerif:
"ALLAH Teâlâ, iktisatlı olanı zengin eder, israf edeni de fakir dü-şürür, tevazu göstereni
5yükseltir, kibirlenen kimseyi de kırar geçirir." mealindedir.
34-
= Tevekkül: Hakk’a güvenmek, sebeplere sarıldıktan sonra muvaffakiyeti Hakk’tan
beklemek ve insanların güçleri yetişemedi-ği şeyleri ALLAH Teâlâ’ya bırakıp ümitsizlik ve kederden
1 Ebu Dâvud; Edep:11; No:4810; 2/670; Hâkim el-Müstedrek; İman: 1/63
2 A. b. Hanbel; No:2325; 1/257; İbn-i Hıbban; 2/211
3 Buhari; Tıb:54; No:5440; 5/2178; Müslim; Selam:34; No:2224; 4/1746
4 Taberani, el-Mucemul-Evsat; No:6315; 7/172; Heysemi, Mecmeu’z-Zevaid; 1/181
5 Heysemi, Mecmeuz-Zevâid; 10/253
beri olmaktır. Tevekkülden mahrumiyet, büyük bir noksanlıktır. Bir mümin bilir ki herhangi bir hâdisenin
meydana gelmesi için sadece sebeplerin var olması kâfi değildir. Yaratanımızın dilemediği bir hâdise hiç
bir vakit meydana gelemez. Ve Yaratanımızın dilediği bir şeye de hiç bir kuvvet mani olamaz. Bununla
beraber tevekkül, sebeplere sarılmaya mani değildir. ALLAH Teâlâ, bir çok hâdiseleri birer sebebe
bağlamıştır. Bu husustaki ilâhi kanuna riayet lâzımdır, Resulü Ekrem (S.A.V) Efendimiz, devesini bir
şeye bağlamaksızın dışarıda bırakıp huzurlarına giren Amr b. Ümeyye’ (R.A)a: "
Deveni bağla ve tevekkül eyle” diye tenbih buyurmuştur.
35-
= Sebat: Sözde durmak, ahde vefa etmek, bir meslekte, bir kanaatte veya bir fikirde
kararlı bulunmak demektir. "Sabit olanlar, nâbit olurlar = bir işte sebat edenler neticeye ulaşırlar" sözü
meşhurdur. Sebat, muvaffakiyetin bir şartıdır. Bununla beraber hayırlı ve doğru-gerçek olan şeylerde
sebat göstermek bir fazilettir. Faydasız, batıl şeylerde sebat göstermek ise, aklın zafiyetine, insafın
yokluğuna delâlet edeceği için büyük bir kusurdur.
36-
= Cûd: Cömertlik, insanlara ihtiyaçlarını bildirmelerine meydan vermeksizin lütufta,
ihsanda bulunmak halidir. Verilmesi lâyık olan şeyleri münasip olan yerlere kolaylıkla-içtenlikle
vermek, meleke-sinden ibaret olan “seha” da bu kısımdandır
.
Cûd ve seha, insana lâyık bir meziyettir. Bunların zıtları ise, his-set, tama’, cimriliktir ki,
insanlara asla yakışmaz. Bir hadis-i şerifte:
2"Cömert kimsenin yemeği şifadır, cimri kimsenin yemeği de hastalıktır." buyurulmuştur.
37-
= Hazm: Basiretle yürümek, ihtiyatlı bir tarzda davranmak, neticesi bilinmeyen
şeylere hemen atılmamaktır. Zıddı, ihti-yatsızlıktır. Hazm’a riayet edenler, pişmanlığa düşmezler.
Bununla beraber hazm, bazen kötü bir kuruntudan ileri gelir. Bu sebeple hazm diye kuruntuya
düşmemek lâzımdır. Bunun içindir ki bir hadis-i şerifte: "
= Hazm kötü bir
3düşüncedir." buyurulmuştur.
38-
= Hüsnü zan: Güzel sanma, bir kimsenin veya bir hâdisenin iyiliği hakkındaki
vicdanî kanaat demektir. Zıddı, suizandır. İnsan, suizanda toleranslı-ölçülü davranmalı, hiç bir kimse
hakkında da yok yere suizanda bulunmamalıdır.
Gerçi herhangi bir kimse hakkında körü körüne "pek iyi bir zattır" diye hükmetmek, hüsnü zannı
suistimal etmek olacağından kötüdür. Onun bunun hallerini araştırmak, kusurlarını bilmeye çalışmak arzusu
da tecessüs (bak. Madde: 16/6) denilen ve suizandan kaynaklanan gayriahlâkî bir hareket olduğu için
4haramdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: "Şüphe yok ki zannın bazısı bir günahtır." buyurulmuştur.
39-
Hıfzu
lisan: Dili lüzumsuz sözlerden koruyup ihtiyaç miktarından fazla söz
söylememek halidir ki, pek güzeldir. Zıddı, "mâlayani" denilen faydasız şeyler ile uğraşmak, ağza her
geleni söylemektir. Akıllı kimseler, çok kere sükût ederler. Lüzum görülmedikçe söz söylemek
istemezler. Sükût pek güzeldir. Yeter ki bir hakkın zayi olmasına, bir hakikatın yanlış anlaşılmasına
sebep olmasın.
Aleyhisselâtü Vesselam Efendimiz:
5"Her kim ALLAH’a ve âhiret gününe inanmakta ise, hayır söylesin veya sussun." buyurmuştur.
40-
= Hak: ALLAH Teâlâ’nın bir mübarek ismidir. Her sa-bit, doğru olan şeye de hak
denir ki zıddı batıldır. Herkesin meşru olan salâhiyetine, iktidarına, bir şey üzerindeki malikiyetine de
hak denil-miştir ki, çoğulu “hukuk”tur.
1 Beyhaki, Şuabü’l-İman; No:1211; 2/80
2 Deylemi, Firdevs; No:3954; 2/455
3 Zehebi, Mizanül'itidal; No:9404; 7/138
4 Hucurat Suresi:12
5 Buhari; Edep:31; No:5672; 5/2240, Müslim; İman:19; No:47; 1/68, Ebu Davud; Edep:123; No:5154; 2/760
Her hak karşılığında bir vazife vardır. Meselâ bir insan hayat hakkına, şeref ve haysiyet hakkına
sahiptir. Bunlara kimsenin tecavüzü caiz değildir. Bu sebeple o insan da bu hak karşılığında
başkalarının hayat hakkına, şeref ve haysiyet hakkına riayetle vazifelidir. Bunlara da kendisi tecavüz
edemez. Böyle bir tecavüz haramdır, cezayı gerektir-mektedir, dünyanın intizamına manidir.
Hak, daima haktır. Hakka kuvvet ve başka bir şey galip gelemez. Geçici olarak yok olan bir hak,
bir gün dünyada, dünyada olmasa bile, yarın âhirette ortaya çıkacaktır.
41-
= Hikmet: İlim ve amelin birleşmesinden meydana gelen yüksek bir sıfattır.
