Dokuzuncu Kitap - Müslümanlıkta Adab-ı Muaşeret

DOKUZUNCU KİTAP  

 

İSLAM AHLAKINA AİTTİR 

 

  

 

İÇİNDEKİLER 

 

 •   Ahlâkın mahiyeti, nevileri ve ahlâk ilmînin kısımları  

•   Ahlâkın ehemmiyeti ve güzelleştirilmesinin mümkün olması 

•   Vazifelerin mahiyetleri ve nevileri 

•   İlâhi vazifeler, şahsî vazifeler, ailevî vazifeler, sosyal vazifeler 

•   Müslümanlıkta adabı muaşeret  

•   Güzel ve çirkin huylar




AHLÂKIN MAHİYETİ, NEVİLERİ VE AHLÂK İLMİNİN KISIMLARI 

1- Ahlâk lâfzı,  hulk lâfzının çoğuludur.  Hulk, insanın ruhundaki “huy” dediğimiz bir meleke, bir 
özellik demektir. Böyle bir meleke, ya hayırlı bir netice verir veya hayırsız, gayrimeşru bir netice verir. Bu 
itibar ile ahlâkî melekeler, güzel  ve  çirkin  diye iki  kısma ayrılır.  Şöyle ki: Güzel melekelere ve bunların 
güzel semerelerine, neticelerine “ahlâk-ı hasene, ahlâk-ı hamide = güzel huylar” adı verilir. Bilâkis çirkin 
melekelere ve bunların çirkin mahsullerine de “ahlâk-ı kabiha = çirkin huylar”, “ahlâk-ı zemime, 
mesaviy-i ahlâk, rezaili ahlâk = kötü ahlâk” denilir. 
Mesela edep, tevazu, kerem, cömertlik birer güzel meleke eseri-dir. Edepsizlik, kibir, cimrilik de 
birer çirkin meleke neticesidir. 
İşte bütün bu melekelerden, bu neticelerden bahseden ilme de “ahlâk ilmi” denilmektedir. 
Ahlâk ilmi, “nazarî ahlâk”, “amelî ahlâk” kısımlarına ayrılır. Na-zarî ahlâk, ahlâkî esaslara, 
kanunlara ait görüşleri, fikirleri gösterir; amelî ahlâk ise, ahlâkî vazifelerin nelerden ibaret olduğunu 
bildirir. 
İnsanlar, hayatlarındaki tatbikat itibariyle nazarî ahlâktan çok amelî ahlâka muhtaçtırlar. Biz de bu 
eserimizde bu amelî kısmından biraz bahsedeceğiz. 
Yalnız şunu arzedelim ki felsefecilerin bir takımı, ahlâk mües-seselerini hazza, zevke, maddî bir 
menfaate, kalbin duygularına veya vazife ve kemal esasına dayandırmak istemişlerdir. Halbuki bunların 
hiç biri ahlâk için kâfi bir dayanak olamaz. Bunlara dayanan ahlâk mü-esseseleri, insanların bu 
husustaki ihtiyaçlarını tatmin edemez. Ancak hakîkî bir dine dayanan ve bu sebeple ilâhî bir mahiyete 
sahip olan bir ahlâk müessesesidir ki, insanların ruhlarını tatmine, yükselmelerini te-mine yeterli olur. 
İşte ALLAH’a hamdolsun bizler, İslâm dini sayesinde böyle yüksek bir ahlâk müessesesine nail 
bulunmaktayız.

AHLÂKIN EHEMMİYETİ VE GÜZELLEŞTİRİLMESİNİN MÜMKÜN OLMASI 

3- Müslümanlık; ahlâka pek büyük bir kıymet, bir ehemmiyet ver-miştir. Zaten müslümanlık; bir 
ahlâk, bir fazilet, bir hikmet dinidir. Hat-tâ Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: “
 “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyurmuştur.
İslam dininde insanların manevî kıymetleri, sahip oldukları ahlâk ile ölçülüdür. Bir hadîs-i şerîfte: 
 "Sizin imanca en güzeliniz, ahlâkça en güzel olanınızdır”  diye buyurulmuştur. Diğer bir hadîs-i 
şerifte: 
 “ALLAH Teâlâ’ya kullarının en sevgilisi, ahlâkça en güzel ola-nıdır.  meâlindedir. Resulü Ekrem 
(S.A.V) Efendimiz: 
 “Yarabbi! Ben senden sıhhat, afiyet ve güzel ahlâk dilerim”  diye dua buyururdu. 
4- İnsanların ahlâkı değişebilir. Çirkin huyları güzel huylara de-ğiştirmeye “tehzibi ahlâk” denir. 
Bu değiştirme, her halde mümkün-dür. Mümkün olmasaydı, Nebiyyi Zişan Efendimiz:  
   Ahlâkınızı güzelleştiriniz” diye emretmezdi.  
Nefisleriyle mücadele eden bir nice zatların ne güzel huylar ka-zandıkları daima görülmektedir.

Riyazet, terbiye; hayvanlara, otlara, çi-çeklere, hatta taşlara tesir edip dururken insanlara tesir etmez 
mi?. “Huy canın altındadır, can çıkmadıkça huy çıkmaz” sözü her yönüyle doğru değildir. Gerçi bazı 
huyları değiştirmek güçtür. Fakat imkansız değildir. Tedavi sayesinde bazı hastalıklar, tesirsiz bir hale 
geldiği gibi, terbiye ve mücadele sayesinde de bazı huylar, hiç olmazsa tesirini gösteremez bir hale 
gelir, güzel huyların karşısında siner, kalır. 

VAZİFELERİN MAHİYETLERİ VE NEVİLERİ 

5- Vazife, yapılması dinen mecburî olan veya tavsiye buyurulan herhangi bir hayır, bir kemal, bir 
güzel  şey demektir. Bu tarife göre vazifeler, iki nevidir. Bir nevi; dince mecburi olan vazifelerdir ki, 
bunları yapmamak mutlaka mes’ûliyeti, azabı gerektirir. Namaz, oruç, zekât gibi. Diğer nevi; dinen 
mutlaka mecbur olmamakla beraber teşvik edilip tavsiye buyurulan ahlâkî, tercih etmeye bağlı 
vazifelerdir ki, bunlara riayet edilmesi, bir meziyyettir, bir kemaldir, insanın sevaba ve övgüye nâil 
olmasına bir vesiledir. Yapılmaması ise, bir eksiklik olmak-la beraber, mutlaka bir sorguyu, bir azabı 
gerektirmez. Nafile kılınan namazlar, fakirlere verilen sadakalar, insanlara karşı yapılan güzel, nazikâne 
muameleler gibi.  
6-  İnsanlara ait bütün vazifeler, İslâm dininin çerçevesi içinde bulunmaktadır. Bunlardan 
yapılması dinen mecburi olan vazifeleri, ki-tabımızın ibadetlere ait kısmında yazmış bulunuyoruz. Bu 
ahlâk kıs-mında ise, en fazla ahlâkî ve tercihe bağlı vazifelerden bahsedeceğiz. 
7- Vazifeler, diğer bir bakımdan başka bir taksime tabi bulun-maktadır. 
Şöyle ki vazifeler, ya sadece ALLAH Teâlâ için yapılır, veya insanın kendi şahsına veya ailesine karşı 
yapılır, veyahut topluma karşı yapılır. Bu itibar ile de vazifeler, ilâhî, şahsî, ailevî ve sosyal nevilerine 
ayrılır. 

İLÂHÎ VAZİFELER 

8-  Her akıllı ve büluğ çağına ermiş olan kimse, ALLAH Teâlâ Hazretlerini bilip ona kullukta 
bulunmakla mükelleftir. Bir insan için bu kulluktan daha büyük bir nimet, bir şeref olamaz. Biz evvelâ 
büyük yaratanımızın varlığını, birliğini, kudret ve azametini, mukaddes emir-lerini ve yasaklarını bilir, 
tasdik ederiz. Bunlar bizim birer itikadî va-zifelerimizdir. Sonra da namaz, oruç, zekât, hac gibi sırf 
bedenî veya sırf malî veya hem bedenî hem malî olan ibadetler ile mükellef bulun-duğumuzu bilir, 
bunları seve seve yaparız, bunlardan feyiz alır, büyük zevkler duyarız. Bunlar da bizim birer amelî 
vazifelerimizdir. 

9-  İslâm yurdunu muhafaza ve müdafaa da ilâhi bir vazife de-mektir. Cihad, İslâm vatanını 
müdafaa, bazen farzı kifaye, bazen de farzı ayın olur. Kat’î bir zaruret bulunmadığı halde İslâm 
ordusuna ka-tılmakla cihada, İslâm vatanını muhafazaya gönüllü olarak iştirak et-mek, ilâhî, vatani bir 
ahlâk vazifesidir. 
Dine, İslâm varlığına hizmetten daha büyük ne olabilir? Bir hadis-i şerifte:    
  
 “Müşrikler ile mallarınızla, nefislerinizle ve dillerinizle cihad edi-niz.”  diye buyurulmuştur. Bu 
sebeple ALLAH yolunda cihad, beden ile olacağı gibi para ile, dil ile de olabilir. 
Bir hadis-i şerifte de: "
 “Şüphe yok ki cennetin kapıları kılıçların gölgeleri altındadır”  di-ye buyurulmuştur. 
İşte bütün bunlar müslümanlıkta askerliğin, dine, vatana hizmetin ne kadar kıymetli olduğunu 
göstermeğe kâfidir. Ne mutlu İslâm erleri-ne, İslâm kahraman mücahidlerine! 
10-  Nefis ile mücadele de en büyük bir cihaddır. Bu sebeple en mühim ilâhî bir vazifedir. Nefsini 
İslâmiyetin verdiği bir terbiye dairesinde korumayan kimse, ne kendisine ne de yurduna hakkıyla hizmet 
edemez. Yüksek fedakârlıklar, yüksek bir İslâm terbiyesi sayesinde meydana gelir. Buna tarihi hâdiseler 
şahittir. Bunun içindir ki, Resulü Ekrem (S.A.V) Efendimiz bir gazadan döndükten sonra Ashab-ı 
1Kiram’ına hitaben: “Biz küçük bir cihaddan büyük bir cihada dönmüş bulunmaktayız.”  buyurarak nefis ile 
olan mücadeleye işaret buyurmuşlardı. 
11-  Bir takım nafile ibadetler de birer ilâhi vazifedir. Meselâ biz ALLAH Teâlâ’nın rızasını 
kazanmak için nafile namaz kılar, oruçlar tutarız, kalblerimizin nurlanması için vakit vakit Kur’an-ı 
Kerim oku-ruz, imanımızın nurunu artırmak için ezeli mabudumuzun, mukaddes isimlerini zikrederiz, 
uyanık bir ruha sahip olmak için yüce yaratı-cımızın büyüklüğünü, eseri olan kainattaki yüksekliği 
düşünür, tefek-küre dalarız. İşte bütün bunlar birer ilâhî vazifedir.
ŞAHSİ VAZİFELER 
12- İnsanlar, kendilerine karşı da bir takım vazifeler ile mükel-leftirler. Bu vazifelerin bir kısmı 
bedenlerine, bir kısmı da ruhlarına ait-tir. Başlıcaları şunlardır: 
1-  Beden Terbiyesi: Öyle ki her insan için maddi ve manevi temizliğe dikkat ederek zinde bir 
vücuda sahip olmak lâzımdır. Bir hadis-i şerifte: “Kuvvetli olan bir mümin, zayıf olan bir müminden 
2hayırlıdır”  buyurulmuştur. 
2-  Sağlığı korumak: Sağlık büyük bir nimettir. Bu sebeple sağ-lığa zararlı  şeylerden kaçınmak 
ve lüzum görüldükçe tedaviye ehem-miyet vermek lâzımdır. Bir hadis-i şerife göre: Ölümden başka hiç 
3bir hastalık yoktur ki tedavisi mümkün olmasın, yeter ki ilâcı elde edilsin.”
3-  Zararlı perhiz ve rejimlerden kaçınmak: Müslümanlıkta ruhbanlık yoktur. Geceli ve 
gündüzlü aç durmak, helâl şeylerden nefsini büsbütün men etmek caiz değildir. 
İslâmiyetin emrettiği ibadetler, az yeme ve içmeler, normal bir halde olup hayatın gelişmesine 
pek fazla elverişlidir. Bunların aksine olan hareketler ise, hayata tesir edeceği, tembelliğe sebep olacağı 
için caiz olamaz. Bir hadis-i şerifte: 
 4“Nefsin senin metiyyen = bineğindir, artık ona merhamet ile muamele yap.”  buyurulmuştur. 
4-  Vücudu harap edecek şeylerden sakınmak: Müslümanlıkta içki haramdır. Herhangi bir uzvu 
kesin bir gerekçe bulunmaksızın kesmek haramdır. İntihar denilen cinayet de haramdır. Çünkü bunlar Hak 
Teâlâ’nın insana bir atiyyesi-ihsanı, bir emaneti olan hayata sui-kast demektir. Bu sebeple bu gibi haram 
olan  şeylerden kaçınmak  şahsî bir vazifedir. Aksi takdirde insan birçok pişmanlıklardan, azaplardan 
kurtulamaz. 
5- İradeyi kuvvetlendirmek: İnsan sağlam-güçlü bir irade sahibi olmalıdır. Faydalı şeyleri bilip 
yapmalı, faydasız  şeyleri de sadece onu bunu taklit etmek hevesiyle yapmamalıdır. İnsan bir kanaata, 
bir seciyeye sahip bulunmalı, hakkı kabul etmeli, haksız zararlı bir şeyi de herhangi bir menfaat ve 
başka birşey düşüncesiyle geçerli kılmaya çalışmamalıdır. Böyle bir hafiflik insana yakışmaz. 
6-  Aklı, zihni ilim ve irfan nurlarıyla aydınlatmak, kalbde faydalı, yüksek duyguları 
uyandırmak: Müslümanlıkta ilim ve ma-rifet tahsil ederek aklı ve zihni nurlandırmak pek mühim bir 
vazifedir.  İnsan akıllıca yaşamalı, daima hakikat arkasından koşmalıdır. Yanlış fi-kirlerden, aldatıcı 
sözlerden, yaldızlı muhakemelerden, zararlı töreler-den, batıl inançlardan, adi duygulardan 
kaçınmalıdır. Bir hadis-i şerifte:  
  
 “İnsanın dayanacağı şey aklıdır, aklı olmayanın dini de yoktur.”  buyrulmuştur.  

