SEKİZİNCİ KİTAP
KERAHÎYET VE İSTÎHSAN
HAKKINDADIR
İÇİNDEKİLER
• Bazı dinî tabirler• Her müslüman için öğretim ve öğrenimin lüzûmu
• Vaaz ve nasihatin ehemmiyeti
• Mukaddesata hürmet ve tâzim
• Diyanet ve muâmelât “beşeri münasebetler” hususunda sözleri kabul edilecek kimseler
• Müslümanlıkta aile ve akrabalık münasebetleri
• Müslümanlıkta kazancın ehemmiyeti. Muhtelif kazanç yollarının üstünlük dereceleri
• Alış-verişin çeşitleri ve kazanç miktarı, ihtikârın “kara borsacılığın” mahiyyeti ve hükmü
• Fâizin mahiyyeti ve çeşitleri
• Borç alma-verme meselesi
• Müslümanlıkta yapılmaları caiz olup olmayan şeyler, yiyip-içme miktarı ve bunların âdâbı,
giyilmeleri, kullanılmaları lâzım ve caiz olup olmayan şeyler
• Lukata “kayıp eşya”ların mahiyyeti ve hükmü
• Müslümanlıkta eğlencelerin, müsabakaların hükmü
• Müslümanlıkta insanların hayatça ve organca korunma altında olmaları
• Hayvanlara merhamet ile muamelenin lüzumu. Müslümanlıkta maddî ve manevî temizlik
Mübarek dinimizde: “Helâl, haram, mübah, mekruh, müstahsen (dinimizin güzel gördüğü
şey) veya gayr-i müstahsen” olan şeylerin bir kısmı, fıkıh kitaplarımızda:
Kitabü’l-kerâhiye ve’l-istihsan.”
Kitabü’l-hazar ve’l-ibâha.”
Kitabü'l-et'ime ve'l-eşribe.”
Kitabü'z-zühd ve'l-vera”,
gibi ünvanlar altında yazılı bulunmaktadır. İşte ilmihalimizin bu sekizinci kitabı, bu kısma ait bazı
meseleleri içine almaktadır.
BAZI DÎNÎ TABİRLER
1- İstihsan: Lugatta bir şeyi güzel saymak, güzel sanmaktır. Usulü fıkıh ıstılahınca:”Açık kıyası
bırakıp insanların ihtiyacına daha uygun olanı almaktır.”Diğer bir ifade ile “Kolaylık için güç olanı
terketmek, herkesin başına gelebilecek şeylerde -dini bir müsadeye dayalı- kolaylık tarafını arayıp tercih
etmek” demektir. Burada istihsandan maksat, pek lüzumlu, pek güzel bir kısım dinî meseleleri beyandan
ibarettir.
Dinimizin güzel gördüğü, müstehap saydığı şeylerden her birine” müstahsen” denir. Aksine de
“gayri müstahsen” denilir.
2- Kerahiyet: Lugatta zahmet, meşakkat, şiddet ve bir şeyi fena görmek manasındadır. Şer'an
“terkedilmesi daha iyi olan bir şeyin ter-kedilmeyip yapılması” demektir ki, buna “kerahet” de denir.
Taharet: 25.Madde’ye müracaat.
3- Hazar: Lugatta menetmek demektir. Mahzur yerinde kullanılır ki yasak edilmiş manâsındadır.
Şer'an yapılması yasak olan şeylerden ibarettir. Çoğulu”Mahzurat”tır.
4- İbâha: Mübah kılmak, yani, bir şeyin yapılmasını da, yapılma-masını da caiz görmektir. Bir
şeyin yapılmasına verilen izin, bir ibaha-dır. Bir yiyecekten bir kimsenin yemesine yetkili şahsın
verdiği izine de “ibaha” denir. Mubah tabiri için Taharet: 23. Maddeye müracaat.
5- Zühd: Bir şeye rağbet etmemek, bir şeyden kaçınmak mana-sınadır. Dünyaya meyletmeyip,
ibadet ve itaatla fazla meşgul olmak demektir.
6- Vera: Harama düşmek korkusuyla şüpheli şeylerden kaçınmak demektir. Buna “Takva”,
“îttika” da denir. Vera ve takva sahibine de “Müteverri, Müttaki” denir.