Bilmeyen veya bilgisi ile amel etmeyen bir kimse, hakîm unvanını alamaz. Her şeyin hakikatına bilgi
edinmeye de hikmet denir. Adaba, ahlâka, vaazlara ait edebi sözlere, fıkralara da hikmet denilir.
Hakîm olan zatta, zekâ, hafıza, güzel düşünce, kolaylıkla öğren-me, safî zihin, güzel anlayış,
hafızasındakileri hatırlayıp kullanma özellikleri bulunur. Bir âyet-i kerimede:
1"Kendisine hikmet verilmiş olan kimseye muhakkak bir çok hayır verilmiş olur." buyurulmuştur.
Bir hadis-i şerif
de şu mealdedir:
2"Hikmet müminin yitiğidir. Bu sebeple onu nerede bulursa alır."
42-
Hilm: Şiddete tahammül, gazap (kızgınlık) ateşini söndürmek, nefsini heyecandan
korumak demektir ki, yerinde gösteril-mek şartı ile büyük bir fazilettir. Zıddı hiddettir, düşünmeden bir
işe başlamaktır ki, bu da öfkeden, titizlikten, hoşa gitmeyen bir hâdiseden dolayı gazap kuvvetinin
parlamasından ibarettir.
Gazap, darılma halleri, kalp kanının kaynaması zamanında kişinin kendisinde meydana gelen bir
değişmedir ki, haksız yere olunca bir kusur sayılır, pişmanlığa sebep olur. Fakat akla tabi ve haksızlığa
karşı olan bir gazap, güzeldir. Çünkü mukaddes şeyler, bu sayede müdafaa edilebilir.
Hilm, ilim ve hikmetle beraber olmalıdır. Bir hadis-i şerifte:
3"Hiçbir şey, diğer bir şey ile ilim ile hilmden daha faziletli olarak toplanmış değildir."
buyurulmuştur.
43-
= Hamiyet: Mukaddes şeyleri, milletin haklarını korumak ve namusu, haysiyeti
töhmet altında kalmaktan korumak hu-suslarında gösterilen bir gayret ve özen göstermek hususiyetidir.
Bu pek güzel bir haslettir. Fakat batıl fikirleri, inançları korumak yolunda gösterilen gayrete "Hamiyet-
i cahilâne" denir ki bu pek kötüdür.
44-
Haya: Utanma, hicab, ar, namus manâlarına gelir. Çirkin şeylerden nefsin
darlanması, edebe aykırı bir hadisenin meydana gelmesinden dolayı kalbin bir rikkat (incelik) ve
ızdırap içinde kalması demektir ki, eseri hemen yüzde belirmeye başlar.
Haya, pek güzel bir haslettir. Zıddı, “vekahat”dır ki, utanmaz-lıktan, batılı hak suretinde görüp
çekinmeksizin işlemekten ibarettir.
Hayasızlık, insanı insanlıktan çıkarır, hayvanlardan aşağı bir hale düşürür. Bir hadis-i şerifte:
4"Haya, imandan bir bölümdür." buyrulmuştur.
Diğer bir hadis-i şerifde:
1 Bakara sûresi:269
2 Deylemi, Firdevs; No:2770; 2/152.
3 Musannef İbn-i Ebi Şeybe; Edep.43; No:5; 6/126. Darimi; Mukaddime:48; No:576;1/152. Deylemi, Firdevs; No.6371; 4/120.
4 Buhari; İman :14; No: 24; 1/17. Müslim; İman:12; No. 35; 1/65. Ebu Davud; Edep:7; No:4795; 2/667. İbni Hıbban; İman:4;
No:167; 1/386. Nesâi; İman:16; No:5004; 8/110. İbni Mace; Mukaddime:9; No:57; 1/22. A. b. Hanbel; No: 9417; 2/443.
"İnsanlardan utanmayan, ALLAH Teâlâ’dan da utanmaz." mealindedir.
45-
= Huşu: Tevazu göstermek, hakka boyun eğmek, korku ve sevgi ile beraber edepli
bir vaziyet almak demektir. Zıddı gaf-let, kibirlenmek kalb huzurundan mahrumiyettir. Bir ibadetin
kıymeti huşulu olması nisbetinde artar. Haşyet de tazimle karışık, kalbe ait bir korku demektir.
ALLAH korkusuna "haşyetullah" denir.
Kalbinde haşyetullah bulunmayan bir kimseden her türlü fenalık meydana gelebilir. Bir hadis-i
şerifte:
2"Hikmetin başı ALLAH korkusudur." buyurulmuştur.
ALLAH Teâlâ’nın kudretini, azametini düşünen her mütefekkir müminin kalbinde ALLAH
korkusu parlar, kendisini daima iyiliğe sevkeder durur.
46-
= Hayır: İyilik demektir. Her meşru olan mal ve menfaat da bir hayırdır, Cenab-ı
Hakk’ın bir ihsanıdır. ALLAH Teâlâ’nın rızasını kazanmaya vesile olan her güzel amel, bir hayırdır,
asıl "hayr-ı ahlâkî = hayır ahlakı" da bundan ibarettir.
Hayrın zıddı, şerdir. Hakka, tabiata uygun olmayan ve fena bir neticeyi doğuran her şey, bir
şerden ibarettir.
Herkesin hakkında iyilik dilemeye "hayırhahlık" denir ki, ruhun tertemiz olmasından ileri gelir.
Bütün hayır müesseseleri, hayırhahlığın bir eseridir. Başkasının fenalığını istemek de "bedhahlık"
denilen ruhî bir hastalıktır ki, sahibinin kötü bir kimse olduğuna bir alâmettir.
İşte "hased" denilen pek kötü bir huy, bu bedhahlıktan başka değildir...
Evet... Başkasının hakkı ile nail olduğu nimetlerden huzursuz olup da o nimetlerin yok olmasını
istemek bir hasedden ibarettir. Bu pek fena bir haslet olduğu için bundan pek sakınmalıdır. Bir hadis-i
şerifte:
"Hasedden kaçınınız. Çünkü ateş kuru odunları yakıp bitirdiği gibi, hased de güzel âmelleri yer
3bitirir." buyurulmuştur.
Şerre âlet olan bir nimetin yok olmasını istemek hased sayılmaz. Aynı şekilde başkasının nail olduğu bir
nimetin aynısına nail olmak arzusu da hased değildir. Bu arzuya "Gıbta" ve "Münafese" denir ki bazı hallerde
caizdir. Yüksek bir âlimin bilgisine, faziletine gıpta edilmesi gibi.
47-
= Dostluk: İki veya daha fazla kimse arasında meydana gelen samimî bir sevgi ve
bağlılık demektir. ALLAH için olan dostluk devam eder, dünya için olan dostluk da kayıp giden bir
yıldız gibi parlar parlamaz, söner gider.
Dostluğun zıddı düşmanlıktır, adavettir, garezkârlıktır. Bütün müslü-manlar birbirinin dostudur, çünkü
aralarında ebedî olan bir din kardeşliği vardır.