AİLEVÎ VAZİFELER 

13-  Aile hayatı, bir toplumun başlangıcıdır. Müslümanlıkta aile teşkilâtı pek önemlidir. Aile 
fertleri, başlıca karı ile kocadan ve bunların çocuklarından ibarettir. Bunların karşılıklı vazifeleri ise, 
şunlardır: 
1-  Kocanın başlıca vazifeleri: Hanımı ile güzel geçinmek, onu himaye etmek, onun nafakasını 
temin ederek, kendisine sadakattan ay-rılmamaktır. Bir hadis-i şerifte: 
 1“Sizin hayırlılarınız, kadınları hakkında hayırlı olanlarınızdır.”  buyurulmuştur. 
Diğer bir hadis-i şerifte de: 
2“Kadınlara ancak kerim olanlar ikram, kötü olanlar da ihanet eder.”  buyurulmuştur.  
2-   Kadınların başlıca vazifeleri: Kocasının meşru emirlerini tutmak, onun namusunu, 
haysiyyetini koruyup haline kanaat etmek israftan kaçınmak, ev hanımı olacak bir vaziyette 
bulunmaktır. Mes’ud bir halde yaşamanın birinci yolu budur. 
3- Çocukların babalarına, analarına karşı başlıca vazifeleri: Onlara hürmet ve itaat etmektir, 
kendilerinin hayatlarına vesile olan, kendilerini senelerce bir muhabbet ve şefkatla kucaklarında 
beslemiş bulunan babalarına, analarına karşı “of” demeleri bile caiz değildir. Ba-basına, anasına 
bakmayan, onların meşru emirlerini dinlemeyen, on-ların îhtiyaçlı zamanlarında yardımlarına 
koşmayan bir çocuk hayırlı evlât olmak şerefinden mahrum kalır, toplumun fertleri arasında kıy-metli 
bir uzuv sayılamaz, Hak Teâlâ’nın azabına müstehak olur. 
Babalar hürmet, analar da yardım etmek bakımından önceliklidir. Bununla beraber ananın hakkı, 
babaya göre iki kattır. Bir hadis-i şerifte: 
 3 “Cennet anaların ayakları altındadır” buyurulmuştur.
Hayırlı çocuklar, yalnız babalarına değil, belki onlardan sonra on-ların dostlarına, kabirlerine de 
hürmette kusur etmezler. Çünkü bu hür-met de babaya, anaya hürmet kısmındandır. 
4-  Babaların ve anaların çocuklarına karşı başlıca vazifeleri: Dünyaya gelmelerine sebeb 
oldukları bu yavrularını güçleri yettiği öl-çüde beslemek, terbiye etmek, okutup bir kazanç yoluna 
sevketmektir. 
Baba ile ana, çocuklarına karşı eşit derecede davranmalı, çocuk-ları bakıp okşamak hususunda 
eşit tutmalıdır ki, aralarında bir gücenme, bir rekabet duygusu meydana gelmesin. 
Ana ile baba, çocuklarına merhamet ile muamele yapmalı, kendi-lerini isyana sevk etmeyecek 
tarzda terbiyeye çalışmalı ve kendilerine karşı güzel bir fazilet örneği halinde bulunmalıdırlar. Dokuz 
yaşına gi-ren çocuklarını kendi yataklarından ayırmalı, on üç yaşına girdikleri halde namaz kılmayan 
çocuklarını hafifçe dövmeli, on altı yaşına giren çocuklarını da mahzur yok ise, evlendirmeye 
çalışmalıdır. Salih çocuk-lar, Hakk’ın birer kıymetli ihsanı demektir. 
5-  Kardeşlerin başlıca vazifeleri: Birbirini sevmek, birbirine yardım edip hürmet ve şefkatta 
bulunmaktır. Kardeşlerin aralarında pek kuvvetli bir bağlılık vardır. Bunu daima korumalıdır. Hele büyük 
kardeşler, baba ve ana yerindedirler. Bunlara karşı büyük bir saygı göstermelidir. 
Maddî bir menfaat yüzünden birbirine düşman kesilen kardeşler, iyi ruhlu kimseler sayılmaya 
layık olamazlar. Birbirine tutkun olan kar-deşler, hayatta daima muvaffak olurlar. 
Şunu da ilâve edelim ki hizmetçiler de aile efradından sayılırlar. Bunlara karşı da lütuf ile, gönül 
alıcı muamelede bulunmalıdır, kendile-rine güçleri yetmeyecek işleri yüklememelidir. 
Hizmetçiler de insanlık bakımından efendilerine müsavidirler. Bunların da mümkün mertebe terbiyelerine, 
güzelce yaşamalarına bakmalıdır, kusurlarını affederek kendilerini güzel bir tarzda ıslaha çalışmalıdır.

SOSYAL VAZÎFELER

 14- Malûmdur ki, insanlar yaratılış itibarıyla medenîdirler, toplu bir halde yaşamak ihtiyacındadırlar. 
Bunun için aralarında karşılıklı bir takım vazifeler bulunur, bunlara riayet edilmedikçe toplum hayatı devam 
edemez, hiç bir işte intizam bulunamaz. Bunların başlıcaları şunlardır: 
1- Toplum fertlerinin hayatına riayet: Her insan yaşamak hakkına sahiptir. Hiçbir kimsenin 
hayatına haksız yere kasdedilemez. İslam dininde bir insanı haksız yere öldüren, bütün insanları 
öldürmüş gibi olur. Bilâkis bir insanın yaşamasına yardım eden, bütün insanları yaşatmış gibi sayılır. 
2- Fertlerin hürriyetlerine riayet: ALLAH Teâlâ, insanları esasen hür olarak yaratmıştır. Hiçbir 
kimse gayrimeşru bir sebeple esir edilmez. Şu kadar var ki, hürriyetlerin dairesi muayyendir, her insan 
her istediğini yapmak selâhiyetine sahip olamaz. O zaman toplumun hür-riyeti mahvolur gider. 
Herhangi bir sebeple esarete düşmüş kimseleri hürriyetlerine kavuşturmak ise, müslümanlıkta büyük bir 
hayır sayılmaktadır. 
3- Fertlerin vicdanlarına riayet: Vicdan, ilâhi bir kuvvettir, ruhun bir hususiyetidir. İnsan 
bozulmayan bir vicdan sayesinde iyi şeyler ile kötü şeylerin aralarını ayırmaya gücü yetebilir. 
Vicdanların kıymetleri dışarıdaki eserlerinden anlaşılır. Fena harekette bulunan bir insanın iyi bir 
vicdana sahip olduğunu iddiaya hakkı olamaz. 
Müslümanlık, bütün insanların hidayetini, saadetini arzu eder, temiz vicdanlara büyük kıymet 
verir. Kirli vicdan sahiplerinin de hal-lerine acır, kendilerini irşada çalışır. Fakat hiç bir kimsenin 
vicdanına başkalarının musallat olmasına cevaz vermez, insanlar, birbirini hayır dileyici bir tarzda 
uyandırmaya,  ıslaha çalışırlar. Birbirinin vicdanına tahakküm edemezler. Vicdanları görüp gözeten, 
ancak ALLAH Teâlâ’dır. Herkesi vicdanındaki duygularından dolayı taltif veya azap edecek olan ancak 
Hak Teâlâ’dır. Yalnız  şunu da ilâve edelim ki, fena vicdanları  ıslâh için yapılacak hikmetli ihtarları, 
tavsiyeleri vicdanlara birer tecavüz mahiyetinde saymak doğru değildir. 
4- Fertlerin ilmî kanaatlerine riayet: Müslümanlıkta onun bunun fikrine, ilmi kanaatine tecavüz 
edilmesi caiz değildir. Şu kadar var ki, herhangi fikrin veya kanaatin doğru olup olmadığına dair yine 
ilmî bir tarzda mütâlaa yürütülebilir. Çünkü bir hakkın ortaya çıkması, ancak bu sayede mümkün olur, 
bir batılın hayırsızlığından toplumun kurtulabilmesi de yine bu sayede mümkün bulunur.
5- Fertlerin namus ve haysiyetlerine riayet: İslâm dininde herkesin namusu, haysiyeti tecavüzden 
korunmuştur. Böyle bir tecavüz ağır bir cezayı gerektiricidir. Bunun içindir ki, müslümanlıkta gıybet, iftira, 
alay etmek, sövüp saymak kesinlikle haramdır. Başkalarının namusuna, haysiyetine hürmet etmeyen kimse, 
namus ve haysiyet duygusundan mahrum, toplumun mukaddesatına musallat bir canavar demektir. 
6- Fertlerin mülkiyet haklarına riayet: Müslümanlıkta herhangi bir kimsenin mülküne, tasarruf 
hakkına tecavüz etmek haramdır. Herkesin kazancı kendisine aittir. Herkesin meşru malları tecavüzden 
korunmuştur. Toplumun ilerlemesi, medenî bir halde yaşayabilmesi, ancak bu korunma sayesinde 
mümkün olur. Bir toplumu teşkil eden fertlerin servet ve meslek itibariyle farklı derecelerde 
bulunmaları, hikmet ve toplumun maslahatı menfaatı gereğidir. Herkes hakkın kısmetine razı olmalıdır, 
herkes meşru şekilde çalışıp servet sahibi olmalıdır. Temiz bir toplum hayatının başka şekilde devamına 
imkân yoktur. 

MÜSLÜMANLIKTA ÂDABI MUÂŞERET 

15-  İslâm dini, insanların muaşeretine, yani, birbiriyle görüşüp konuşmalarına, medenî toplu bir
halde yaşamalarına büyük bir ehem-miyet vermiştir.
Müslümanların muaşeretlerinde samimiyet, tevazu, sadelik zora-kilikten uzak, karşılıklı
yardımlaşma, nezaket, hürmet, muhabbet, hayır severlik bir esastır.
16- Müslümanlıkta halk ile muâşeretin çeşitli safhaları, mertebe-leri vardır. Bir kısmı şunlardır:1- Herkese karşı tatlı dilli, güler yüzlü, açık kalpli olmak. Bir müslüman, daima güler yüzlü
bulunur, hiç bir kimseyi dökülü bir çehre ile karşılamaz. Bir hadis-i şerifte:

 1“Şüphe yok ki ALLAH Teâlâ mülayim huylu, açık yüzlü kimseyi sever”  buyurulmuştur.
2- Herkes ile güzelce görüşmek, halka eziyet vermekten kaçın-mak. Bir hadis-i şerifte:

 2“Müslüman odur ki; dilinden, elinden müslümanlar selâmette bu-lunur.”  buyurulmuştur.
3- Halkın eziyetlerine katlanmak, kötülüğe karşı iyilikle mua-melede bulunmak: Bir hadis-i
şerifte:

 “Sıddıkların mertebelerini geçmek istersen: Senden kesilene sen bağlan (yani sana gelmeyene sen git,
3sıla-i rahim yap); senden esirgeyene sen esirgeme, ver; sana zulmedeni de sen affet.”  Buyrulmuştur.
4- Dargınlığa hemen son vermek: Müslümanlar, aralarında bir dargınlık yüz gösterirse hemen
barışırlar, birbirini üç günden fazla ter-ketmezler. Müslümanların gönüllerinde düşmanlık, kîn
duyguları yaşa-yamaz. Bir hadis-i şerifte:

 4“Bir müslüman için helâl olmaz ki, kardeşini üç günden fazla terkede.”  buyurulmuştur.
5- Araları düzeltmeye gayret: Bir müslüman, iki din kardeşi arasında her nasılsa bir dargınlık yüz
göstermiş olduğunu görünce, aralarını bulmaya, o dargınlığı giderecek çare aramaya çalışır. Bir hadis-i şerif:

 5“Sadakanın en faziletlisi, dargın kimselerin aralarını bulup islâh etmektir.”  meâlindedir.
6-   İnsanların kusurlarını araştırmamak, ifşa etmemek, bilâkis örtmeye çalışmak:
Müslümanlar, kimsenin ayıplarını araştırmazlar, kimsenin şahsına ait kusurlarını meydana çıkarıp teşhîr
etmeye çalışmazlar. Bunun aksine hareket, dinen yasaktır. Bir hadis-i şerifte:

 6 “Bir kul, bir kulun kusurunu örterse ALLAH Teâlâ’da onun gü-nahını kıyamet gününde örter”
buyurulmuştur.
7- Dostları arkalarından müdafaa etmek: Bir müslüman, lüzum görüldükçe dostlarını,
dindaşlarını arkalarından müdafaa eder, onların haklarındaki yanlış fikirleri düzeltmeye çalışır. Bir
hadis-i şerifte:

 7 “Bir kul kardeşine yardımda bulundukça kendisine de ALLAH Teâlâ daima yardım eder.”
buyurulmuştur.
8-  İnsanların kalplerini kötü zandan korumak için töhmetli yerlerden uzak bulunmak:
Bunun aksine hareket, bir çok kimselerin günaha girmesine sebep olur, insanlar arasında dedikoduya,
dargınlığa meydan verir. Bir hadis-i şerifte:“Töhmet yerlerinden kaçınınız”  buyurulmuştur.