7- Met'umât: Tadılan, yenilen şeyler demektir. Her yenilen şeye “taam” denir, çoğulu “et'ime”
dir.
8- Meşrubat: İçilen sıvı şeylerdir. Lügatta her içilen sıvıya “Şarab” denir. Çoğulu “eşribe” dir.
Istılahda ise, şarap, sarhoşluk veren herhangi bir sıvıdan ibarettir. “Hamr” denilen içkiye de “Şarap”
denilegelmiştir.
Helâl, haram, mubah, mekruh tabirleri için de, Taharet: 22-28. maddeye müracat! …
müslüman için mükellef olduğu dinî vazifeleri yapabilecek, hak ile batılı, helâl ile haramı ayırt
edebilecek miktar bilgi sahibi olmak farz olan bir vazifedir. Çünkü hadis-i şerifte:
“İlim öğrenmek her müslüman kadın ve erkek üzerine farzdır.” buyurulmuştur.1
Başkalarına muhtaç oldukları şeyleri öğretmek için ilim tahsil et-mek de bir sünnettir, bir
ibadettir. Bundan fazlasını bir kemal “dini ol-gunluk”, bir zînet olmak üzere tahsil etmek de mubahtır.
Başkalarına karşı öğünmek, kibirlenmek ve başkaları ile mücadele etmek, tartışmak için ilim tahsil
etmek ise, mekruhtur.
10- İlim tahsil etmek, esasen gerek fertler için ve gerek toplum için lâzımdır. Bu bir zarurettir. Bu
zaruret miktarı ilim tahsili, bir İslâm toplumunun bütün fertlerinin yapması gerekli olan dini bir
vazifedir. Şu kadar var ki ilimlerin bir kısmı, her fert için mutlaka lâzım olduğundan bu kısmın tahsili
bir farzı ayındır, bununla her fert mükelleftir. Bir kısmı ise, her fert için değil, toplum hayatı için
vazgeçilmez oldu-ğundan bunun tahsili de bir farzı kifayedir. Tıp, matematik, harp ilimle-ri gibi. Bu
ilimleri herkes tahsil edemez. Bunlar ile toplumun bazı fert-leri meşgul olabilirler. Bu halde bunları bir
kısım fertler tahsil edince farz olan bu vazife yerine getirilmiş olur. Fakat bunlar ile İslâm toplumunu
teşkil eden fertlerin hiç biri meşgul olmazsa, o toplumun bütün fertleri ALLAH katında mesul olurlar.
11- İslâm dininde ilim, pek kıymetli bir şeydir. İlim, bir nurdur, bir hayattır, bir toplumun
yaşamasına, yükselmesine sebeptir. Cehalet ise, bir karanlıktır, bir ölümdür, bir felâkettir.
Resulü Ekrem (S.A.V) Efendimiz Lokman Hekim’in oğluna şöyle bir öğüt vermiş olduğunu
hikâye buyurmuştur:
“Oğulcağızım! Alimlerin meclislerine devam et, hikmet sahibi kimselerin sözlerini dinle. Çünkü
ALLAH Teâlâ, yer yüzünü ince yağmur ile dirilttiği gibi, ölü bir kalbi de şüphe yok ki hikmet nuru ile
diriltir.”
12- Müslümanlıkta her meslek erbabı için o meslekle alakalı dinî meseleleri bilmek bir vecibedir,
mühim bir vazifedir. Meselâ, ticaretle uğraşacak kimseler için bu hususta dinen caiz, helâl olup
olmayan şeyleri ilk evvel öğrenmek lâzımdır. Taki muamelelerinde gayrimeşru birşey bulunmasın.
13- Müslüman hanımlar, abdest, namaz, oruç gibi dinî hususlara ait bir kısım meseleleri ya
kocaları, mahremleri, vasıtalarıyla öğrenirler veya kocalarının rızalarıyla arasıra bir ilim meclisine
giderek öğrenme-ye çalışırlar. Fakat kocalarının rızaları olmadıkça bir ilim meclisine çıkıp gidemezler.
Şu kadar var ki, bir kadına dinî bir meseleyi öğretmek vazifesi yüz gösterdiği takdirde bakılır: Eğer
kocası bu meseleyi çözer veya ehlinden öğrenip kendisine bildirirse, maksat hasıl olmuş olur. Fakat
kocası bunu halledemez ve sorup öğrenmekten de çekinir ise, kadın, o meseleyi gidip ehlinden
öğrenmek selâhiyetine sahip bulunur. Yeter ki İslâm âdabına uygun bir tarzda hareket etsin .