Peygamberi Zişan (S.A.V) Efendimiz, ALLAH’ın rahmetine nail olmuş olan ümmetine söyle
emretmiştir:
"Birbirinize buğz etmeyiniz, haset etmeyiniz, arka çevirmeyiniz, ey ALLAH’ın kulları!.. Kardeş
4olunuz, bir müslümana helâl olmaz ki kardeşini üç günden fazla terk ede."
Başkasının bir kederinden dolayı sevinmek de bir düşmanlık eseri olduğundan caiz değildir. Buna
"Şematet" denir. Bir hadîs-i şerifte:
"Kardeşin için şematet ortaya koyma, sonra ALLAH Teâlâ ona merhamet eder de, seni o belaya
1düşürür." buyurulmuştur.
48-
= Diyanet: Dindarlık, dinin mukaddes hükümlerine riayet, gereğince hareket etmektir.
Zıddı, dinsizlik, dinin hükümlerine riayetsizliktir ki, bütün fenalıkların en büyük kaynağıdır.
İnsanların kurtuluşu, temiz bir halde yaşayışı, saadete ermesi an-cak diyanet sayesindedir.
Diyanet, yaratılış gereğidir, gerek ferdler için ve gerek toplumlar için zarurîdir. Bu sebeple diyanete
sımsıkı sarıl-malıdır. Bu, insanlığın menfaat ve selâmeti bakımından son derece lâzımdır.
49-
Zikr: Anmak, hatırlamak manasınadır. ALLAH Teâ-lâ’nın mukaddes isimlerini anmak,
yapılması gerekli bir vazifedir, en yüce bir zikirdir.
Hak Teâlâ hazretlerini zikretmek, ya büyüklüğünü düşünmekle olur. Bundan heybet ve saygı
gösterme meydana gelir. Ya kudretini düşünmekle olur. Bundan korku ve hüzün doğar. Veya
nimetlerini an-makla olur, bundan şükür ve hamd meydana gelir. Veya pek emsalsiz olan şaheserlerini
tefekkür ile olur, bundan da ibret ve uyanma yüz gösterir.
Zikrin zıddı, nisyandır, Hakk’ı unutmaktır. ALLAH’ü Azimüş-şan’ın mübarek isimleri ile kulluk
lisanını süslememektir. Bu pek acınacak bir gaflet eseridir. Bir âyet-i kerimede:
2"ALLAH Teâlâ’yı çok zikrediniz ki felah bulabilesiniz." buyu-rulmuştur.
Bir hadîs-i şerifte:
3Zikrin en faziletlisi "Lâilâhe illallâh"dır, duanın en faziletlisi de "Elhamdülillâh"dır." diye
buyurulmuştur.
50-
Rıza : Hoşnut olmak, muvafakat göstermek, herhangi bir hükmü veya hâdiseyi
kalben hoş görüp kabul etmektir. Zıddı muhalefettir, reddir, itirazdır.
ALLAH Teâlâ’nın her hükmüne, her takdirine razı olmak bir kul-luk vazifesidir. Hak bir şeye razı
olmamak bir ahmaklık alâmeti olduğu gibi bâtıl bir şeye razı olmak da bir tuğyan, bir isyan eseridir.
Bir hadis-i şerifte:
"ALLAH Teâlâ bir kulu severse imtihan eder, bazı sıkıntılara mübtelâ kılar, ta ki duasını, niyazını
4işitsin" buyurulmuştur.
51-
Rıfk: Yavaşlık, yumuşaklık, nezaket ve gönül alıcı muamele, neticesi güzel olan bir
şeye güzelce boyun eğme manasınadır. Zıddı da unftur, huşunettir, gılzettir ki, sertlik göstermekten,
katı yü-rekli olmaktan, nezakete muhalif muamelede bulunmaktan ibarettir. İnsan, rıfk sayesinde en
müşkül neticeleri elde edebilir. Huşunetle muamele yüzünden de elde edilmesi pek yakın olan şeyleri,
imkansız bir hale getirmiş olur. Bir hadis-i şerifte:
5"Şüphe yok ki ALLAH Teâlâ Refîk’tir, rıfkı sever ve unf üzerine vermediğini rıfk üzerine verir."
buyurulmuştur. Diğer bir hadis-i şerif de:
"Rıfktan mahrum olan, hayırdan mahrum bulunur." mealindedir.
52-
= Sa’y: Çalışmak, bir maksadın meydana gelmesi için elden gelen gayreti
sarfetmektir. Zıddı, atalet, bataet, meskenet (tembel-lik)tir ki, İslâm ruhuna asla uygun değildir. İnsan,
meşru şeyleri elde et-mek için muntazaman bir say ve gayret sahibi olmalıdır. Bütün yük-selme-
ilerlemeler, sa’y ve gayretin birer neticesidir. Kur’an-ı Kerim’de:
2"İnsan için çalıştığı şeyden başkası yoktur." buyurulmuştur.
53-
Setri uyub: Onun bunun ayıplarını, kusurlarını örtmek, görmemezlikten
gelmek, başkalarına ifşa etmemek (yayma-mak) demektir. Zıddı, ifşayı uyub (ayıpları yaymak)dır.
Başkalarının kusurlarını arkalarından söylemek gıybettir. Hattâ bir kimsenin arkasından boyuna,
elbisesine, yiyip içmesine, gezip yürü-mesine dair bir noksanını dil ile, göz ile veya el ile işaret ederek
göstermek de bir gıybettir. Çünkü bunları haber alınca, müteessir ola-cağı (üzüleceği) şüphesizdir.
Başkalarına, yapmadıkları kusurları isnat etmek (yüklemek, at-mak)da iftiradır, bühtandır. Bunlar,
İslâm terbiyesine aykırıdır, kesin-likle haramdır. Bir hadis-i şerifte:
"Ne mutlu o kimseye ki kendi kusuru, kendisini başkalarının ku-surlarını görmekten meşgul
3kılmıştır." buyurulmuştur.
Bu sebeple insan, kendi kusurunu görüp onu düzeltmeye çalış-malıdır. Şu kadar var ki,
gayrimeşru şeyleri hiç çekinmeksizin yapıp duran fasık kimselerin bu çirkin hallerini arkalarından
söylemek, gıybet sayılmaz. Bu söyleyiş ile fena haller kötülenmiş, başkaları bundan ko-runmuş olur.
Bir islam toplumuna karşı lâübalice bir vaziyet alarak gay-riahlâkî şeyleri açıkça yapıp duran
kimselerin bu rezilliklerini söy-lemek, kamuoyunun güzel bir tepkisi demektir. Yeter ki bu söyleyiş,
şahsî bir kızgınlık neticesi olmasın.
Gıybetin mesuliyetinden kurtulmak için mümkün ise, gıybet edi-len kimseden helâllik istemeli,
özür dilemelidir. Bazı alimlere göre yapılmış olan bir gıybetten dolayı pişman olup tevbe-istiğfarda
bulun-mak kâfidir. Durumu haber verip gıybet edilen kimseden helâllik dile-mek bir üzüntüye, bir
dargınlığa sebeb olabilir. Şu kadar var ki o kimse bu gıybetten haberdar olmuş ise, o halde kendisinden
özür dileyerek helallik istemesi lâzımdır.