9-

Farklı halk sınıflarıyla, mevkilerine göre sohbette, münasebette bulunmak: Meselâ:
Herkese kabiliyetine göre hitap etmeli, bir âlimden, bir zahidden, bir zenginden beklenilen vasıfları bir
câhilden, bir fasıktan, bir fakirden beklememelidir.
10-   İhtiyarlara hürmet, çocuklara, düşkünlere merhamet ve şefkat göstermek:
Müslümanlıkta büyüklere karşı saygı, küçüklere karşı sevgi bir esastır. Bu esas, aile arasında bir kat
daha ehemmiyetli bulunur. Meselâ anaya, babaya pek fazla hürmet lâzımdır. Bunları adlarıyla çağırmak
edebe aykırıdır. Bir kadının kocasını adıyla çağırması da edebe aykırı olduğundan mekruhtur.
Bir hadis-i şerif şu mealdedir:

“Bir genç, bir ihtiyara sadece yaşından dolayı hürmet etti mi, ALLAH Teâlâ da ona bir mükâfat
2olmak üzere ihtiyarlığı çağında hürmet edecek bir kimseyi mutlaka yaratır”
Bu mübarek hadis, ihtiyarlara saygı gösteren gençlerin sevap ka-zanacaklarını, çok
yaşayacaklarını müjdelemektedir. Artık ihtiyarlara saygısızlık yapan bazı gençler, bunu biraz
düşünmelidirler.
11- Hayır sever olmak, yardımlaşma ve dayanışmada bulunmak: Şöyle ki, müslümanlar,
herkesin hakkında hayır diler, herkese karşı yardımda bulunmaktan bir zevk duyarlar. Müslümanların
meşru’ bir sahada birbirine yardım etmesi, aracılık yapması aralarındaki din kardeşliği icabıdır. Kendisi
hakkında hayırlı görüp istediği bir şeyi başkaları hakkında da istemeyen kimse, İslâm muaşeretinin
temiz esaslarına riâyet etmemiş olur. Bir hadis-i şerifte:

“Sizden, biri kendisi için sevip istediği bir şeyi, kardeşi veya komşusu

için de sevip istemedikçe
3hakkıyla mü’min olamaz.”  buyurulmuştur.
12- “Selâm vermek: Şöyle ki, müslümanlar arasında selâm ver-mek bir sünnettir, bir dostluk, bir
hayırseverlik alâmetidir. Selâm almak da bir farzdır. Bir hadis-i şerifte:

 “Siz îman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedik-çe de îman etmiş olamazsınız,
yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şeye delâlet edeyim mi? Aranızda selâmı yayınız, yani,
4birbirinizi selâmlayınız.”  buyurulmuştur.
Selâm vermenin bazı âdabı vardır. Mesela, bir meclise girilirken konuşulmadan evvel "

  = Esselâmü aleyküm" dîye selâm verilir. Boş bir yere giren müslüman “

   =Esselâmü âleyna ve ala ibâdillâhissâlihîn” der.
Gençler ihtiyarlara, binitli olanlar yayalara, yürüyenler oturanlara, arkadan gelenler önden
gidenlere selâm verirler. Bir cemaate verilen selâma içlerinden birisi "

aleykümüsselâm" diye kar-şılıkta bulununca, diğerlerinden selâm vazifesi düşer. Hiç birisi böyle bir
mukabelede bulunmazsa hepsi de günaha girer.
Bir meclisten ayrılırken de selâm ile ayrılmak daha faziletlidir.
Kendisine selâm verilen kimsenin daha güzel bir karşılıkta bulun-ması için: "

aleykümüsselâmü ve rahmetül’lâhi ve berekâtüh” demesi, yerine göre pek güzeldir.
Bir kimsenin selâmını getirip tebliğ edene “
aleyke ve aleyhisselâm” diye
karşılık verilir. Bir mektupla selâm yazıl-mış olunca, ya dili ile veya yazılacak mektupta yazı ile ve aleykesselâm” denilir.
Selâmı iade etmekten (almaktan) hakikaten veya hükmen âciz olan kimseye selâm vermek mekruhtur.
Bu sebeple yemek yiyen veya Kur’an okuyan veya hutbe dinleyen veya namaz kılan bir kimseye selâm
vermemelidir. Verilirse, alınması mutlaka lâzım gelmez. Fâsıklığını ilân etmekten çekinmeyen kimselere de
selâm vermek mekruhtur.
Kısacası selâm verip almak, bir dostluk nişanesidir, muhabbete vesiledir. Fakat selâm verirken
rükûya gidercesine eğilmek mekruhtur. Hattâ bazı alimlere göre selâm verirken rükûya yakın bir halde
eğilmek, secde etmek gibidir. Yaratılmışlara tazim için yapılacak bir secde ise, îmana aykırıdır.
13-

Musâfaha = El tutuşmada bulunmak:  Şöyle ki, iki müslüman bir araya gelince birbirinin
elini tutar. Salât-ü selâm okur, birbirinin hatırını sorarlar. Bu da sevgi, dostluk nişanesidir. Bir hadis-i
şerifte:“Birbirine rastlayan iki müslüman, müsâfahada bulundu mu, daha birbirinden ayrılmadan
1mağfiret olunurlar.”  buyurulmuştur.
14-  Teşmit-i Âtıs = Aksırana karşı hayır ve bereketle dua etmek:  Şöyle ki bir müslüman
aksırınca: "
Elhamdülillah" der, yanındaki müslüman kardeşi de "

yerhamükümüllah = ALLAH size rahmet etsin” diye dua eder, aksıran şahıs da: "

yehdinâ ve yehdikümüllâh = ALLAH Teâlâ bizleri de sizleri de hidayette daim buyursun” diye
karşılıkta bulunur.
15-  Meclislerde temiz ve adaba riayetkar bir halde bulunmak:  Şöyle ki müslümanlar
meclislerde yıkanmış, temiz ve hattâ abdestli bir halde toplanırlar, görünümleri temiz, elbiseleri temiz
bulunur. Meclis-lerde bilgili veya yaşlı zatlar üste geçirilir, lüzum görülmedikçe söze atılmayıp
söylenilen faydalı şeyleri dinlerler, meclise sonradan gelen-lere yer verirler, birbirine karşı güler yüzlü-
tatlı dilli bulunurlar.
Müslümanlar, kendi kendilerine meclisin üst başına geçmezler, kendilerine hürmet için kalkarak
yerlerini vermek isteyenlerin hemen yerlerine geçip oturmazlar, rızaları olmadıkça iki kimsenin arasına
so-kulup oturmak istemezler, bir meclisteki üç müslümandan ikisi başbaşa verip gizlice konuşmazlar,
üçüncü arkadaşlarının üzülmesine, yanlış zanna düşmesine meydan vermezler.
Müslümanlar, bulundukları meclisten arkadaşlarından müsaade alarak ayrılırlar. Ve meclisten
kısa bir süre için ayrılan arkadaşlarının yerine hemen geçip oturmazlar.
16-

Dostları ziyaret: Müslümanlar münasip zamanlarda gidip din kardeşlerini, büyüklerini
veya yakınlarını ziyaret ederler. Bu ziyaret de bir muhabbet ve vefa nişanesidir. Şu kadar var ki ziyaret,
usandıracak derecede pek sık olmamalıdır. Ziyarete gelenlere mümkün olduğu kadar ikram edilmesi
2lâzımdır. Bir hadis-i şerifte: "
" "Sizi ziyarete gelenlere ikram ediniz."
buyurulmuştur. 17- Ziyafetlere icabet: Bir müslüman, din kardeşinin dâvetine icabet eder. Ziyafetinde bulunur.
Bu şekilde aralarındaki muhabbet ve mürüvvet artmış olur. Bir hadis-i şerifte:
"Sizden birinizi kardeşi düğün yemeğine veya öyle bir şeye davet edince, icabet etsin."
buyurulmuştur. Yeter ki ziyafette haram bir şey bulunmasın. Çünkü bir müslüman, gayrımeşru
eğlenceler, içkiler bulun-duğunu bildiği bir ziyafete gidemez. Ancak gittiği takdirde men etmeye gücü
olursa veya kendisine hürmeten o haram şeyin terk edileceğini bilirse, o zaman gidebilir.

 Ziyafette misafirlere ağırlık verecek kimseleri bulundurmama-lıdır. Misafirler gitmek
isteyince ev sahibi ısrar etmeksizin biraz daha oturmalarını dilemelidir. Herhalükarda merasim, sade,
tabiî, külfetten beri bulunmalıdır.
18- Hürmet için ayağa kalkmak: Müslümanlar yanlarına gelen din kardeşleri için ayağa kalkabilirler.
Bu bir hürmet alametidir. Mescitte bulunan veya Kur’an okuyan bir müslümanın tazim edilmeye layık bir zat
için ayağa kalkması mekruh değildir. Bir meclise gelenler için ayağa kalkılması âdet olan yerlerde ayağa
kalkmak, uygun bir davranıştır. Çünkü aksi takdirde düşmanlığa, dargınlığa sebebiyet verilmiş olabilir.
19-  Değerli zatların ellerini öpmek: Müslümanlar, âlimlerin, takva sahibi kimselerin, âdil
hâkimlerin ellerini bereketlenmek için öperler, kendileri ile müsâfahada bulunurlar, bunda bir sakınca
yoktur. Bunlardan başka büyüklerin ellerini müslümanlıklarına tazim ve ikram için öpmek de caizdir.
Fakat dünyalık bir gaye için öpmek mekruhtur. Bir de bir müslümanın başkası ile karşılaştığı zaman
kendi elini öpmesi tahrimen mekruhtur. Alimlerin ve diğer büyüklerin huzurlarında yerleri öpmek de
haramdır. Bunu yapanlar ve buna razı olanlar günaha girmiş olurlar. Bu bir nevi putlara yapılan
ibadetleri andırır. Bir müslüman için asla caiz değildir.
20- Komşuluk haklarına riayet etmek: Şöyle ki müslümanlıkta komşuluğun büyük ehemmiyeti
vardır. Bir hadis-i şerifte:
"Ev almadan evvel komşu, yola çıkmadan evvel arkadaş araş-tırınız"  buyurulmuştur.
Komşulara ikram bir sünnettir. Bir müslüman, komşusuna fazla riayet eder, güler yüz gösterir,
lüzumuna göre ödünç verir, bir kederi olunca teselli verir, taziyede bulunur, komşusuna eziyet verecek
şeylerden sakınır, evlerinin akıntı suları ile, çerçöpleriyle komşularına zarar vermez. Gece ve gündüz
yüksek perdeden devam eden çalgılarının, radyolarının sesleriyle komşularını rahatsız edenler, komşularının
huzurlarını, hastalarını, okur-yazarlarını düşünmeyenler, komşuluk haklarına riayet etmemiş, en mühim
sosyal bir vazifeyi ayaklar altına almış bulunurlar.
Bir hadis-i şerifte:"Kötülüklerinden komşusu emin olmayan kimse, ALLAH’a -layıkıyla- iman etmiş olmaz"
buyurulmuştur.
Kısacası insan komşularının muhabbetini, övgüsünü kazanmalıdır. Hazreti Ömer (R.A) demiştir
ki: "Komşusu, yakını ve yol arkadaşı tarafından övülen kimsenin güzel hal sahibi olduğundan  şüphe
etmeyiniz."
21-  Hastaları ziyarette bulunmak: Müslümanlar, hasta olan dostlarını, komşularını münasip
zamanlarda gidip ziyaret eder. Afiyet-lerine duada bulunurlar. Bu da sevgiyi kuvvetlendirmeye, kalbleri
hoş etmeye hizmet eden bir vazifedir. Bununla beraber bunun bir takım âdabı vardır. Mesela bu ziyaret,
pek sık yapılmamalıdır, hastanın yanında çok oturulmamalıdır, canını sıkacak sözler söylememelidir.
Bir hadis-i şerifte:
"Beş  şey vardır ki, kardeşine karşı müslümana vacip olur. Bunlar da: Verilen selâmı almak,
3aksırana hayır ile dua etmek, davete icabet, hastayı ziyaret ve cenazelere katılmaktır."  diye
buyurulmuştur.
22- Cenazelere katılmak: Bu da mühim, sevabı çok olan bir kardeşlik vazifesidir. Müslümanlar,
vefat eden din kardeşlerinin cena-zelerini kabirlerine kadar hüzünlü, düşünceli bir halde götürür,
rahmet toprağına emanet ederler, haklarında rahmetle duada bulunurlar. Bir hadis-i şerifte:
"Bir cenaze üzerine namaz kılana bir kırat, defninde hazır bulu-nana da iki kırat sevap vardır. Bir
1kırat ise, Uhud dağı kadardır."  buyurulmuştur.
23-  Müslümanların kabirlerini ziyaret etmek: Müslümanlar kendi aralarından âhirete gitmiş
olan zatların, bilhassa büyük âlimlerin, salihlerin kabirlerini vakit vakit ziyaret eder, kendilerini
rahmetle anarlar. Bu da bir vefa ve kıymet bilmek vazifesidir. Bununla beraber bir hadis-i şerifte beyan
2olunduğu üzere: "Kabirleri ziyaret, ölümü hatırlatır, uyanmaya vesile olur."  Bu sebeple kabirleri
hürmetle, ibretle ziyaret etmeli, insanlığın acıklı akıbetini düşünerek gâfilane bir halde yaşamaktan
kaçınmalıdır.



GÜZEL VE ÇİRKİN HUYLAR


16-

 İttika: ALLAH Teâlâ’dan korkmak, haramdan ve şüpheli  şeylerden sakınmaktır.
Böyle bir hale "takva" da denir. Sahi-bine de "mütteki" denilir. Mütteki olan bir şahıs, emîn, itimada
lâyık bir insan demektir ki, kendisinden hiç bir kimseye zarar gelmez.
İslam dininde insanlar, esasen birbirine müsavi olup üstünlükleri ancak takva itibarıyladır.
Kur’an-ı Kerim’de:

 3"Şüphe yok ki, ALLAH katında en üstün-değerli olanınız, en fazla mutteki olanınızdır."  diye
buyurulmuştur.
İttikanın zıddı fısktır, fücurdur. Yani doğru yoldan çıkmak, Hak Teâlâ’ya âsi olmak, haramdan,
şüpheli şeylerden kaçınmamaktır. Böyle bir halin neticesi ise, felâkettir, azaptır.
17-

  = Edep: Güzel terbiye, güzel huylar ile vasıflanmak ve utanılacak  şeylerden insanı
koruyan bir meleke demektir.
Edep, insan için en büyük bir şereftir. Edebin zıddı isaet’dir ki, kötülükten, terbiyeye ve fazilete
aykırı hareketten ibarettir.
Edep insanın ziynetidir. Edep, insanı nefsinin arzu ve isteklerine uymaktan korur, kurtarır.