14- İlim sahasında hakka yardım için, bir hakkın açıklanmasına yardım için, ilmî bilgilerin artmasını
temin için yapılan ilmi tartışmalar, münazaralar caizdir. Bunlar ibadetten sayılır. Fakat bir müslümanı
kahretmek, mahcup etmek ve üstünlük taslamak için bir mala, bir alakaya nail olmak için yapılacak
tartışmalar, tenkitler haramdır, ahlâka muhaliftir.
15- İlim sahasında “Mira” ve “mücadele” denilen şey, asla caiz değildir. “Mira” başkasının
ifadelerinin lâfzında veya mânasında görülen bir noksandan dolayı hemen itiraz etmektir, bu itiraz, kendini
görmekten, kendisini göstermekten ileri gelir. Bu sebeple söylenilen bir sözü hemen düzeltmeye
kalkışmamalıdır. Ancak dini bir fayda için olursa o takdirde yumuşaklıkla nezaketle hareket edilmelidir. Bir
hadîs-i şerîfte:
“Kul, haklı olduğu halde bile mirayı = faydasız tartışmayı terk et-medikçe, imanın hakikatini
tamamlamış olmaz.” buyurulmuşlur.3
Hak bir şeyde, bile bile inatçı olmak ve kibirlilik göstermek de as-la caiz değildir. Öyle bir hal,
riyadan, kinden, hased ile hırs ve açgözlü-lükten ileri gelir ki, insan için pek büyük bir eksikliktir.
Hak, kabul edilmeye daha lâyıktır.”
minberlerde halka karşı öğüt maksadıyla yapılan vaazlar birer sünnettir, peygamberimizin yoludur. Şer'i
şerife uygun, ihtiyac karşılayacak şekilde, hikmetli bir tarzda okunan hut-belerden, yapılan vaazlardan
herkes istifade eder. Bunlar birer “tezkir” dir. “Tezkir” = vazifeleri hatırlatmak ise, müminler için pek
faydalıdır.
17- Nasihat: Esâsen hayır istemek demektir. Bir hadîs-i şerifte:
“Şüphe yok ki din, ALLAH için, ALLAH’ın kitabı için, Peygamberi için, müslümanların
imamları için ve hepsi için hayır istemekten ibarettir” diye buyurulmuştur.1
Gerçekten ALLAH’ü Teâlâ’nın dinine hizmet için çalışmak, baş-kalarının hidayetine dini
yaşantısına selâmet ve saadetine hizmet için çalışmak ne büyük bir hayırseverliktir, ne yüce bir
harekettir!. Bunun içindir ki bir hadîs-i şerifte:
“ALLAH Teâlâ’nın bir kimseyi senin ellerinle-vasıtanla hidayete erdirmesi, senin için güneşin
üzerine doğduğu ve battığı şeylerin tama-mından daha hayırlıdır” buyurulmuştur.2
18- Nasihat, gerçekten bir hayır dilemektir, pek övülmüş bir hiz-mettir. Fakat sâdece reislik
sevdasıyla veya bir mala veya insanların alaka ve takdirine nail olmak maksadıyla yapılan vaazlar,
okunan hut-beler, sahipleri için birer vebaldir, güzel niyetle yapılmadığı için ALLAH Tealâ katında
değeri yoktur.
19- ALLAH rızası için yapılıp bir hayırseverlik eseri olan bir na-sihati kabul etmemek,
kendimizden üstün olan kimselerin meşru emir-lerine, tavsiyelerine itaattan kaçınmak ise, “temerrüd =
inatçılık, dik başlılık” denilen fena bir haslettir ki, hasetten, kendini görmekten, nef-sin arzu ve
isteklerine uymaktan ileri gelir.
20- Müslümanlıkta ma'ruf ile emretmek, münkerden men etmek de bir öğütten, bir hayır
dilemekten ibaret olup, pek mühim bir vazi-fedir. Müslümanlar, bu vazifeyi lâyıkıyla yerine getirmek
suretiyle başka milletlerden ayrılmış, Kur'an-ı Kerim'de övülmüşlerdir.