İki dargın kimsenin özür dilemek için müsafahada bulunması helalleşmek sayılır.
54-
Şecaat: Yiğitlik, bahadırlık, kalb metaneti, lüzumu halinde tehlikelere atılabilmek
hususiyeti demektir. Zıddı, cebanettir, korkaklıktır. Hak yolunda mukaddes şeyleri müdafaa uğrunda
gösterilen şecaat, pek kıymetli bir haslettir.
55-
Şefkat: Acıyıp esirgeme, korku ile karışık, mer-hametten ileri gelen ruhî bir haldir
ki, başkalarının başına gelen veya gelmesi muhtemel bulunan hoş olmayan bir hal karşısında ortaya
çıkar. Zıddı, rahmet ve rikkat (incelik) duygusundan mahrumiyettir ki pek fena bir haslettir.
Şefkat temiz, saf kalblerin bir özelliğidir. İslam dininde ALLAH Teâlâ’nın emirlerine tazim,
yarattıklarına da şefkat büyük bir esastır.
56-
Şükür: Görülen iyiliğe karşı söz ile, iş ile memnuniyet ve kıymetbilirlik göstermektir.
Görülen bir iyiliği övgü ile anmak da bir şükürdür. Zıddı küfran-ı ni’met (nimeti inkar etmek, nankörlük
yapmak)tır.
Biz, her dakika binlerce nimetlerine nail olduğumuz ALLAH Teâlâ’ya şükür etmeye borçlu
bulunduğumuz gibi, iyiliğini gördüğümüz şahıslara karşı da teşekküre borçluyuz. Bir hadis-i şerifte:
1"İnsanlara şükretmeyen, ALLAH Teâlâ’ya da şükretmez." buyurulmuştur.
57-
Şehvet: İstek, tabiata uygun olan bir şeyi istemek için nefsin hareketi, hayat
sahiplerinin birbirine karşı olan tabiî meyilleri demektir. Meşru bir şey hakkındaki normal bir şehvet,
bir meyil, iyidir. Meşru olmayan bir şey hakkındaki şehvet ise, hayvanca bir hal olduğundan pek
kötüdür, pek zararlıdır, bundan kaçınmak lâzımdır.
Heva, boş yere arzu ve nefsin bir lezzetten dolayı bir şeye meşru bir sebep olmaksızın meyletmesi
demektir. Heves de bir şey hakkında gösterilen noksan ve olgunlaşmamış bir aşktan, sevdadan başka
değildir. Şüphe yok ki bunların ikisi de kötüdür. İnsanın feyzine, şerefine manidir. Peygamber (S.A.V)
Efendimiz: Ya Rabbi! Beni ahlâkın çirkin olanlarından ve hevalardan uzak bulundur." diye dua ederdi.
58-
= Sabr: Acıya katlanmak, tabiata uygun gelmeyen hallere telâş göstermeksizin
dayanmaktır. Zıddı, ceza, sabırsızlıktır. İnsan yaşa-dıkça bir takım acı hâdiseler karşısında kalır, işte
bunlara karşı sab-retmek lâzımdır. Bir âyet-i kerime’de de:
3"Şüphe yok ki ALLAH Teâlâ, sabredenlerle beraberdir." buyurulmuştur. Sabrın sonu
selâmettir, muvaffakiyettir. Sabır acıdır, fakat meyvesi tatlıdır.
Sabırsızlık ruhun zâfiyetinden ileri gelir. Şu kadar var ki, meşru olmayan şeyler hakkında sabır
caiz değildir. Bunlara karşı kalben bir acı duyulması ve mümkün ise, mücadele yapılması icap eder.
Gideril-mesi mümkün olan kötülüklere veya ihtiyaçlara katlanmak sabır değil, bir acizliktir, bir
miskinliktir. Resul-ü Ekrem (S.A.V) Efendimiz:
4"İlâhi! Ben sana acizlikten ve tembellikten sığınırım." diye dua buyururdu.
59-
= Sıdk, sadakat: Hakikata uygun olan doğru söz, sıdktır. Artniyet şaibe
(leke)sinden beri ve her yönüyle halis olan bir dostluk da sadâkattır. Herhangi bir doğruluğa da sadâkat
denir. Sıdkın zıddı, kizb = yalandır. Sadâkatin zıddı da hıyanettir, istikametten mahrumiyettir.
İnsanlara sıdk ve sadâkat yakışır. Yalancı bir kimseyi ne ALLAH Teâlâ sever, ne de başkaları.
Yalan haramdır. Yalancı bir kimsenin insanlık bakımından hiç bir kıymeti olamaz.
Söylediği yalan sözleriyle halkı aldatan, yaptığı hileler, aldatmalar ile ötekini berikini kandırmaya
çalışan kimse, pek büyük bir günah-kârdır. Bir hadis-i şerifte buyurulmuştur ki:
"Bize hıyanet eden, bizden değildir. Mekr ve Hud’a (hile - tuzak) denilen şeyleri yapanlar
5cehennemdedirler."
Kısacası, insanın sözü de, özü de doğru olmalıdır. Doğru olma-yanlar için saâdet kapıları
kapalıdır. İslamiyet gibi hikmet ve hakikat esasları üzerine kurulmuş bir dinde doğruluğa aykırı bir şey,
asla yer bulamaz.
60-
= Salâh: İyi hal, her hayrı bulunduran faziletlerin top-lanmasından meydana gelen
yüksek bir sıfattır. Zıddı fesattır, fücurdur. Bir millet, kendi fertlerinin salâhına çalışmalıdır, çalışmazsa
fesat erba-bının elinde esir olur. Bir müslüman, dinî ve dünyevî vazifelerini bilip güzelce tatbik
etmedikçe, iyi hal sahibi olamaz.
61-
= Sıla-i rahim: Akrabayı arayıp sormak, akrabanın kusurlarını affetmek,
muhtaç olanlarına yardımda bulunmaktır. Akraba ile görüşmek, sohbette bulunmak, kendilerine selâm
veya hediye gön-dermek, sıla-i rahim sayılır. Yakın olan akrabayı mümkün ise, bulun-dukları beldelere
gidip görmek, uzak akraba ile de mektuplaşmak lâzımdır. Zıddı kat’i rahimdir ki akrabayı unutup
terketmektir. Böyle bir hareket müslümanlığın tavsiye ettiği ailevî, sosyal vazifelere aykırıdır. Bir
hadis-i şerif:
1"Sıla-i rahim, ömrü uzatır, artırır." meâlindedir.
62-
Salâbet: Metanet, mukaddes şeyleri korumak husu-sunda insanın sahip olduğu
kalp kuvveti demektir. Zıddı lâubalilik, inanç gevşekliğidir.