 "İnsanın edebi, altınından hayırlıdır" denilmiştir. Edebten mahrum bir insan, bir toplum için zararlı
mikroplardan daha tehlikeli bir yaratıktır.
18-

  = İhsan: Bağışlama, iyilik etme, bahşiş verme, hayır adına yapılması münasip olanı
yapma demektir. İhsan, adaletin üstünde bir fazilettir. Bir âyet-i kerimede:

 4"İhsan ediniz, şüphe yok ki ALLAH Teâlâ ihsan edenleri sever."  buyurulmuştur. Diğer bir âyet-i
celîlede:

5"ALLAH Teâlâ sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsan et."  mealindedir.
19-

  = İhlâs: Herhangi bir işi güzel bir niyetle saf bir kalp ile yapmak, o işe başka bir
şey karıştırmamaktır. Böyle bir hale "hulûs" da denir. Yapılan vazifelerin kıymetleri, ihlâsa göre artar.
İhla-sın zıddı, riyadır. Bir vazifeyi sadece bir gösteriş için veya maddî bir fayda için yapmaktır.
Riyakâr bir insan, temiz ruhlu bir insan değildir, yaptığı amellerin mükâfatını Hak’dan dilemeye
yüzü olamaz. Bir hadis-i şerifte:
                                             
1İbni Mace; Cenaiz:34; No:1540; 1/492. Nesei; Cenaiz:79; No: 1997; 4/77.                  A. b. Hanbel; No: 7306; 2/246.
2 Tirmizi; Cenaiz:60; No:1056; 2/330, Nesâi; Dahaya:36; No:4430; 7/234, A. b. Hanbel; No:22496; 5/358
3 Hucurat sûresi:13
4 Bakara sûresi:195
5 Kasas sûresi:77


"Şüphe yok ki ALLAH Teâlâ sadece kendisi için ve kendisinin rızası istenilerek yapılan amelden
1başkasını kabul buyurmaz"  buyurulmuştur.
20-
   
 = İstikamet: Her işte itidal üzere bulunmak, adalet-ten, doğruluktan ayrılmayıp
diyanet ve akıl dairesinde yürümek demek-tir. Dinî ve dünyevî vazifelerini olduğu gibi yapmaya çalışan
bir müs-lüman, tam istikamet üzere olan bir insandır. Böyle bir insan ise, toplumun en kıymetli bir ferdi
sayılır.
İstikametin zıddı,  “hıyanet”tir ki, doğruluğu bırakıp emanete, ah-de riayet etmemek, verilen
sözde durmamak, insanların haklarına teca-vüzden çekinmemek demektir.
Bir âyeti kerimede Resul-ü Ekrem Efendimize hitaben

2"Emrolunduğun gibi istikamette bulun"  buyurulmuştur ki, bu istikametin ne kadar lâzım ve
mühim olduğunu göstermeğe kâfidir.
21-
 ٌﺔ  َﻋﺎَﻃِإ
 = İtaat:  Âmirlerin meşru emirlerini dinleyip ona göre yürümektir. ALLAH
Teâlâ’nın buyurduklarını dinleyip tutmak bir itaat-tır. İnsanın saadeti de bu itaata bağlıdır. Bunun zıddı,
isyandır. Hak Teâlâ’nın yüksek emirlerini dinlemeyen bir insan, günahkâr, hayırsız bir kimsedir ki,
kendisini tehlikeye atmış olur. Artık böyle bir şahıstan insanlık ne bekleyebilir!
Kur’an-ı Mübin’de şöyle buyurulmuştur:

 3"ALLAH’a itaat ediniz, ALLAH’ın Peygamberine ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz."
22-

  = İtimad: Güvenme, emniyet, bir şeye kalben güvenip dayanmak demektir. Halkın
itimadını kazanmak bir muvaffakiyet eseri-dir. İktisadî ve sosyal hayatın devamı, itimadın varlığına
bağlıdır. Bu sebeple insan güzel, dosdoğru hareketleriyle herkesin itimadını kazan-maya çalışmalıdır;
itimada aykırı olan şey, hiyanettir, suistimaldir ki neticesi pek korkunçtur.
23-

   =  İktisad: Her hususta itidal üzere bulunmak, lüzu-mundan fazla ve noksan
harcamalardan kaçınmaktır. İnsan, iktisada riayet sayesinde rahat yaşar. Bir hadis-i şerifte:

4"İktisada riayet eden fakir olamaz."  buyurulmuştur.
İktisadın zıddı, israftır, taktir (kısma)dır. İsraf, yemek, içmek ve giyinip gezmek gibi hususlarda
malum olan dereceyi aşmaktır ki ha-ramdır, fertlerin ve toplumların yıkılmasına sebeptir. Bunun içindir
ki Kur’an-ı Hakim’de:


5"Şüphe yok ki ALLAH Teâlâ israf edenleri sevmez"  buyurul-muştur. Taktir de, yemek içmekte
ve diğer hususlarda lüzumundan fazla kısmaktır ki bu da uygun değildir.
24-

  = Ülfet: Münasip kimseler ile güzel bir şekilde görüşüp konuşmak demektir. İnsanlar,
daima toplumdan uzak bir halde yaşaya-mazlar. Birbirleriyle görüşmek mecburiyetindedirler. Güzel
ahlâk sahibi olan bir kimse, herkes ile güzel görüşür, herkesin sevgisini kazanır. Bu hale "ünsiyet" de
denir. Zıddı uzlet, nefret, inzivadır ki, kimse ile görüşmeyip kendi başına bir yerde yaşamak, herkesten
uzaklaşmaktır. Herkes ile görüşmek uygun olmadığı gibi, herkesten kaçınmak da uygun olmaz. Bir
hadis-i şerifte:
                                             
1 Nesâi; Cihad:24; No:3140; 6/25
2 Hûd sûresi:112
3 Nisa sûresi:59
4 A. b. Hanbel: No:4257; 1/447
5 A'raf Suresi: 31


"Mümin, ülfet eder ve ülfet olunur. Ülfet etmeyen, ülfet olunma-yan kimse de ise, hayır yoktur. 
1İnsanların hayırlısı da insanlara en faydalı olanıdır."  buyurulmuştur. 

25- 

  = Emniyet: Bir şeye itimat etmek mânasına geldiği gibi, insanda doğruluktan ileri gelen 
yüksek bir meleke mânasına da gelir. İnsanların sırlarını ve emanet bıraktıkları mallarını güzelce saklamak da bir 
emniyet halidir. Emniyetin zıddı, hıyanettir, suistimaldir, sözde durmamaktır. 
Fertleri arasında emniyet bulunmayan bir toplum, geleceğinden emin olamaz. Emniyeti suistimal, 
münafıklık alâmetidir. Bir hadis-i şe-rifte şöyle buyurulmuştur:  

"Münafığın alâmeti üçtür: Söyleyince yalan söyler, vaad edince döner, emanet edilince hıyanette 
2bulunur."
26- 

   =  İnsaf: Adalet dairesinde hareket ve hakikati itiraf demektir: İnsaf, ciddi ve 
seciyeli bir insanın nişanesidir. Bunun zıddı, zulümdür, gadirdir, hakkı inkârdır. Bir hadis-i şerifte:  

3"İnsaf, dinin yarısıdır."  buyurulmuştur. Çünkü hakikî bir din, iti-raf edilmesi lâzım gelen sabit 
şeyler ile yapılması icap eden faideli şeylerin bir toplamıdır.  İnsaflı olan bir kimse ise, dinin yarısını 
teşkil eden o sabit şeyleri mutlaka itiraf eder. Bunun için kendisindeki insaf, dinin âdeta yarısı 
bulunmuş olur. 
27- 

   = Beşaşet: Güler yüzlü, hoş halli olmaktır. Beşaşet, ruhta safiyetin, neşenin yüzde 
parıltısı demektir. Zıddı,  ubusettir ki, yüz ekşiliğinden ibarettir. İnsan daima beşuş olmalı, hiç bir 
kimseye karşı çatık kaşlı bulunmamalıdır. Beşaşet bir sadaka, bir ihsan sayılır. Bir hadis-i şerifte: 
       

 4"Şüphe yok ki ALLAH Teâlâ, yumuşak huylu, açık yüzlü kulunu sever."  buyurulmuştur. 

28- 

   = Te’dib: Terbiye etmek, edepli, töreli bir halde yetiş-tirmek demektir. Zıddı 
terbiyeyi terk ve ihmal etmektir. Te’dib vazi-fesinde asla müsamaha etmemelidir. Kendi çocuklarını 
güzelce te’dibe çalışmak, her aile reisi için yapılması gerekli bir vazifedir. Bu husustaki dikkatsizliğin 
zararları, yalnız bir ferde, bir aileye değil, koca bir topluma aittir.  

"Baba ile ananın tedip etmediğini, gece ile gündüz, yani zaman tedip eder. Gece ile gündüzün 
5tedip etmediğini de, cehennem te’dip eder."  buyurulmuştur. 

29- 

  = Teenni: Bir işte acele etmeyip bir düşünce dairesinde hareket etmektir. Böyle bir 
harekete “teüde” de denir. Vakti gelip çatmış olan hayırlı bir işte teenniye mahal yoktur. Fakat henüz 
vakti gelmeyen bir iş hakkında acele hareket etmek de mahrumiyete sebep olacağından doğru değildir. 
Teenninin zıddı, isti’caldir, yani bir şeyi vaktinden evvel elde etmeye koşmaktır. Bir hadis-i 
şerifte:  
   

6"Teenni Rahman’dan, acele ise, şeytandandır."  buyurulmuştur. Diğer bir hadis-i şerif de şu 
mealdedir:  
                                                 
1     Taberani, el-Mu'cemü’l-Evsat: No:5783; 6/368 
2    Buhari; Şehadet:28; No:2536; 2/952; Müslim; İman:25; No:59; 1/78; Tirmizi; İman:14; No:2631; 5/19; Nesai; İman:20; 
No:5023; 8/117 
3    Hadis, elimizdeki mevcut kaynak eserlerde bulunamamıştır. 
4 Deylemi, Firdevs: No:574; 1/156  
5 Hadis, elimizdeki mevcut kaynak eserlerde bulunamamıştır. 
6 Beyhaki Süneni Kübra; Âdap:15; No:20851; 15/70; Heysemi, Mecmeu’z-Zevaid; 8/19; 

"Her işte teenni hayırlıdır, âhiret işi müstesna."
30- 
  = Ta’zim: Hürmet, riayet, bir zat hakkında büyük sayıldığına delâlet edecek şekilde 
güzel muamelede bulunmak demek-tir. Zıddı,  tahkirdir, yani bir kimseye karşı kıymetini düşürecek 
tarzda muamele yapmak demektir ki, asla caiz değildir. 
İlim, edep, yaş itibariyle bizden büyük olanlara hallerine göre saygı göstermek, bizden genç 
olanlar hakkında da sevgi ile muamelede bulunmak bizim için insanî bir vazifedir. Bir hadis-i şerifte: 
 2"Bizim büyüklerimize tazim, küçüklerimize merhamet etmeyen bizden değildir."  buyurulmuştur. 
31- 
  = Tefe’ül: Bir şeyi uğur saymak, bir hâdiseyi bir hayır başlangıcı görmektir. Bu, güzel bir 
zan meselesi olduğundan övülmüştür. Zıddı,  teşe’üm,  tetayyürdür ki, bu da bir şeyi uğursuz görmek, 
nefsin kendisinden nefret duyduğu bir hâdiseyi, meselâ bir kuşun ötüşünü veya bir tarafa uçuşunu bir 
uğursuzluğa alâmet saymak demektir. Bu ise, bir kötü zan, fena kuruntu eseri olduğundan caiz değildir. 
İnsan için herhangi bir hâdiseden bir uğursuzluk hükmü çıkararak kendisini ümitsizlik veya kötü 
kuruntu içinde bırakmak doğru değildir. Bazı günlere, vakitlere uğursuzluk isnat edilmesi de uygun 
görülemez. 
Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:  
3"Fe’l, yani güzel söz, temiz konuşma hoşuma gider."  buyurmuştur. 
İnsan hayırlı söz söylemeli, fena kötü-uğursuz konuşmalardan di-lini sakındırmalıdır. 
32- 
  = Tefekkür: Düşünmek, bir mesele hakkında fikri hare-kete getirmek demektir. 
Büyük Yaratanımızın kudretine şahitlik yapan varlıkları tefekküre dalmak bir ibadettir. Maddî ve 
manevî bir çok keşifler, yükselişler, tamamen tefekkür neticesidir. 
Tefekkürün zıddı  gaflettir, düşünmekden mahrumiyettir ki, insana asla yakışmaz. Bir hadis-i 
şerîfte:  
   
"ALLAH Teâlâ’nın yaratmış, olduğu şeyler hakkında tefekküre dalınız, fakat ALLAH Teâlâ’nın 
4zatında tefekküre dalmayınız, sonra helak olursunuz."  buyurulmuştur. 
33- 
  = Tevazu’: Alçak gönüllü olmak, hak ettiği mertebenin aşağısına kendiliğinden razı 
olarak, o şekilde muamelede bulunmaktır. Zıddı  tekebbürdür,  tecebbürdür,  gururdur. Bunlar, 
kendisini büyük görmek, kendisini lâyık olduğu mertebenin, üstünde göstermeye ça-lışmak, fani şeylere 
güvenerek ona buna karşı çalım satmaktır ki, pek kötü bir huydur. Bir hadis-i şerif:  
"ALLAH Teâlâ, iktisatlı olanı zengin eder, israf edeni de fakir dü-şürür, tevazu göstereni 
5yükseltir, kibirlenen kimseyi de kırar geçirir."  mealindedir. 
34- 
 = Tevekkül:  Hakk’a güvenmek, sebeplere sarıldıktan sonra muvaffakiyeti Hakk’tan 
beklemek ve insanların güçleri yetişemedi-ği  şeyleri ALLAH Teâlâ’ya bırakıp ümitsizlik ve kederden 
                                                 