21- Maruf, tabiata uygun, şer'an güzel görülmüş olan şeydir. Münker de bilâkis tabiata aykırı,
şer'an çirkin bulunan şeydir. Bu se-beple her müslüman, kendi dindaşları hakkında ve bütün insanlık
hak-kında hayır ister, maruf ile emretmeyi ve tavsiyede bulunmayı, mün-kerden men etmeyi dinî bir
vazife bilir. Şu kadar var ki, bu vazifenin dereceleri vardır. Şöyle ki, bu irşat vazifesi, yapılmasında bir
fenalığın meydana gelmesi muhtemel değilse, fiilen yapılır, muhtemel ise, söz ile yapılır, bu da tehlikeli
ise, yalnız kalben yapılır, yani marufun yapıl-ması, münkerin terkedilmesi için kalben dua edilir.
22- Bir müslüman, yapacağı emir ve men etmenin zararsız kabul edilebileceğini kuvvetli zannı ile
bilirse, bu vazifenin yapılması kendisine gerekli olur, bunu terkedemez. Fakat bu yüzden bir engelle
karşılaşacağını, meselâ kendisinin dövülüp sövüleceğini yine kuvvetli zannıyla bilirse, bunu terketmesi daha
faziletli olur. Kabul edilmemekle beraber böyle bir mahzur meydana gelmeyeceğini bildiği takdirde de
serbesttir. Dilerse bu vazifeyi yapar, dilerse yapmaz. Şu kadar var ki, yapması daha faziletlidir. Bu uğurda
bazı sıkıntılara katlanmak ise, bir cihaddır.
23- Bir şahsın emir veya men ettiği şey, hakka ve maslahata uygun ise, kabul edilmelidir. Hatta
kendisi sözüyle amel etmese bile. Bununla beraber bir emretme veya nehyetmenin ruhlara tesir edebilmesi
için, bu vazifeyi yerine getirmeye çalışan kişi, şu beş vasfa sahip olmalıdır:
1- Bilgi sahibi bulunmalıdır. Çünkü bilgisiz kimse, bu irşat vazi-fesini güzelce yapamaz.
2- Söylediği şey ile kendisi de amel etmelidir. Aksi takdirde
"Niçin yapmadığınız şeyi söylersiniz!" azarla-masına maruz kalır.
3- Bütün sözleriyle ALLAH Tealâ'nın rızasını, müslümanların yükselmelerini gözetmelidir. Bunu
gaye bilmelidir.
4- Muhatapları hakkında şefkat göstermeli, irşat vazifesini merha-metle, yumuşaklıkla
yapmalıdır.
5- Sabır ile, güzel ahlak ile vasıflanmış olmalı, hiddetten, şiddet-ten kaçınmalıdır.
Şunu da ilâve edelim ki, avamdan bulunan kimselerin ilim ve irfan ile şöhret bulmuş zatlara emir
ve men etmede bulunmaları uygun değildir. Böyle bir hareket, edepsizlik sayılır, kendi haklarında
bilmek-sizin bir zarara sebep olabilir.
MUKADDESATA HÜRMET VE TAZİM
24- ALLAH Teâlâ'ya mensûb olan, dinen pak, nezih “tertemiz”, manevî bir büyüklüğe sahip bulunan
şeylere” mukaddesat = kutsal şeyler” denir.
ALLAH Tealâ Hazretleri, mukaddes olduğu gibi, onun bütün mü-barek isimleri de mukaddestir.
Hattâ bir ism-i celîli de “Kuddûs”dür.
Yine ALLAH Tealâ'nın kitapları, peygamberleri, velîleri birer kud-siyete sahiptirler. İslâm ibadetleri
birer mukaddes vazifedir. İslâm mabet-leri de birer mukaddes, mübarek yerlerdir.
25- Biz müslümanlar, bütün mukaddesata son derece hürmet ve tazim ile mükellefiz.
Mukaddesata hürmet ve tazim etmeyen kimse, ru-hu sönmeye başlamış, yüksek duygulardan mahrum
kalmış, gafil bir şa-hıs demektir, insanî kıymetini kaybetmiş bulunur.