Salâbet, pek kıymetli bir haslettir. Bazen salâbet yerinde "taas-sub" tabiri de kullanılır. Taassub,
esasen âdetlerde, törelerde, maddî ve manevî diğer hususlarda fazla sebat ve taraftarlık göstermek
demektir. Bu sebeple iki türlüdür. Biri, meşru taassubtur ki, akla uygun âdetlere, inançlara karşı
gösterilen sebattır. Bu pek güzeldir. Diğeri ise, batıl, faydasız töreler, modalar, fikirler ve yapılıp
yapılmamasında dinî bir mahzur bulunmayan hususlar hakkında gösterilen taassubtur ki, bu pek
kötüdür. Ne yazık ki bir takım kimseler bu ikinci kısma dahil bir çok esassız şeylere dört elleriyle
sarıldıkları halde, mukaddes şeylere, dinî emir ve yasaklara sarılan kimselere bir kusur olmak üzere
taassub isnat etmekten kendilerini alamazlar. Bu bir tersine görüş neticesidir. Bundan kaçınılmalıdır.
Hakkı hak, batılı da batıl görmeye çalışmalıdır.
63-
Zarafet: İncelik, kibarlık, zekâya uygun, hoş gelen sözler ile, işler ile vasıflanma
melekesi demektir. Zıddı, kabalık denilen bir halettir ki, ruhlar üzerinde pek fena tesir yapacağı için kötüdür.
Tabi zarafetler, esasen haddi aşmamak şartı ile güzeldir. Fakat her işte, her sözde bir zarafet göstermeye
çalışmak, ağır başlılığa da, ciddiyete de aykırıdır, hafiflikten ibarettir. Bu sebeple bu hususta orta halden
ayrılmamalıdır.
64-
= Adl, adalet: Hakka yönelmek haksızlıktan kaçınmak, her hakkı hak sahibine
vermeye çalışmaktır. Zıddı zulüm-dür, gadrdır, insafsızlıktır.
Dünyanın bütün nizam ve intizamı adalete bağlıdır. ALLAH Teâlâ Hazretleri bize adaletle
emrediyor. Bu sebeple insan, her hareketini bir ölçü, bir adalet dairesinde yapmaya çalışmalıdır.
Vazifesinde adalete riayet etmeyen bir insan, kendisine de vatanına da, bütün insanlığa da fenalık etmiş
olur. Herhangi bir hakkın zayi olmasına veya tehirine sebebiyet vermek bir zulümdür. Herhangi
kimseden haksız yere bir şey almak zulümdür. Herhangi insana veya hayvana haksız yere eziyet
vermek de bir zulümdür. Zulmün neticesi ise, azaptır, felâkettir. Bir hadis-i şerifte:
2" Mazlumun bedduasından sakın. Çünkü o beddua ile Hak Teâlâ arasında perde yoktur."
buyurulmuştur.
65-
= Azm: Bir işe kesin bir şekilde niyet etmek, bir işi yapmaya kalbi bağlayarak
yönelmektir. Zıddı, tereddüt ve ihmaldir. Meşru gayeler uğrunda azimli olmak bir meziyettir. Bir âyet-i
kerîme şu mealdedir:
"Azm edince de ALLAH’a tevekkül et, artık tereddüt etme. Şüphe yok ki ALLAH Teâlâ, tevekkül
3edenleri sever."
66-
= Aşk: Fazla sevgiden, ilgiden, birşey hakkında kalbin pek fazla alâka ve cazibe göstermesinden ibarettir. İnsanlar, maddeten veya manen güzel, lezzetli buldukları şeylere karşı
kalblerinde bir meyil duyarlar. Bu meyil, ölçülü olursa "muhabbet", pek kuvvetli olursa "aşk" adını
alır. İnsanlar, hoşlarına gitmeyen şeylere karşı da bir "nefret" duyarlar. Bu nefret ölçülü olunca
"buğz", pek kuvvetli olunca da "makt" adıyla anılır.
Mukaddes şeylere karşı olan meylin bir aşk derecesinde bulun-ması pek güzeldir. Fakat fani
varlıklara, güzelliklere karşı aşk dere-cesinde olan meyil, kalbin zafiyetinden, düşüncenin
noksanlığından ileri geldiği için kötüdür.
Mukaddes şeyler hakkındaki aşka: "aşk-ı hakikî", "aşk-ı rah-mani" denir. Fani, nefsani şeyler
hakkındaki aşka da "aşk-ı mecazî", "aşk-ı himarî" denilir. Bu sebeple bu ikinci kısımdan kaçınmak
her mütefekkir, yüksek himmetli insan için bir vazifedir.
67-
= İsmet: Masumluk, günahlardan kaçınmak melekesi-ne sahip olmak, Hak
Teâlâ’nın korkusuyla bütün çirkin şeylerden berî bulunmak demektir. Fena şeylerden uzak bir durumda
bulunmak da ALLAH Teâlâ’nın bir koruması olduğundan bir ismet sayılır.
İsmetin zıddı, mücrimlik, günahkârlık halidir. İnsanın asıl güzel-liği, şerefi, sahip olduğu ismet
sayesindedir.
68-
= İffet: Namus, haramlardan kaçınmak, nefsi hayvanî arzulardan menetmek melekesi
demektir. Zıddı fuhuştur. Namusa aykırı harekettir.
Ruhların temizliği iffet iledir. İffetsiz bir şahıs, zehirli mikroplar-dan daha zararlı bir yaratıktır,
kendisinden mutlaka uzaklaşmak lâzımdır. Nebiyyi Zişân Efendimiz (S.A.V):
1"Yarabbi. Ben senden, dünyam, dinim, ehlim ve malım hakkında iffet dilerim." diye dua
buyurmuştur.
69-
= Afv: Bağışlamak, suçtan geçmek, günahkâr kimse hakkında müstehak olduğu cezayı
bir lûtuf olarak terketmek manası-nadır. "Safh" da bir meseleden dolayı göz yummak, başa
kakmamaktır ki af ile beraber kullanılır.
Af ve safhın zıddı, intikamdır, cezalandırmaktır. İntikam ki, acı çıkarmak, fena bir muameleye
karşı kalbini rahatlatmak için diğer bir fena muamelede bulunmaktan ibarettir, bazı şartlar dairesinde
caiz ola-bilir. Fakat af ile muamele yapmak şüphe yok ki daha iyidir. Affın zevki, intikamın zevkinden
daha fazladır. Bir hadîs-i şerifte:
2"ALLAH Teâlâ, bir kula af sebebiyle izzetten başka birşey arttır-maz." buyurulmuştur.
Bir şahsa karşı kalben tutulan bir buğz ve öfke ve zarar vermek arzusuna da "kin" denilir ki, bu
da çok kere insanlığa layık olmaz. Yalnız mukaddes şeylere düşman olanlara karşı kalpte ebedî bir kin
ve düşmanlık beslenmesi icabeder.