1 Ebu Dâvud; Edep:11; No:4810; 2/670; Hâkim el-Müstedrek; İman: 1/63 
2 A. b. Hanbel; No:2325; 1/257; İbn-i Hıbban; 2/211 
3 Buhari; Tıb:54; No:5440; 5/2178; Müslim; Selam:34; No:2224; 4/1746 
4 Taberani, el-Mucemul-Evsat; No:6315; 7/172; Heysemi, Mecmeu’z-Zevaid; 1/181 
5 Heysemi, Mecmeuz-Zevâid; 10/253 


beri olmaktır. Tevekkülden mahrumiyet, büyük bir noksanlıktır. Bir mümin bilir ki herhangi bir hâdisenin 
meydana gelmesi için sadece sebeplerin var olması kâfi değildir. Yaratanımızın dilemediği bir hâdise hiç 
bir vakit meydana gelemez. Ve Yaratanımızın dilediği bir şeye de hiç bir kuvvet mani olamaz. Bununla 
beraber tevekkül, sebeplere sarılmaya mani değildir. ALLAH Teâlâ, bir çok hâdiseleri birer sebebe 
bağlamıştır. Bu husustaki ilâhi kanuna riayet lâzımdır, Resulü Ekrem (S.A.V) Efendimiz, devesini bir 
şeye bağlamaksızın dışarıda bırakıp huzurlarına giren Amr b. Ümeyye’ (R.A)a: "
 Deveni  bağla ve tevekkül eyle”  diye tenbih buyurmuştur. 
35- 
  = Sebat: Sözde durmak, ahde vefa etmek, bir meslekte, bir kanaatte veya bir fikirde 
kararlı bulunmak demektir. "Sabit olanlar, nâbit olurlar = bir işte sebat edenler neticeye ulaşırlar" sözü 
meşhurdur. Sebat, muvaffakiyetin bir şartıdır. Bununla beraber hayırlı ve doğru-gerçek olan şeylerde 
sebat göstermek bir fazilettir. Faydasız, batıl  şeylerde sebat göstermek ise, aklın zafiyetine, insafın 
yokluğuna delâlet edeceği için büyük bir kusurdur. 
36- 
  = Cûd: Cömertlik, insanlara ihtiyaçlarını bildirmelerine meydan vermeksizin lütufta, 
ihsanda bulunmak halidir. Verilmesi lâyık olan şeyleri münasip olan yerlere kolaylıkla-içtenlikle 
vermek, meleke-sinden ibaret olan “seha” da bu kısımdandır
  
Cûd ve seha, insana lâyık bir meziyettir. Bunların zıtları ise, his-set, tama’, cimriliktir ki, 
insanlara asla yakışmaz. Bir hadis-i şerifte:  
 2"Cömert kimsenin yemeği şifadır, cimri kimsenin yemeği de hastalıktır."  buyurulmuştur.  
37- 
  = Hazm: Basiretle yürümek, ihtiyatlı bir tarzda davranmak, neticesi bilinmeyen 
şeylere hemen atılmamaktır. Zıddı, ihti-yatsızlıktır. Hazm’a riayet edenler, pişmanlığa düşmezler. 
Bununla beraber hazm, bazen kötü bir kuruntudan ileri gelir. Bu sebeple hazm diye kuruntuya 
düşmemek lâzımdır. Bunun içindir ki bir hadis-i şerifte: " 
  = Hazm kötü bir 
3düşüncedir."  buyurulmuştur. 
38- 
  = Hüsnü zan: Güzel sanma, bir kimsenin veya bir hâdisenin iyiliği hakkındaki 
vicdanî kanaat demektir. Zıddı, suizandır.  İnsan, suizanda toleranslı-ölçülü davranmalı, hiç bir kimse 
hakkında da yok yere suizanda bulunmamalıdır. 
Gerçi herhangi bir kimse hakkında körü körüne "pek iyi bir zattır" diye hükmetmek, hüsnü zannı 
suistimal etmek olacağından kötüdür. Onun bunun hallerini araştırmak, kusurlarını bilmeye çalışmak arzusu 
da  tecessüs  (bak. Madde: 16/6) denilen ve suizandan kaynaklanan gayriahlâkî bir hareket olduğu için 
4haramdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: "Şüphe yok ki zannın bazısı bir günahtır."  buyurulmuştur. 
39- 
  Hıfzu
  
lisan: Dili lüzumsuz sözlerden koruyup ihtiyaç miktarından fazla söz 
söylememek halidir ki, pek güzeldir. Zıddı, "mâlayani" denilen faydasız şeyler ile uğraşmak, ağza her 
geleni söylemektir. Akıllı kimseler, çok kere sükût ederler. Lüzum görülmedikçe söz söylemek 
istemezler. Sükût pek güzeldir. Yeter ki bir hakkın zayi olmasına, bir hakikatın yanlış anlaşılmasına 
sebep olmasın. 
Aleyhisselâtü Vesselam Efendimiz: 
 5"Her kim ALLAH’a ve âhiret gününe inanmakta ise, hayır söylesin veya sussun."  buyurmuştur. 
40- 
  = Hak: ALLAH Teâlâ’nın bir mübarek ismidir. Her sa-bit, doğru olan şeye de hak 
denir ki zıddı batıldır. Herkesin meşru olan salâhiyetine, iktidarına, bir şey üzerindeki malikiyetine de 
hak denil-miştir ki, çoğulu “hukuk”tur. 
                                                 
1 Beyhaki, Şuabü’l-İman; No:1211; 2/80 
2 Deylemi, Firdevs; No:3954; 2/455 
3 Zehebi, Mizanül'itidal; No:9404; 7/138 
4 Hucurat Suresi:12 
5 Buhari; Edep:31; No:5672; 5/2240, Müslim; İman:19; No:47; 1/68, Ebu Davud; Edep:123; No:5154; 2/760

Her hak karşılığında bir vazife vardır. Meselâ bir insan hayat hakkına, şeref ve haysiyet hakkına 
sahiptir. Bunlara kimsenin tecavüzü caiz değildir. Bu sebeple o insan da bu hak karşılığında 
başkalarının hayat hakkına,  şeref ve haysiyet hakkına riayetle vazifelidir. Bunlara da kendisi tecavüz 
edemez. Böyle bir tecavüz haramdır, cezayı gerektir-mektedir, dünyanın intizamına manidir. 
Hak, daima haktır. Hakka kuvvet ve başka bir şey galip gelemez. Geçici olarak yok olan bir hak, 
bir gün dünyada, dünyada olmasa bile, yarın âhirette ortaya çıkacaktır. 
41- 
  = Hikmet:  İlim ve amelin birleşmesinden meydana gelen yüksek bir sıfattır. 
Bilmeyen veya bilgisi ile amel etmeyen bir kimse, hakîm unvanını alamaz. Her şeyin hakikatına bilgi 
edinmeye de hikmet denir. Adaba, ahlâka, vaazlara ait edebi sözlere, fıkralara da hikmet denilir. 
Hakîm olan zatta, zekâ, hafıza, güzel düşünce, kolaylıkla öğren-me, safî zihin, güzel anlayış, 
hafızasındakileri hatırlayıp kullanma özellikleri bulunur. Bir âyet-i kerimede: 
 1"Kendisine hikmet verilmiş olan kimseye muhakkak bir çok hayır verilmiş olur."  buyurulmuştur.  
Bir hadis-i şerif
  
de şu mealdedir:  
2"Hikmet müminin yitiğidir. Bu sebeple onu nerede bulursa alır."   
42- 
Hilm: Şiddete tahammül, gazap (kızgınlık) ateşini söndürmek, nefsini heyecandan 
korumak demektir ki, yerinde gösteril-mek şartı ile büyük bir fazilettir. Zıddı hiddettir, düşünmeden bir 
işe başlamaktır ki, bu da öfkeden, titizlikten, hoşa gitmeyen bir hâdiseden dolayı gazap kuvvetinin 
parlamasından ibarettir. 
Gazap, darılma halleri, kalp kanının kaynaması zamanında kişinin kendisinde meydana gelen bir 
değişmedir ki, haksız yere olunca bir kusur sayılır, pişmanlığa sebep olur. Fakat akla tabi ve haksızlığa 
karşı olan bir gazap, güzeldir. Çünkü mukaddes şeyler, bu sayede müdafaa edilebilir. 
Hilm, ilim ve hikmetle beraber olmalıdır. Bir hadis-i şerifte: 
 3"Hiçbir  şey, diğer bir şey ile ilim ile hilmden daha faziletli olarak toplanmış değildir."  
buyurulmuştur. 

43- 
  = Hamiyet: Mukaddes  şeyleri, milletin haklarını korumak ve namusu, haysiyeti 
töhmet altında kalmaktan korumak hu-suslarında gösterilen bir gayret ve özen göstermek hususiyetidir. 
Bu pek güzel bir haslettir. Fakat batıl fikirleri, inançları korumak yolunda gösterilen gayrete "Hamiyet-
i cahilâne" denir ki bu pek kötüdür. 

44- 
  Haya: Utanma, hicab, ar, namus manâlarına gelir. Çirkin şeylerden nefsin 
darlanması, edebe aykırı bir hadisenin meydana gelmesinden dolayı kalbin bir rikkat (incelik) ve 
ızdırap içinde kalması demektir ki, eseri hemen yüzde belirmeye başlar. 
Haya, pek güzel bir haslettir. Zıddı, “vekahat”dır ki, utanmaz-lıktan, batılı hak suretinde görüp 
çekinmeksizin işlemekten ibarettir. 
Hayasızlık, insanı insanlıktan çıkarır, hayvanlardan aşağı bir hale düşürür. Bir hadis-i şerifte:  
4"Haya, imandan bir bölümdür."  buyrulmuştur. 
Diğer bir hadis-i şerifde:  
                                                 
1 Bakara sûresi:269 
2 Deylemi, Firdevs; No:2770; 2/152.  
3 Musannef İbn-i Ebi Şeybe; Edep.43; No:5; 6/126. Darimi; Mukaddime:48; No:576;1/152. Deylemi, Firdevs; No.6371; 4/120.  
4 Buhari; İman :14; No: 24; 1/17. Müslim; İman:12; No. 35; 1/65. Ebu Davud; Edep:7; No:4795; 2/667. İbni Hıbban; İman:4; 
No:167; 1/386. Nesâi; İman:16; No:5004; 8/110. İbni Mace; Mukaddime:9; No:57; 1/22. A. b. Hanbel; No: 9417; 2/443. 

"İnsanlardan utanmayan, ALLAH Teâlâ’dan da utanmaz."  mealindedir. 

45- 
  = Huşu: Tevazu göstermek, hakka boyun eğmek, korku ve sevgi ile beraber edepli 
bir vaziyet almak demektir. Zıddı gaf-let, kibirlenmek kalb huzurundan mahrumiyettir. Bir ibadetin 
kıymeti huşulu olması nisbetinde artar. Haşyet de tazimle karışık, kalbe ait bir korku demektir. 
ALLAH korkusuna "haşyetullah" denir. 
Kalbinde haşyetullah bulunmayan bir kimseden her türlü fenalık meydana gelebilir. Bir hadis-i 
şerifte:  
  
2"Hikmetin başı ALLAH korkusudur."  buyurulmuştur.  
ALLAH Teâlâ’nın kudretini, azametini düşünen her mütefekkir müminin kalbinde ALLAH 
korkusu parlar, kendisini daima iyiliğe sevkeder durur. 

46- 
  = Hayır:  İyilik demektir. Her meşru olan mal ve menfaat da bir hayırdır, Cenab-ı 
Hakk’ın bir ihsanıdır. ALLAH Teâlâ’nın rızasını kazanmaya vesile olan her güzel amel, bir hayırdır, 
asıl "hayr-ı ahlâkî = hayır ahlakı" da bundan ibarettir. 
Hayrın zıddı,  şerdir. Hakka, tabiata uygun olmayan ve fena bir neticeyi doğuran her şey, bir 
şerden ibarettir. 
Herkesin hakkında iyilik dilemeye "hayırhahlık" denir ki, ruhun tertemiz olmasından ileri gelir. 
Bütün hayır müesseseleri, hayırhahlığın bir eseridir. Başkasının fenalığını istemek de "bedhahlık" 
denilen ruhî bir hastalıktır ki, sahibinin kötü bir kimse olduğuna bir alâmettir. 
İşte "hased" denilen pek kötü bir huy, bu bedhahlıktan başka değildir... 
Evet... Başkasının hakkı ile nail olduğu nimetlerden huzursuz olup da o nimetlerin yok olmasını 
istemek bir hasedden ibarettir. Bu pek fena bir haslet olduğu için bundan pek sakınmalıdır. Bir hadis-i 
şerifte:  
"Hasedden kaçınınız. Çünkü ateş kuru odunları yakıp bitirdiği gibi, hased de güzel âmelleri yer 
3bitirir."  buyurulmuştur. 
Şerre âlet olan bir nimetin yok olmasını istemek hased sayılmaz. Aynı şekilde başkasının nail olduğu bir 
nimetin aynısına nail olmak arzusu da hased değildir. Bu arzuya "Gıbta" ve "Münafese" denir ki bazı hallerde 
caizdir. Yüksek bir âlimin bilgisine, faziletine gıpta edilmesi gibi. 
47- 
  = Dostluk: İki veya daha fazla kimse arasında meydana gelen samimî bir sevgi ve 
bağlılık demektir. ALLAH için olan dostluk devam eder, dünya için olan dostluk da kayıp giden bir 
yıldız gibi parlar parlamaz, söner gider. 
Dostluğun zıddı düşmanlıktır, adavettir, garezkârlıktır. Bütün müslü-manlar birbirinin dostudur, çünkü 
aralarında ebedî olan bir din kardeşliği vardır. 
Peygamberi Zişan (S.A.V) Efendimiz, ALLAH’ın rahmetine nail olmuş olan ümmetine söyle 
emretmiştir: 
"Birbirinize buğz etmeyiniz, haset etmeyiniz, arka çevirmeyiniz, ey ALLAH’ın kulları!.. Kardeş 
4olunuz, bir müslümana helâl olmaz ki kardeşini üç günden fazla terk ede."
Başkasının bir kederinden dolayı sevinmek de bir düşmanlık eseri olduğundan caiz değildir. Buna 
"Şematet" denir. Bir hadîs-i şerifte:  
"Kardeşin için şematet ortaya koyma, sonra ALLAH Teâlâ ona merhamet eder de, seni o belaya 
1düşürür."  buyurulmuştur. 