70-
=Ahd: Söz vermektir. Riayet edilmesi lazım gelen muka-vele(sözleşme)ye de ahd
denir. Ahde riayet, yapılması gerekli bir vazi-fedir. Ahde vefa etmemek bir zulümdür. İnsanlar
ahidlerinde, sözle-rinde durmalıdırlar, bunlardan mesuldürler. Verilen bir sözde meşru bir sebep
olmaksızın durmamak, insanın kıymetini ayaklar altına alacak derecede bir noksanlıktır. Bir hadis-i
şerîfte:
3"Ahdin güzelliği, yani ahde lâyıkıyla riayet edilmesi imandan-dır." buyurulmuştur.
71-
= Fazl, fazilet: Üstünlüğe, kerem ve ihsana, ilim ve marifete "fazl" denir.
İlim ve irfan itibariyle olan yüksek dereceye ve ahlâkî vazifelere riayet melekesine de "fazilet" denilir.
Fazlın zıddı, kötülük, cimrilik-pintilik, cehalettir. Faziletin zıddı da rezalet, adilik-alçaklıktır. Faziletin
çoğulu "fezail"dir. Hikmet, adalet, şecaat ve iffet sıfatlarına "fezail-i asliye" adı verilmiştir ki,
bunlardan bir çok faziletler, doğar. İnsan fazl ile, fazilet ile vasıflanmalıdır, insanın şerefi ancak bu
sayede temin edilmiş olur.
72-
= Fütuvvet: Yiğitlik, insanın şerefi, kerem ve seha (cömertlik), dostların kusurlarına
karşı bağışlama ile muamele demek-ir. Zıddı korkaklık, zillet, cimrilik, öfkedir. Fütuvvet, sahibini dine
ve mürüvvete aykırı hallerden korur, fedakârlığa, yardımseverliğe sevke-der. Bu sebeple fütüvvetle
vasıflanmaya çalışmalıdır.
73-
= Feraset: Zihin uyanıklığı, bir şeyi çabukça anlayış kabiliyeti, bir insanın ahlâkını, kabiliyetini
yüzünden anlamak melekesi demektir.
Feraset, iki türlüdür. Biri, bir nevi ilham eseridir ki, sebebi bilin-meksizin meydana gelir. Diğeri,
bir kazanma eseridir ki, muhtelif tabiatlara vakıf olmak sebebiyle meydana gelir.
Ferasetin zıddı, ahmaklıktır, zekâdan mahrumiyettir. Ferasetli kimselerin huzurlarında uyanık
bulunmalı, edebe, fazilete aykırı şey-lerden kaçınmalıdır. "Müminin ferasetinden sakınınız. Çünkü o,
1Allah'ın nuruyla bakar." buyurulmuştur.
74-
= Kadirdanlık: Herkesin mertebesini bilip hakkında ona göre muamele
yapmaktır. Zıddı kadirnâşinaslıktır. Sosyal hayatta kadirdanlığın büyük bir ehemmiyeti vardır. Kadir
bilen milletler ara-sında ilim ve hüner sahipleri çoğalır, kadir bilmeyen milletler de bilgiden, marifetten
mahrum kalırlar. Bir hadis-i şerifte:
2" İnsanları mertebelerine indiriniz, yani herkese mevkiine göre muamele yapınız."
buyurulmuştur.
75-
= Kanaat: Kısmete razı olmak, yemek, içmek, gibi hususlarda iktisad, ölçülü olma
dairesinde hareket etmektir. Zıddı israf-tır, saçıp savurmaktır, ihtirastır, aç gözlülük ile âdi bir hırstan
ibarettir.
Kanaati yanlış anlamamalıdır. Kanaat, mutlaka az ile yetinip tem-bellik içinde yaşamak değildir.
Bilakis hırslı hareketlerden kaçınmak, başkalarının nimetlerine göz dikmeyip hakkına razı olmak, bir
gönül huzuruyla yaşamaktır. Birçok hırsızlıklar, cinayetler kanaatsizliğin bir neticesidir. Bir hadîs-i
şerifte:
3"Kanaat, tükenmez bir hazinedir." buyurulmuştur.
Gerçekten kanaatli bir kimse, işini yoluna koyar, başkalarına muhtaç olmaz, hazinelere sahipmiş
gibi müreffeh, şerefli bir halde yaşar. Diğer bir hadîs-i şerifte:
4"Kanaat eden azîz, aç gözlü olan da zelil olur." mealindedir.
Herhangi bir hususta belli miktarı geçmek bir "israf" tır. Bir şeyi boş yere dağıtmak, lâyık
olmayan yerlere sarfetmek bir saçıp savur-madır. Bir şeyin elde edilmesini adice, cimrilikle karışık bir
tarzda iste-yip durmak da bir "tama"dır ki bunlar mutlaka kötü hasletlerdir. "Hırs"a gelince, bu da bir
şey hakkında gösterilen fazla bir rağbet ve meyilden ibarettir ki, iki türlü olur. Biri, âdi şeyler
hakkındaki hırstır ki kötüdür, kalbin fakirliğinden, zafiyetinden ileri gelir. Diğeri ise, yüksek, güzel
şeyler hakkındaki hırstır ki, iyidir. Ruhun yüksek bir iradesine, yüceliğine delâlet eder.
76-
= Kerem: Cömertlik, şan ve şeref, kıymetli şeyleri kolaylıkla, gönül hoşnutluğu ile
vermek demektir. Zıddı, cimriliktir.
Kerem, yüksek fıtratta yaratılmış insanlara mahsus bir meziyettir.
77-
= Lûtuf: İyilik, güzellik, yumuşaklıkla, okşayışla mu-amele demektir ki, insanlık
nişanesidir. Zıddı zulümdür, kaba, sert mu-ameledir ki, insanlığa yakışmaz.
Yaratılanlar hakkında gösterilen lütuf ve kerem, yaratanın muvaf-fak kılmasına, yardımına
kavuşmaya bir vesiledir.
78-
= Lâtife, mizah: Şaka ve hoş nükteli söz demektir. Zıddı, ciddiyettir. Sırf bir
eğlence, bir iltifat olmak için yapılan ve hiç bir kimsenin hatırına dokunmayan latifeler caizdir. Yeter ki
lâtif olsun, lüzumundan fazla olmasın.
Latifenin çokluğu, gülmeyi artırır, kalbi öldürür, heybeti giderir, düşmanlığa sebep olur. Bir
hadis-i şerîfte şöyle buyurulmuştur:
"İnsan bir söz söylerken bununla yanında bulunanlar gülüşür de, kendisi Süreyya yıldızından daha
1uzağa uçar gider." Yani şeref ve heybeti kaybolur. Bu sebeple o gibi latifelerden çekinmelidir.
79-
= Mübahat: Övünme, iftihar etme, maddî veya manevî bazı sebepler, vasıflardan
dolayı iftiharda bulunmak demektir. Takdire lâyık, yüce şeylere mensup olmaktan dolayı mübahatta
bulunmak caizdir. Fakat herhangi fani bir varlıktan dolayı mübahatta bulunmak, kendisini görmek, asla
caiz değildir. Böyle bir hale "ucb", "gurur", "cahilane tefahur" denilir ki pek kötüdür.
Bir hadîs-i şerifte:
2" Üç şey helak edicidir: Fazla cimrilik, uyulmuş heva, insanın ken-disini görüp beğenmesi."
buyurulmuştur.
80-
= Metanet: Esasen sağlamlık, dayanıklık manâsınadır. Istılâhda: "İnsanın fikrinde
sabit, azminde kuvvetli, inancında köklülük sahibi olması demektir. Zıddı zaafiyettir, gevşekliktir. Hak
uğrunda metanet göstermek kıymetli bir tabiat işidir.
81-
= Medh: Övmek, irade ile yapılan güzel işlerden dolayı dil ile yapılan övme demektir.
Zıddı zemdir, yani birinin aleyhinde fena sözler söylemek, onun kötü hallerini meydana koymaktır.
Medhe lâyık kimseleri medhetmek, toplum arasında faziletin, ol-gunluğun artmasına sebep
olabileceği için güzeldir. Fakat medhe lâyık olmayanları medhetmek, hakikata muhalif, tabiata aykırı,
başkalarını aldatmaya sebep olacağı için pek kötüdür. Bir hadis-i şerifte:
3"Onu bunu medhedip duranları görünce yüzlerine toprak saçı-nız." buyurulmuştur. Gerçekten
şahsî bir menfaat düşüncesiyle lâyık olmayanları medhe kalkışanlar, böyle bir muameleye
müstahaktırlar. Herhangi bir kimseyi haksız yere kötülemek de haramdır.
82-
= Müdara, Mümaşat: Yüze gülmek, dıştan dostluk göstermek, insanlara
karşı güzel muamelede bulunmak, başka-larının fikirlerine uyarcasına hareket etmek ve barış, iyilik
üzere dur-maktır. Meşru şekilde yapılan mudara güzeldir, muvaffak olmaya bir sebeptir. Bir hadis-i
şerifte:
4"İnsanlara mudara bir sadakadır." buyurulmuştur. Diğer bir hadis-i şerif de:
"
1"Ben farzlar ile emrolunduğum gibi insanlara mudara ile de emrolundum." meâlindedir.
Fakat güzel bir akıbet düşüncesiyle olmaksızın herhangi bir kim-senin sadece mevkiinden veya
servetinden dolayı yüzüne gülmek, kendisine müdarada bulunmak pek kötüdür. Böyle bir hale
yaltaklan-mak, dalkavukluk, yağcılık denir ki, insanlığa asla yakışmaz, dinen yasak, aklen kötüdür.
83-
Muhabbet: Sevgi, dostluk ve kendisinden lezzet duy-duğu şeye ruhun
meyletmesi demektir. Zıddı buğzdur, düşmanlıktır.
Muhabbetler, iki türlüdür. Biri tabii ve yaratılıştan olan muhab-bettir, insanın evlâdına karşı olan
sevgisi gibi. Diğeri kazanılmakladır. İnsanın kendisinde olgunluk gördüğü bir insanı sevmesi gibi.
Muhabbetler diğer bir bakımdan da iki türlüdür. Biri sebebi yok olan muhabbetlerdir. Bir kimseyi
sadece dünyalığından dolayı sevmek ki, o dünyalık aradan kalkınca muhabbet de aradan kalkar. Diğeri,
sebe-bi yok olmayan muhabbetlerdir. Herhangi bir şahsı sadece ALLAH için sevmek gibi. Bu türlü
muhabbetler devam eder, işte ahlâkça bir fazilet sayılan muhabbetlerden maksad da bu türlü sevgilerdir.
Bir hadis-i şerifte:
2"ALLAH Teâlâ’ya amellerin en sevgilisi, ALLAH için muhabbet, ALLAH için buğzdur."
buyurulmuştur. Bu sebeple insan, ALLAH Teâlâ’nın sevdiği şeyleri sevmeli, sevmediği şeyleri de
sevmemelidir.
84-
= Merhamet, Rahm: Esirgemek, acımak, şefkat göstermek, çaresiz
kimselerin hallerine kalben acıyarak kendilerine yardımda bulunmak demektir. Merhamet, temiz
ruhların bir süsüdür. Yalnız insanlara değil, hayvanlara da merhamet etmelidir. Bir hadis-i şerifte:
3"Yerde olanlara merhamet ediniz ki, size de gökte olanlar merha-met etsinler." buyurulmuştur.
85-
= Mürüvvet: Erkeklik, insanlığa uygun olan şeyi yapmak, güzel görünen şeyleri alıp
kötülenmeye sebep olan hallerden kaçınmak demektir. Zıddı namertliktir. Açıkça yapılmasından uta-
nılacak bir şeyi gizlice de yapmamak bir mürüvvet eseridir. Görülen bir iyiliği unutmamak ve fırsat
düşünce karşılığında iyilik yapmak da bir mürüvvet eseridir.
86-
= Müşavere: Danışma, bir hususun hayırlı olup olma-dığını anlamak için münasip
görülen kimse ile fikir alışverişinde bulun-mak demektir. Zıddı kendi bildiğine gitmek, kendi başına iş
yapmaktır.
Müşavere bir sünnettir, insan, müşavere neticesinde aydınlanır, hatırına gelmeyen şeyleri hatırlar,
ihtiyatlı bir tarzda hareket etmiş olur. Hodrey olan, yani yalnız kendi görüş ve fikriyle iş gören kimse
ise, çok kere pişmanlık çeker. Bir hadis-i şerif:
4"İstişare eden zarar görmemiştir." meâlindedir. Şu kadar var ki kendisiyle müşavere edilecek
şahıs, doğru sözlü, tecrübeli, kararsızlık-tan, gururdan beri, düşünceden, kederden uzak bulunmalı ve
kanaatini olduğu gibi söylemekten çekinmemelidir.
87-
= Muavenet, taavün: İnsanların birbirine yar-dımda, hizmette bulunmaları
demektir. İnsanlar, daima birbirinin yardı-mına muhtaçtırlar. İnsan, elinden gelen yardımı
akrabasından, dostlarından, vatandaşlarından esirgememelidir. Şu kadar var ki yar-dımlar, meşru
hususlarda olmalıdır. Meşru olmayan hususlardaki yardımlar birer günahtır, birer zarardır. Netekim
Kur’an-ı Kerim’de:
5"Birbirinize ihsan ve takva üzere yardım ediniz, günah ve düş-manlık üzere yardım etmeyiniz."
diye buyurulmuştur.
88-
= Minnet: İyilik etmek manasına geldiği gibi, yapılan iyilikleri birer birer sayarak başa
kakmak manasına da gelir. Bu ikinci manaya olan minnet, fena bir haslettir, yapılan iyilikleri mahveder.