48- 
  = Diyanet: Dindarlık, dinin mukaddes hükümlerine riayet, gereğince hareket etmektir. 
Zıddı, dinsizlik, dinin hükümlerine riayetsizliktir ki, bütün fenalıkların en büyük kaynağıdır. 
İnsanların kurtuluşu, temiz bir halde yaşayışı, saadete ermesi an-cak diyanet sayesindedir. 
Diyanet, yaratılış gereğidir, gerek ferdler için ve gerek toplumlar için zarurîdir. Bu sebeple diyanete 
sımsıkı sarıl-malıdır. Bu, insanlığın menfaat ve selâmeti bakımından son derece lâzımdır. 

49- 
 Zikr: Anmak, hatırlamak manasınadır. ALLAH Teâ-lâ’nın mukaddes isimlerini anmak, 
yapılması gerekli bir vazifedir, en yüce bir zikirdir. 
Hak Teâlâ hazretlerini zikretmek, ya büyüklüğünü düşünmekle olur. Bundan heybet ve saygı 
gösterme meydana gelir. Ya kudretini düşünmekle olur. Bundan korku ve hüzün doğar. Veya 
nimetlerini an-makla olur, bundan şükür ve hamd meydana gelir. Veya pek emsalsiz olan şaheserlerini 
tefekkür ile olur, bundan da ibret ve uyanma yüz gösterir. 
Zikrin zıddı, nisyandır, Hakk’ı unutmaktır. ALLAH’ü Azimüş-şan’ın mübarek isimleri ile kulluk 
lisanını süslememektir. Bu pek acınacak bir gaflet eseridir. Bir âyet-i kerimede: 
2"ALLAH Teâlâ’yı çok zikrediniz ki felah bulabilesiniz."  buyu-rulmuştur. 

Bir hadîs-i şerifte:  
 3Zikrin en faziletlisi "Lâilâhe illallâh"dır, duanın en faziletlisi de "Elhamdülillâh"dır."  diye 
buyurulmuştur. 

50- 
  Rıza : Hoşnut olmak, muvafakat göstermek, herhangi bir hükmü veya hâdiseyi 
kalben hoş görüp kabul etmektir. Zıddı muhalefettir, reddir, itirazdır. 
ALLAH Teâlâ’nın her hükmüne, her takdirine razı olmak bir kul-luk vazifesidir. Hak bir şeye razı 
olmamak bir ahmaklık alâmeti olduğu gibi bâtıl bir şeye razı olmak da bir tuğyan, bir isyan eseridir. 
Bir hadis-i şerifte:  
"ALLAH Teâlâ bir kulu severse imtihan eder, bazı sıkıntılara mübtelâ kılar, ta ki duasını, niyazını 
4işitsin"  buyurulmuştur. 
51- 
 Rıfk: Yavaşlık, yumuşaklık, nezaket ve gönül alıcı muamele, neticesi güzel olan bir 
şeye güzelce boyun eğme manasınadır. Zıddı da unftur,  huşunettir,  gılzettir ki, sertlik göstermekten, 
katı yü-rekli olmaktan, nezakete muhalif muamelede bulunmaktan ibarettir. İnsan, rıfk sayesinde en 
müşkül neticeleri elde edebilir. Huşunetle muamele yüzünden de elde edilmesi pek yakın olan şeyleri, 
imkansız bir hale getirmiş olur. Bir hadis-i şerifte:  
 5"Şüphe yok ki ALLAH Teâlâ Refîk’tir, rıfkı sever ve unf üzerine vermediğini rıfk üzerine verir."  
buyurulmuştur. Diğer bir hadis-i şerif de: 
"Rıfktan mahrum olan, hayırdan mahrum bulunur."  mealindedir. 

52- 
  = Sa’y: Çalışmak, bir maksadın meydana gelmesi için elden gelen gayreti 
sarfetmektir. Zıddı, atalet, bataet, meskenet (tembel-lik)tir ki, İslâm ruhuna asla uygun değildir. İnsan, 
meşru  şeyleri elde et-mek için muntazaman bir say ve gayret sahibi olmalıdır. Bütün yük-selme-
ilerlemeler, sa’y ve gayretin birer neticesidir. Kur’an-ı Kerim’de:  
2"İnsan için çalıştığı şeyden başkası yoktur."  buyurulmuştur. 

53- 
 Setri uyub: Onun bunun ayıplarını, kusurlarını örtmek, görmemezlikten 
gelmek, başkalarına ifşa etmemek (yayma-mak) demektir. Zıddı, ifşayı uyub (ayıpları yaymak)dır.
      
       
                                                               
Başkalarının kusurlarını arkalarından söylemek gıybettir. Hattâ bir kimsenin arkasından boyuna, 
elbisesine, yiyip içmesine, gezip yürü-mesine dair bir noksanını dil ile, göz ile veya el ile işaret ederek 
göstermek de bir gıybettir. Çünkü bunları haber alınca, müteessir ola-cağı (üzüleceği) şüphesizdir. 
Başkalarına, yapmadıkları kusurları isnat etmek (yüklemek, at-mak)da iftiradır, bühtandır. Bunlar, 
İslâm terbiyesine aykırıdır, kesin-likle haramdır. Bir hadis-i şerifte:  
"Ne mutlu o kimseye ki kendi kusuru, kendisini başkalarının ku-surlarını görmekten meşgul 
3kılmıştır."  buyurulmuştur. 
Bu sebeple insan, kendi kusurunu görüp onu düzeltmeye çalış-malıdır.  Şu kadar var ki, 
gayrimeşru  şeyleri hiç çekinmeksizin yapıp duran fasık kimselerin bu çirkin hallerini arkalarından 
söylemek, gıybet sayılmaz. Bu söyleyiş ile fena haller kötülenmiş, başkaları bundan ko-runmuş olur. 
Bir islam toplumuna karşı lâübalice bir vaziyet alarak gay-riahlâkî şeyleri açıkça yapıp duran 
kimselerin bu rezilliklerini söy-lemek, kamuoyunun güzel bir tepkisi demektir. Yeter ki bu söyleyiş, 
şahsî bir kızgınlık neticesi olmasın. 
Gıybetin mesuliyetinden kurtulmak için mümkün ise, gıybet edi-len kimseden helâllik istemeli, 
özür dilemelidir. Bazı alimlere göre yapılmış olan bir gıybetten dolayı pişman olup tevbe-istiğfarda 
bulun-mak kâfidir. Durumu haber verip gıybet edilen kimseden helâllik dile-mek bir üzüntüye, bir 
dargınlığa sebeb olabilir. Şu kadar var ki o kimse bu gıybetten haberdar olmuş ise, o halde kendisinden 
özür dileyerek helallik istemesi lâzımdır. 
İki dargın kimsenin özür dilemek için müsafahada bulunması helalleşmek sayılır. 

54- 
  Şecaat: Yiğitlik, bahadırlık, kalb metaneti, lüzumu halinde tehlikelere atılabilmek 
hususiyeti demektir. Zıddı, cebanettir, korkaklıktır. Hak yolunda mukaddes şeyleri müdafaa uğrunda 
gösterilen şecaat, pek kıymetli bir haslettir. 

55- 
 Şefkat: Acıyıp esirgeme, korku ile karışık, mer-hametten ileri gelen ruhî bir haldir 
ki, başkalarının başına gelen veya gelmesi muhtemel bulunan hoş olmayan bir hal karşısında ortaya 
çıkar. Zıddı, rahmet ve rikkat (incelik) duygusundan mahrumiyettir ki pek fena bir haslettir. 
Şefkat temiz, saf kalblerin bir özelliğidir.  İslam dininde ALLAH Teâlâ’nın emirlerine tazim, 
yarattıklarına da şefkat büyük bir esastır. 

56- 
 Şükür: Görülen iyiliğe karşı söz ile, iş ile memnuniyet ve kıymetbilirlik göstermektir. 
Görülen bir iyiliği övgü ile anmak da bir şükürdür. Zıddı küfran-ı ni’met (nimeti inkar etmek, nankörlük 
yapmak)tır. 
Biz, her dakika binlerce nimetlerine nail olduğumuz ALLAH Teâlâ’ya şükür etmeye borçlu 
bulunduğumuz gibi, iyiliğini gördüğümüz şahıslara karşı da teşekküre borçluyuz. Bir hadis-i şerifte: 
 1"İnsanlara şükretmeyen, ALLAH Teâlâ’ya da şükretmez." buyurulmuştur.

57- 
 Şehvet:  İstek, tabiata uygun olan bir şeyi istemek için nefsin hareketi, hayat 
sahiplerinin birbirine karşı olan tabiî meyilleri demektir. Meşru bir şey hakkındaki normal bir şehvet, 
bir meyil, iyidir. Meşru olmayan bir şey hakkındaki  şehvet ise, hayvanca bir hal olduğundan pek 
kötüdür, pek zararlıdır, bundan kaçınmak lâzımdır. 
Heva, boş yere arzu ve nefsin bir lezzetten dolayı bir şeye meşru bir sebep olmaksızın meyletmesi 
demektir.  Heves  de bir şey hakkında gösterilen noksan ve olgunlaşmamış bir aşktan, sevdadan başka 
değildir.  Şüphe yok ki bunların ikisi de kötüdür. İnsanın feyzine, şerefine manidir. Peygamber (S.A.V) 
Efendimiz:  Ya Rabbi! Beni ahlâkın çirkin olanlarından ve  hevalardan uzak bulundur."  diye dua ederdi. 

58- 
  = Sabr: Acıya katlanmak, tabiata uygun gelmeyen hallere telâş göstermeksizin 
dayanmaktır. Zıddı, ceza, sabırsızlıktır.  İnsan yaşa-dıkça bir takım acı hâdiseler karşısında kalır, işte 
bunlara karşı sab-retmek lâzımdır. Bir âyet-i kerime’de de: 
 3"Şüphe yok ki ALLAH Teâlâ, sabredenlerle beraberdir."  buyurulmuştur. Sabrın sonu 
selâmettir, muvaffakiyettir. Sabır acıdır, fakat meyvesi tatlıdır. 
Sabırsızlık ruhun zâfiyetinden ileri gelir. Şu kadar var ki, meşru olmayan şeyler hakkında sabır 
caiz değildir. Bunlara karşı kalben bir acı duyulması ve mümkün ise, mücadele yapılması icap eder. 
Gideril-mesi mümkün olan kötülüklere veya ihtiyaçlara katlanmak sabır değil, bir acizliktir, bir 
miskinliktir. Resul-ü Ekrem (S.A.V) Efendimiz:  
  
4"İlâhi! Ben sana acizlikten ve tembellikten sığınırım."  diye dua buyururdu. 

59- 
   =  Sıdk, sadakat: Hakikata uygun olan doğru söz, sıdktır. Artniyet şaibe 
(leke)sinden beri ve her yönüyle halis olan bir dostluk da sadâkattır. Herhangi bir doğruluğa da sadâkat 
denir. Sıdkın zıddı, kizb = yalandır. Sadâkatin zıddı da hıyanettir, istikametten mahrumiyettir. 
İnsanlara sıdk ve sadâkat yakışır. Yalancı bir kimseyi ne ALLAH Teâlâ sever, ne de başkaları. 
Yalan haramdır. Yalancı bir kimsenin insanlık bakımından hiç bir kıymeti olamaz. 
Söylediği yalan sözleriyle halkı aldatan, yaptığı hileler, aldatmalar ile ötekini berikini kandırmaya 
çalışan kimse, pek büyük bir günah-kârdır. Bir hadis-i şerifte buyurulmuştur ki:  
  
"Bize hıyanet eden, bizden değildir.  Mekr ve Hud’a (hile - tuzak) denilen şeyleri yapanlar 
5cehennemdedirler."   
Kısacası, insanın sözü de, özü de doğru olmalıdır. Doğru olma-yanlar için saâdet kapıları 
kapalıdır. İslamiyet gibi hikmet ve hakikat esasları üzerine kurulmuş bir dinde doğruluğa aykırı bir şey, 
asla yer bulamaz. 

60- 
  = Salâh: İyi hal, her hayrı bulunduran faziletlerin top-lanmasından meydana gelen 
yüksek bir sıfattır. Zıddı fesattır, fücurdur. Bir millet, kendi fertlerinin salâhına çalışmalıdır, çalışmazsa 
fesat erba-bının elinde esir olur. Bir müslüman, dinî ve dünyevî vazifelerini bilip güzelce tatbik 
etmedikçe, iyi hal sahibi olamaz. 

61- 
  = Sıla-i rahim: Akrabayı arayıp sormak, akrabanın kusurlarını affetmek, 
muhtaç olanlarına yardımda bulunmaktır. Akraba ile görüşmek, sohbette bulunmak, kendilerine selâm 
veya hediye gön-dermek, sıla-i rahim sayılır. Yakın olan akrabayı mümkün ise, bulun-dukları beldelere 
gidip görmek, uzak akraba ile de mektuplaşmak lâzımdır. Zıddı  kat’i rahimdir ki akrabayı unutup 
terketmektir. Böyle bir hareket müslümanlığın tavsiye ettiği ailevî, sosyal vazifelere aykırıdır. Bir 
hadis-i şerif:  
   
1"Sıla-i rahim, ömrü uzatır, artırır."  meâlindedir.  

62- 
Salâbet: Metanet, mukaddes şeyleri korumak husu-sunda insanın sahip olduğu 
kalp kuvveti demektir. Zıddı lâubalilik, inanç gevşekliğidir. 
Salâbet, pek kıymetli bir haslettir. Bazen salâbet yerinde "taas-sub" tabiri de kullanılır. Taassub, 
esasen âdetlerde, törelerde, maddî ve manevî diğer hususlarda fazla sebat ve taraftarlık göstermek 
demektir. Bu sebeple iki türlüdür. Biri, meşru taassubtur ki, akla uygun âdetlere, inançlara karşı 
gösterilen sebattır. Bu pek güzeldir. Diğeri ise, batıl, faydasız töreler, modalar, fikirler ve yapılıp 
yapılmamasında dinî bir mahzur bulunmayan hususlar hakkında gösterilen taassubtur ki, bu pek 
kötüdür. Ne yazık ki bir takım kimseler bu ikinci kısma dahil bir çok esassız  şeylere dört elleriyle 
sarıldıkları halde, mukaddes şeylere, dinî emir ve yasaklara sarılan kimselere bir kusur olmak üzere 
taassub isnat etmekten kendilerini alamazlar. Bu bir tersine görüş neticesidir. Bundan kaçınılmalıdır. 
Hakkı hak, batılı da batıl görmeye çalışmalıdır. 

63-  
  Zarafet:  İncelik, kibarlık, zekâya uygun, hoş gelen sözler ile, işler ile vasıflanma 
melekesi demektir. Zıddı, kabalık denilen bir halettir ki, ruhlar üzerinde pek fena tesir yapacağı için kötüdür. 
Tabi zarafetler, esasen haddi aşmamak  şartı ile güzeldir. Fakat her işte, her sözde bir zarafet göstermeye 
çalışmak, ağır başlılığa da, ciddiyete de aykırıdır, hafiflikten ibarettir. Bu sebeple bu hususta orta halden 
ayrılmamalıdır. 

64- 
 = Adl, adalet: Hakka yönelmek haksızlıktan kaçınmak, her hakkı hak sahibine 
vermeye çalışmaktır. Zıddı zulüm-dür, gadrdır, insafsızlıktır. 
Dünyanın bütün nizam ve intizamı adalete bağlıdır. ALLAH Teâlâ Hazretleri bize adaletle 
emrediyor. Bu sebeple insan, her hareketini bir ölçü, bir adalet dairesinde yapmaya çalışmalıdır. 
Vazifesinde adalete riayet etmeyen bir insan, kendisine de vatanına da, bütün insanlığa da fenalık etmiş 
olur. Herhangi bir hakkın zayi olmasına veya tehirine sebebiyet vermek bir zulümdür. Herhangi 
kimseden haksız yere bir şey almak zulümdür. Herhangi insana veya hayvana haksız yere eziyet 
vermek de bir zulümdür. Zulmün neticesi ise, azaptır, felâkettir. Bir hadis-i şerifte:  
  
 2" Mazlumun bedduasından sakın. Çünkü o beddua ile Hak Teâlâ arasında perde yoktur."  
buyurulmuştur. 

65- 
  = Azm: Bir işe kesin bir şekilde niyet etmek, bir işi yapmaya kalbi bağlayarak 
yönelmektir. Zıddı, tereddüt ve ihmaldir. Meşru gayeler uğrunda azimli olmak bir meziyettir. Bir âyet-i 
kerîme şu mealdedir:  
  
"Azm edince de ALLAH’a tevekkül et, artık tereddüt etme. Şüphe yok ki ALLAH Teâlâ, tevekkül 
3edenleri sever."

66- 
  = Aşk: Fazla sevgiden, ilgiden, birşey hakkında kalbin pek fazla alâka ve cazibe göstermesinden ibarettir. İnsanlar, maddeten veya manen güzel, lezzetli buldukları  şeylere karşı 
kalblerinde bir meyil duyarlar. Bu meyil, ölçülü olursa "muhabbet", pek kuvvetli olursa "aşk" adını 
alır.  İnsanlar, hoşlarına gitmeyen şeylere karşı da bir "nefret" duyarlar. Bu nefret ölçülü olunca 
"buğz", pek kuvvetli olunca da "makt" adıyla anılır. 
Mukaddes  şeylere karşı olan meylin bir aşk derecesinde bulun-ması pek güzeldir. Fakat fani 
varlıklara, güzelliklere karşı aşk dere-cesinde olan meyil, kalbin zafiyetinden, düşüncenin 
noksanlığından ileri geldiği için kötüdür. 
Mukaddes şeyler hakkındaki aşka: "aşk-ı hakikî", "aşk-ı rah-mani" denir. Fani, nefsani şeyler 
hakkındaki aşka da "aşk-ı mecazî", "aşk-ı himarî" denilir. Bu sebeple bu ikinci kısımdan kaçınmak 
her mütefekkir, yüksek himmetli insan için bir vazifedir. 

67- 
  = İsmet: Masumluk, günahlardan kaçınmak melekesi-ne sahip olmak, Hak 
Teâlâ’nın korkusuyla bütün çirkin şeylerden berî bulunmak demektir. Fena şeylerden uzak bir durumda 
bulunmak da ALLAH Teâlâ’nın bir koruması olduğundan bir ismet sayılır. 
İsmetin zıddı, mücrimlik, günahkârlık halidir. İnsanın asıl güzel-liği,  şerefi, sahip olduğu ismet 
sayesindedir.
68- 
  = İffet: Namus, haramlardan kaçınmak, nefsi hayvanî arzulardan menetmek melekesi 
demektir. Zıddı fuhuştur. Namusa aykırı harekettir. 
Ruhların temizliği iffet iledir. İffetsiz bir şahıs, zehirli mikroplar-dan daha zararlı bir yaratıktır, 
kendisinden mutlaka uzaklaşmak lâzımdır. Nebiyyi Zişân Efendimiz (S.A.V): 
  
 1"Yarabbi. Ben senden, dünyam, dinim, ehlim ve malım hakkında iffet dilerim."  diye dua 
buyurmuştur. 

69- 
  = Afv: Bağışlamak, suçtan geçmek, günahkâr kimse hakkında müstehak olduğu cezayı 
bir lûtuf olarak terketmek manası-nadır.  "Safh" da bir meseleden dolayı göz yummak, başa 
kakmamaktır ki af ile beraber kullanılır. 
Af ve safhın zıddı, intikamdır, cezalandırmaktır.  İntikam ki, acı çıkarmak, fena bir muameleye 
karşı kalbini rahatlatmak için diğer bir fena muamelede bulunmaktan ibarettir, bazı  şartlar dairesinde 
caiz ola-bilir. Fakat af ile muamele yapmak şüphe yok ki daha iyidir. Affın zevki, intikamın zevkinden 
daha fazladır. Bir hadîs-i şerifte:  
 2"ALLAH Teâlâ, bir kula af sebebiyle izzetten başka birşey arttır-maz."  buyurulmuştur.  
Bir şahsa karşı kalben tutulan bir buğz ve öfke ve zarar vermek arzusuna da "kin" denilir ki, bu 
da çok kere insanlığa layık olmaz. Yalnız mukaddes şeylere düşman olanlara karşı kalpte ebedî bir kin 
ve düşmanlık beslenmesi icabeder. 

70- 
  =Ahd: Söz vermektir. Riayet edilmesi lazım gelen muka-vele(sözleşme)ye de ahd 
denir. Ahde riayet, yapılması gerekli bir vazi-fedir. Ahde vefa etmemek bir zulümdür. İnsanlar 
ahidlerinde, sözle-rinde durmalıdırlar, bunlardan mesuldürler. Verilen bir sözde meşru bir sebep 
olmaksızın durmamak, insanın kıymetini ayaklar altına alacak derecede bir noksanlıktır. Bir hadis-i 
şerîfte:  
   
 3"Ahdin güzelliği, yani ahde lâyıkıyla riayet edilmesi imandan-dır."  buyurulmuştur. 

71- 
 = Fazl, fazilet: Üstünlüğe, kerem ve ihsana, ilim ve marifete "fazl" denir. 
İlim ve irfan itibariyle olan yüksek dereceye ve ahlâkî vazifelere riayet melekesine de "fazilet" denilir. 

Fazlın zıddı, kötülük, cimrilik-pintilik, cehalettir. Faziletin zıddı da rezalet, adilik-alçaklıktır. Faziletin 
çoğulu  "fezail"dir. Hikmet, adalet, şecaat ve iffet sıfatlarına  "fezail-i asliye" adı verilmiştir ki, 
bunlardan bir çok faziletler, doğar.  İnsan fazl ile, fazilet ile vasıflanmalıdır, insanın  şerefi ancak bu 
sayede temin edilmiş olur. 

72- 
  = Fütuvvet: Yiğitlik, insanın şerefi, kerem ve seha (cömertlik), dostların kusurlarına 
karşı bağışlama ile muamele demek-ir. Zıddı korkaklık, zillet, cimrilik, öfkedir. Fütuvvet, sahibini dine 
ve mürüvvete aykırı hallerden korur, fedakârlığa, yardımseverliğe sevke-der. Bu sebeple fütüvvetle 
vasıflanmaya çalışmalıdır. 

73- 
  = Feraset: Zihin uyanıklığı, bir şeyi çabukça anlayış kabiliyeti, bir insanın ahlâkını, kabiliyetini 
yüzünden anlamak melekesi demektir. 
Feraset, iki türlüdür. Biri, bir nevi ilham eseridir ki, sebebi bilin-meksizin meydana gelir. Diğeri, 
bir kazanma eseridir ki, muhtelif tabiatlara vakıf olmak sebebiyle meydana gelir. 
Ferasetin zıddı, ahmaklıktır, zekâdan mahrumiyettir. Ferasetli kimselerin huzurlarında uyanık 
bulunmalı, edebe, fazilete aykırı  şey-lerden kaçınmalıdır. "Müminin ferasetinden sakınınız. Çünkü o, 
1Allah'ın nuruyla bakar."  buyurulmuştur. 

74- 
  = Kadirdanlık: Herkesin mertebesini bilip hakkında ona göre muamele 
yapmaktır. Zıddı kadirnâşinaslıktır. Sosyal hayatta kadirdanlığın büyük bir ehemmiyeti vardır. Kadir 
bilen milletler ara-sında ilim ve hüner sahipleri çoğalır, kadir bilmeyen milletler de bilgiden, marifetten 
mahrum kalırlar. Bir hadis-i şerifte:  
 2" İnsanları mertebelerine indiriniz, yani herkese mevkiine göre muamele yapınız."  
buyurulmuştur. 

75- 
  = Kanaat: Kısmete razı olmak, yemek, içmek, gibi hususlarda iktisad, ölçülü olma 
dairesinde hareket etmektir. Zıddı israf-tır, saçıp savurmaktır, ihtirastır, aç gözlülük ile âdi bir hırstan 
ibarettir. 
Kanaati yanlış anlamamalıdır. Kanaat, mutlaka az ile yetinip tem-bellik içinde yaşamak değildir. 
Bilakis hırslı hareketlerden kaçınmak, başkalarının nimetlerine göz dikmeyip hakkına razı olmak, bir 
gönül huzuruyla yaşamaktır. Birçok hırsızlıklar, cinayetler kanaatsizliğin bir neticesidir. Bir hadîs-i 
şerifte: 
3"Kanaat, tükenmez bir hazinedir."  buyurulmuştur. 
Gerçekten kanaatli bir kimse, işini yoluna koyar, başkalarına muhtaç olmaz, hazinelere sahipmiş 
gibi müreffeh, şerefli bir halde yaşar. Diğer bir hadîs-i şerifte:  
4"Kanaat eden azîz, aç gözlü olan da zelil olur."  mealindedir.  
Herhangi bir hususta belli miktarı geçmek bir "israf" tır. Bir şeyi boş yere dağıtmak, lâyık 
olmayan yerlere sarfetmek bir saçıp savur-madır. Bir şeyin elde edilmesini adice, cimrilikle karışık bir 
tarzda iste-yip durmak da bir "tama"dır ki bunlar mutlaka kötü hasletlerdir. "Hırs"a gelince, bu da bir 
şey hakkında gösterilen fazla bir rağbet ve meyilden ibarettir ki, iki türlü olur. Biri, âdi şeyler 
hakkındaki hırstır ki kötüdür, kalbin fakirliğinden, zafiyetinden ileri gelir. Diğeri ise, yüksek, güzel 
şeyler hakkındaki hırstır ki, iyidir. Ruhun yüksek bir iradesine, yüceliğine delâlet eder. 

76- 
  = Kerem: Cömertlik, şan ve şeref, kıymetli  şeyleri kolaylıkla, gönül hoşnutluğu ile 
vermek demektir. Zıddı, cimriliktir. 
Kerem, yüksek fıtratta yaratılmış insanlara mahsus bir meziyettir. 

77- 
  = Lûtuf:  İyilik, güzellik, yumuşaklıkla, okşayışla mu-amele demektir ki, insanlık 
nişanesidir. Zıddı zulümdür, kaba, sert mu-ameledir ki, insanlığa yakışmaz. 
Yaratılanlar hakkında gösterilen lütuf ve kerem, yaratanın muvaf-fak kılmasına, yardımına 
kavuşmaya bir vesiledir. 
78- 
 = Lâtife, mizah: Şaka ve hoş nükteli söz demektir. Zıddı, ciddiyettir. Sırf bir 
eğlence, bir iltifat olmak için yapılan ve hiç bir kimsenin hatırına dokunmayan latifeler caizdir. Yeter ki 
lâtif olsun, lüzumundan fazla olmasın. 
Latifenin çokluğu, gülmeyi artırır, kalbi öldürür, heybeti giderir, düşmanlığa sebep olur. Bir 
hadis-i şerîfte şöyle buyurulmuştur:  
"İnsan bir söz söylerken bununla yanında bulunanlar gülüşür de, kendisi Süreyya yıldızından daha 
1uzağa uçar gider."  Yani şeref ve heybeti kaybolur. Bu sebeple o gibi latifelerden çekinmelidir. 
79- 
 = Mübahat: Övünme, iftihar etme, maddî veya manevî bazı sebepler, vasıflardan 
dolayı iftiharda bulunmak demektir. Takdire lâyık, yüce şeylere mensup olmaktan dolayı mübahatta 
bulunmak caizdir. Fakat herhangi fani bir varlıktan dolayı mübahatta bulunmak, kendisini görmek, asla 
caiz değildir. Böyle bir hale "ucb", "gurur", "cahilane tefahur" denilir ki pek kötüdür. 
Bir hadîs-i şerifte:  
 2" Üç  şey helak edicidir: Fazla cimrilik, uyulmuş heva, insanın ken-disini görüp beğenmesi."  
buyurulmuştur. 