Nitekim bir âyet-i kerîmede:
1“Ey müminler sadakalarınızı minnetle, eziyet vermekle iptal et-meyiniz." buyurulmuştur. Ancak
iyilik edilen kimse nankör olursa o halde ona karşı minnet etmek, uyanmasına, nankörlüğe son
vermesine belki sebep olur diye caiz görülebilir.
89-
= Namus: Irz, iffet, edep, haya, emniyet ve istikamet gibi faziletlerin tamamından
oluşan pek kıymetli bir haslettir. Şeriata, kanuna da namus denir. Cibril-i Emin’e "Namus-u ekber"
denilmiştir. Namusun zıddı iffetten, istikametten mahrum bulunmaktır.
Namus, sabit bir hakikattır, onun bunun anlayışına tabi değildir. İslâm ahlâkına, adabına aykırı
olan herhangi bir şeyin namus vasfıyla ilgisi yoktur. Bu sebeple o gibi şeylerden kaçınmak lâzımdır.
90-
= Nifak: İki yüzlü olmak, dil ile imanlı veya dost görünüp kalpte kafirliği veya
düşmanlığı gizlemek manasınadır. Böyle bir insana "münafık" ve "ikiyüzlü" denir. Bir hadîs-i şerifte
2"İki yüzlü olan kimse ALLAH katında bir mevki sahibi olamaz." buyurulmuştur. Bu sebeple
insan, samimî olmalı, dili kalbine, sözü özüne uygun bulunmalıdır.
91-
= Nemime: Söz götürme, koğuculuk yapma, bir kimse aleyhine söylenen sözleri bir
fitne-fesat maksadıyla kendisine ulaştırma demektir ki, pek kötü bir huydur. Bu yüzden nice dostların
arası açılır, nice düşmanlıklar yüz gösterir. Bir hadîs-i şerifte: “Nemmam, koğucu olan, cennete
3giremez.” buyurulmuştur. Yani öyle bir müslüman, azaba müstahak olur, doğrudan doğruya cennete
girmeye lâyık olmaz. Ne büyük tehdid!... Böyle çirkin bir hasletten ALLAH Teâlâ’ya sığınırız.
92-
= Va’d: Söz vermek, söz verilen şey, bir kimsenin ya-pacağına dair söz vermiş olduğu
husus demektir. İnsan, lüzum görül-medikçe bir şeyi vadetmemeli, vadedeceği takdirde “İnşALLAH”
demelidir. Çünkü daha sonra vadini yerine getiremezse, mesul bir durumda kalmış olur.
Bir hadîs-i şerifte: “
” “Va’d borçtur” buyurulmuştur. Bu sebeple va’di yerine
getirmek, bir insanlık vazifesidir.
93-
= Vefa: Verilen sözü yerine getirmek, borcu ödemek, dince ve akılca lâzım gelen
şeyi yerine getirip mesûliyetinden çıkmak demektir. Bu pek şerefli bir vazifedir. Zıddı olan “hulf” yani
sözde durmamak, ahde riayet etmemek ise, haramdır. Eski dostluğu muhafaza etmeye de “vefakârlık”
denir. İnsan, vefalı olmalı, dostlarını, eski hu-kuku unutmamalıdır.
94-
Vakar: Ağırbaşlı olmak, yapılacak işlerde dikkatli ve ihtiyatlı olmaktır. Zıddı,
şiddettir, hafifliktir. Samimî olan vakar, insa-nın kıymetini yükseltir. Bunun alâmeti, dışarıda ve
tenhada müsavi bir hal üzere bulunmaktır. Hafiflik ise, insanın şerefini yok eder.
Vakar, bir kibirlilik hali değildir. Bilakis tefekkürden, şerefi mu-hafaza duygusundan, ilim ile
hilmin kuvvetinden ileri gelir. Hafiflik ise, anlayışsızlık ve az akıllılık nişanesidir. Lüzumsuz yere öteye
beriye bakıp durmak veya gidip gelmek, bazı uzuvları oynatmak, her söze bir ehemmiyetle kulak
vermek, lüzumsuz sualler sormak, sualde ve cevapta acele davranmak, elbiseye, endama lüzumundan
fazla çeki düzen vermek, bunların hepsi bir hafiflik eseridir. Bu sebeple insan, bu gibi hafiflik sayılacak
şeylerden kendisini korumalıdır.
95-
= Himmet: Yüksek bir irade, kalbin bütün ruhanî kuvvetleriyle ALLAH Teâlâ’ya ve
diğer mukaddes gayelere yönelmesi demektir. Zıddı, adi karakterli, basit şeylere rağbet göstermesidir.
İnsan himmetine göre yükselir, “himmetin yüksekliği imandandır”, yüksek gayelere yetişmek arzusu,
büyük bir himmetin nişanesidir.
Daima mirat-ı ulviyyata nasb-ı dikkat et,
Gözlerinden in’ikas-ı nur-i himmet parlasın.
(Daima yükseklerde bulunan aynaya gözlerini dikmeye bak ki, Gözlerinden himmet nurunun
yansıması parlasın.)
96-
= Yüsr: Kolaylık, zenginlik, bir şeyin yapılması veya yapılmaması hususundaki
kolaylık demektir. Zıddı, usrdur, çetinliktir. Müslümanlıkta kolaylık, bir esastır. Resul-ü Ekrem,
(S.A.V) Efendimiz:
1“Müjdeleyiniz, nefret vermeyiniz. Kolaylık gösteriniz, güçleştir-meyiniz.” diye emretmiştir.
Bu sebeple insanların kalplerini sevindirmek, insanların nefretine sebep olacak şeylerden
kaçınmak, insanlara her işte kolaylık göstermek bir esastır.
Bir hadîs-i şerif de:
“Din kolaylıktan ibarettir, din ile galebe yarışına çıkan herhangi bir kimseye din, mutlaka galip
2gelir.” mealindedir.
Artık mukaddes İslâm dininin bütün beşeriyet için rahmet olan bu mübarek mahiyetini güzelce
bilmeli, onun her yönüyle tatbiki mümkün ve kolay olan emirlerine, hükümlerine hakkıyla riayet
etmeli, onun gös-terdiği açık, geniş, nuranî yolu takibe çalışmalıdır. İnsan, ancak bu sayede selâmete,
hidayete, saadete kavuşur. Bizleri böyle yüce bir dine nail etmiş olan Ezeli Mabudumuza, Kerîm
yaratıcımıza ne kadar şük-redecek olsak, yine kulluk vazifemizin yüzbinde birini yerine getirmiş
olamayız. Ancak onun ezelî, ebedî olan dergâh-ı izzetine sığınarak ku-surlarımızın, günahlarımızın
bizlere bağışlanmasını hazîn bir kalp ile, aciz bir dil ile istirham eder, aflarına, keremlerine nail olmayı,
şu aciz, günahkar yalvarma-yakarmalarımızla niyaz eyleriz.
“Bütün hamdü senalar alemlerin Rabbi ALLAH Teâlâ’ya mahsus-tur. Salat ve selam Peygamber
Efendimiz Hz. Muhammed’e, O’nun âli ve ashabı, hepsinin üzerine olsun!”