80- 
  = Metanet: Esasen sağlamlık, dayanıklık manâsınadır. Istılâhda: "İnsanın fikrinde 
sabit, azminde kuvvetli, inancında köklülük sahibi olması demektir. Zıddı zaafiyettir, gevşekliktir. Hak 
uğrunda metanet göstermek kıymetli bir tabiat işidir. 

81- 
  = Medh: Övmek, irade ile yapılan güzel işlerden dolayı dil ile yapılan övme demektir. 
Zıddı zemdir, yani birinin aleyhinde fena sözler söylemek, onun kötü hallerini meydana koymaktır. 
Medhe lâyık kimseleri medhetmek, toplum arasında faziletin, ol-gunluğun artmasına sebep 
olabileceği için güzeldir. Fakat medhe lâyık olmayanları medhetmek, hakikata muhalif, tabiata aykırı, 
başkalarını aldatmaya sebep olacağı için pek kötüdür. Bir hadis-i şerifte: 
3"Onu bunu medhedip duranları görünce yüzlerine toprak saçı-nız."  buyurulmuştur. Gerçekten 
şahsî bir menfaat düşüncesiyle lâyık olmayanları medhe kalkışanlar, böyle bir muameleye 
müstahaktırlar. Herhangi bir kimseyi haksız yere kötülemek de haramdır. 
82- 
 = Müdara, Mümaşat: Yüze gülmek, dıştan dostluk göstermek, insanlara 
karşı güzel muamelede bulunmak, başka-larının fikirlerine uyarcasına hareket etmek ve barış, iyilik 
üzere dur-maktır. Meşru  şekilde yapılan  mudara güzeldir, muvaffak olmaya bir sebeptir. Bir hadis-i 
şerifte:  
   
4"İnsanlara mudara bir sadakadır."  buyurulmuştur. Diğer bir hadis-i şerif de:  
                                            "
 1"Ben farzlar ile emrolunduğum gibi insanlara mudara ile de emrolundum."  meâlindedir. 
Fakat güzel bir akıbet düşüncesiyle olmaksızın herhangi bir kim-senin sadece mevkiinden veya 
servetinden dolayı yüzüne gülmek, kendisine müdarada bulunmak pek kötüdür. Böyle bir hale 
yaltaklan-mak, dalkavukluk, yağcılık denir ki, insanlığa asla yakışmaz, dinen yasak, aklen kötüdür. 
83- 
  
Muhabbet:   Sevgi, dostluk ve kendisinden lezzet duy-duğu   şeye ruhun 
meyletmesi demektir. Zıddı buğzdur, düşmanlıktır. 
Muhabbetler, iki türlüdür. Biri tabii ve yaratılıştan olan muhab-bettir, insanın evlâdına karşı olan 
sevgisi gibi. Diğeri kazanılmakladır. İnsanın kendisinde olgunluk gördüğü bir insanı sevmesi gibi. 
Muhabbetler diğer bir bakımdan da iki türlüdür. Biri sebebi yok olan muhabbetlerdir. Bir kimseyi 
sadece dünyalığından dolayı sevmek ki, o dünyalık aradan kalkınca muhabbet de aradan kalkar. Diğeri, 
sebe-bi yok olmayan muhabbetlerdir. Herhangi bir şahsı sadece ALLAH için sevmek gibi. Bu türlü 
muhabbetler devam eder, işte ahlâkça bir fazilet sayılan muhabbetlerden maksad da bu türlü sevgilerdir. 
Bir hadis-i şerifte:  
   
 2"ALLAH Teâlâ’ya amellerin en sevgilisi, ALLAH için muhabbet, ALLAH için buğzdur."  
buyurulmuştur. Bu sebeple insan, ALLAH Teâlâ’nın sevdiği  şeyleri sevmeli, sevmediği  şeyleri de 
sevmemelidir. 

84- 
  = Merhamet, Rahm: Esirgemek, acımak,  şefkat göstermek, çaresiz 
kimselerin hallerine kalben acıyarak kendilerine yardımda bulunmak demektir. Merhamet, temiz 
ruhların bir süsüdür. Yalnız insanlara değil, hayvanlara da merhamet etmelidir. Bir hadis-i şerifte:  
 3"Yerde olanlara merhamet ediniz ki, size de gökte olanlar merha-met etsinler."  buyurulmuştur. 

85- 
  = Mürüvvet: Erkeklik, insanlığa uygun olan şeyi yapmak, güzel görünen şeyleri alıp 
kötülenmeye sebep olan hallerden kaçınmak demektir. Zıddı namertliktir. Açıkça yapılmasından uta-
nılacak bir şeyi gizlice de yapmamak bir mürüvvet eseridir. Görülen bir iyiliği unutmamak ve fırsat 
düşünce karşılığında iyilik yapmak da bir mürüvvet eseridir. 
86- 
  = Müşavere: Danışma, bir hususun hayırlı olup olma-dığını anlamak için münasip 
görülen kimse ile fikir alışverişinde bulun-mak demektir. Zıddı kendi bildiğine gitmek, kendi başına iş 
yapmaktır.  
Müşavere bir sünnettir, insan, müşavere neticesinde aydınlanır, hatırına gelmeyen şeyleri hatırlar, 
ihtiyatlı bir tarzda hareket etmiş olur. Hodrey olan, yani yalnız kendi görüş ve fikriyle iş gören kimse 
ise, çok kere pişmanlık çeker. Bir hadis-i şerif: 
4"İstişare eden zarar görmemiştir."  meâlindedir. Şu kadar var ki kendisiyle müşavere edilecek 
şahıs, doğru sözlü, tecrübeli, kararsızlık-tan, gururdan beri, düşünceden, kederden uzak bulunmalı ve 
kanaatini olduğu gibi söylemekten çekinmemelidir. 

87- 
  = Muavenet, taavün: İnsanların birbirine yar-dımda, hizmette bulunmaları 
demektir.   İnsanlar, daima birbirinin yardı-mına muhtaçtırlar.   İnsan, elinden gelen yardımı 
akrabasından, dostlarından, vatandaşlarından esirgememelidir. Şu kadar var ki yar-dımlar, meşru 
hususlarda olmalıdır. Meşru olmayan hususlardaki yardımlar birer günahtır, birer zarardır. Netekim 
Kur’an-ı Kerim’de:  
 5"Birbirinize ihsan ve takva üzere yardım ediniz, günah ve düş-manlık üzere yardım etmeyiniz."  
diye buyurulmuştur. 
88- 
  = Minnet: İyilik etmek manasına geldiği gibi, yapılan iyilikleri birer birer sayarak başa 
kakmak manasına da gelir. Bu ikinci manaya olan minnet, fena bir haslettir, yapılan iyilikleri mahveder. 
Nitekim bir âyet-i kerîmede:  
  
 1“Ey müminler sadakalarınızı minnetle, eziyet vermekle iptal et-meyiniz."  buyurulmuştur. Ancak 
iyilik edilen kimse nankör olursa o halde ona karşı minnet etmek, uyanmasına, nankörlüğe son 
vermesine belki sebep olur diye caiz görülebilir. 
89- 
  = Namus: Irz, iffet, edep, haya, emniyet ve istikamet gibi faziletlerin tamamından 
oluşan pek kıymetli bir haslettir. Şeriata, kanuna da namus denir. Cibril-i Emin’e "Namus-u ekber" 
denilmiştir. Namusun zıddı iffetten, istikametten mahrum bulunmaktır. 
Namus, sabit bir hakikattır, onun bunun anlayışına tabi değildir.  İslâm ahlâkına, adabına aykırı 
olan herhangi bir şeyin namus vasfıyla ilgisi yoktur. Bu sebeple o gibi şeylerden kaçınmak lâzımdır. 

90- 
  = Nifak: İki yüzlü olmak, dil ile imanlı veya dost görünüp kalpte kafirliği veya 
düşmanlığı gizlemek manasınadır. Böyle bir insana "münafık" ve "ikiyüzlü" denir. Bir hadîs-i şerifte  
  
 2"İki yüzlü olan kimse ALLAH katında bir mevki sahibi olamaz."  buyurulmuştur. Bu sebeple 
insan, samimî olmalı, dili kalbine, sözü özüne uygun bulunmalıdır. 

91- 
  = Nemime: Söz götürme, koğuculuk yapma, bir kimse aleyhine söylenen sözleri bir 
fitne-fesat maksadıyla kendisine ulaştırma demektir ki, pek kötü bir huydur. Bu yüzden nice dostların 
arası açılır, nice düşmanlıklar yüz gösterir. Bir hadîs-i şerifte: “Nemmam, koğucu olan, cennete 
3giremez.”  buyurulmuştur. Yani öyle bir müslüman, azaba müstahak olur, doğrudan doğruya cennete 
girmeye lâyık olmaz. Ne büyük tehdid!... Böyle çirkin bir hasletten ALLAH Teâlâ’ya sığınırız. 
92- 
  = Va’d: Söz vermek, söz verilen şey, bir kimsenin ya-pacağına dair söz vermiş olduğu 
husus demektir. İnsan, lüzum görül-medikçe bir şeyi vadetmemeli, vadedeceği takdirde “İnşALLAH” 
demelidir. Çünkü daha sonra vadini yerine getiremezse, mesul bir durumda kalmış olur.
Bir hadîs-i şerifte: “
 ” “Va’d borçtur” buyurulmuştur. Bu sebeple va’di yerine 
getirmek, bir insanlık vazifesidir.
93- 
  = Vefa: Verilen sözü yerine getirmek, borcu ödemek, dince ve akılca lâzım gelen 
şeyi yerine getirip mesûliyetinden çıkmak demektir. Bu pek şerefli bir vazifedir. Zıddı olan “hulf” yani 
sözde durmamak, ahde riayet etmemek ise, haramdır. Eski dostluğu muhafaza etmeye de “vefakârlık” 
denir. İnsan, vefalı olmalı, dostlarını, eski hu-kuku unutmamalıdır.
94- 
Vakar: Ağırbaşlı olmak, yapılacak işlerde dikkatli ve ihtiyatlı olmaktır. Zıddı, 
şiddettir, hafifliktir. Samimî olan vakar, insa-nın kıymetini yükseltir. Bunun alâmeti, dışarıda ve 
tenhada müsavi bir hal üzere bulunmaktır. Hafiflik ise, insanın şerefini yok eder.
Vakar, bir kibirlilik hali değildir. Bilakis tefekkürden, şerefi mu-hafaza duygusundan, ilim ile 
hilmin kuvvetinden ileri gelir. Hafiflik ise, anlayışsızlık ve az akıllılık nişanesidir. Lüzumsuz yere öteye 
beriye bakıp durmak veya gidip gelmek, bazı uzuvları oynatmak, her söze bir ehemmiyetle kulak 
vermek, lüzumsuz sualler sormak, sualde ve cevapta acele davranmak, elbiseye, endama lüzumundan 
fazla çeki düzen vermek, bunların hepsi bir hafiflik eseridir. Bu sebeple insan, bu gibi hafiflik sayılacak 
şeylerden kendisini korumalıdır.
95- 
  = Himmet: Yüksek bir irade, kalbin bütün ruhanî kuvvetleriyle ALLAH Teâlâ’ya ve 
diğer mukaddes gayelere yönelmesi demektir. Zıddı, adi karakterli, basit şeylere rağbet göstermesidir. 
İnsan himmetine göre yükselir, “himmetin yüksekliği imandandır”,  yüksek gayelere yetişmek arzusu, 
büyük bir himmetin nişanesidir.  
Daima mirat-ı ulviyyata nasb-ı dikkat et, 
Gözlerinden in’ikas-ı nur-i himmet parlasın.
(Daima yükseklerde bulunan aynaya gözlerini dikmeye bak ki, Gözlerinden himmet nurunun 
yansıması parlasın.)  

96- 
  = Yüsr: Kolaylık, zenginlik, bir şeyin yapılması veya yapılmaması hususundaki 
kolaylık demektir. Zıddı,  usrdur, çetinliktir. Müslümanlıkta kolaylık, bir esastır. Resul-ü Ekrem, 
(S.A.V) Efendimiz: 
   
 1“Müjdeleyiniz, nefret vermeyiniz. Kolaylık gösteriniz, güçleştir-meyiniz.”  diye emretmiştir. 
Bu sebeple insanların kalplerini sevindirmek, insanların nefretine sebep olacak şeylerden 
kaçınmak, insanlara her işte kolaylık göstermek bir esastır.
Bir hadîs-i şerif de:  
  
“Din kolaylıktan ibarettir, din ile galebe yarışına çıkan herhangi bir kimseye din, mutlaka galip 
2gelir.”  mealindedir. 
Artık mukaddes İslâm dininin bütün beşeriyet için rahmet olan bu mübarek mahiyetini güzelce 
bilmeli, onun her yönüyle tatbiki mümkün ve kolay olan emirlerine, hükümlerine hakkıyla riayet 
etmeli, onun gös-terdiği açık, geniş, nuranî yolu takibe çalışmalıdır. İnsan, ancak bu sayede selâmete, 
hidayete, saadete kavuşur. Bizleri böyle yüce bir dine nail etmiş olan Ezeli Mabudumuza, Kerîm 
yaratıcımıza ne kadar şük-redecek olsak, yine kulluk vazifemizin yüzbinde birini yerine getirmiş 
olamayız. Ancak onun ezelî, ebedî olan dergâh-ı izzetine sığınarak ku-surlarımızın, günahlarımızın 
bizlere bağışlanmasını hazîn bir kalp ile, aciz bir dil ile istirham eder, aflarına, keremlerine nail olmayı, 
şu aciz, günahkar yalvarma-yakarmalarımızla niyaz eyleriz.
“Bütün hamdü senalar alemlerin Rabbi ALLAH Teâlâ’ya mahsus-tur. Salat ve selam Peygamber 
Efendimiz Hz. Muhammed’e, O’nun âli ve ashabı, hepsinin üzerine olsun!”