26- Mukaddesata karşı yapılacak hürmet ve tazim’in şekli, mu-kaddesatın hüviyet ve mahiyetine
göre değişir. Biz burada bunların bir kısmına işaret edeceğiz. Şöyle ki:
27- Herhangi mukaddes bir ibadete veya hayırlı bir işe başlaya-cağımız zaman Besmeleyi
şerifeyi, mabudumuzun mukaddes ismini okumamız lâzımdır. Bir hadisi şerifte:
“Herhangi ehemmiyetli bir iş, “Bismillah” ile başlanılmazsa, ek-sik kalır, hayırlı bir neticeye
eremez” buyurulmuştur.
28- Biz mukaddes mabudumuzun mübarek isimlerini zikrederken “Teâlâ” gibi “Celle celâlühü”
gibi bir tabir kullanırız. Meselâ: “ALLAH Teâlâ”der,”Hak celle ve alâ” deriz, veya “Rabbimiz Celle
celâlühü hazretleri” deriz. Bunlar birer İslâm terbiyesi gereğidir.
29- Büyük Peygamberimizin yüksek isimlerinden biri zikredilince salât-ü selâm okuruz. Meselâ,
“Hazreti Muhammed sallallâhü aleyhi vesellem” deriz. Ve mübarek isimlerinden birini yazdığımız,
zaman “Aleyhissalâtü vesselâm” veya “sallâllahü aleyhi vesellem” gibi bir ifade yazarız veya
dilimizle okuruz.
Diğer peygamberlerin mübarek isimlerinide “Selâm” ile zikr ederiz. Meselâ, “Adem aleyhisselâm”,
“İbrahim aleyhisselâm” deriz. İki olursa “Aleyhimesselâm”, daha fazla olunca “Aleyhimüsselâm”
denilir.
30- Şânı yüce Peygamberlerden başkaları salât-ü selâm ile tek ba-şına anılmaz. Ancak
Peygamberler ile zikr edilince selât-ü selâma işti-rak ettirilebilirler. Meselâ “Ebubekr aleyhisselât-ü
vesselam” veya yalnız, “aleyhisselâm” demeyiz, yine, ALLAH Tealâ Hazretleri “Asha-bı kirama
salât-ü selâm buyursun” demeyiz, bilakis “ALLAH Tealâ Hazreti Muhammed'e ve onun âl ve
ashabına salât ve selâm buyur-sun” diye dua ederiz.
Peygamberler ile onlara tâbi olan ashabı kiramın aralarını ayırmak ve tâzîmdeki farka işaret için
bu husus, İslâmi âdâb olarak bütün ümmet arasında kabul edilmiştir.
31- İsimleri yalnızca zikr edilen ashabı güzîn hakkında “Radı-yallâhü anhüm = ALLAH
onlardan râzı olsun” deriz. Bir olunca “Ra-dıyallahü anh = ALLAH ondan razı olsun”, iki olunca da
“Radı-yallahü anhüma = ALLAH o ikisinden razı olsun” denilir.
Diğer ulema hakkında “Rahmetullahi aleyh, Rahmetullahi aley-hima, Rahmetullahi aleyhim
= ALLAH’ın rahmeti onun, o ikisinin, onların üzerine olsun” denilir.
Evliyâ-i Kiramdan tanınmış şahıslar hakkında da, “Kaddesellahu Esrarehu, Esrarehüma,
Esrarehüm = ALLAH’ü teâla onun sırrını, o ikisinin sırrını, onların sırrını1 mukaddes
eylesin”denilebilir. Bütün bunlar İslâm âdabı icablarındandır.
32- Bütün Ashab-ı Kiramı, din büyüklerini hayır ile anmak hepsi-ne karşı hürmet ve muhabbet
göstermek, hiç birinin hakkında dil uzat-mamak lâzımdır. Onların aralarında geçen bazı olayları ileri
sürerek haklarında hürmete aykırı sözlerde bulunmak, hiç bir müslümana yakışmaz, ve asla caiz olmaz.
33- Kur'an-ı Âzîm’î okumaya “Euzü” ile “Besmeleyi şerife” ile başlanır. Rabbimizin bu
mukaddes kitabından hakkıyla istifade edebil-mek için mutlaka zatı ulûhiyetine sığınmamız,
kendisinden yardım dilememiz lâzımdır.
34- Bir Mushaf-ı Şerîf ele alınarak okunacağı zaman, abdestli bu-lunmak lâzımdır. Bu esnada
kıbleye yönelmeli, toplu, hürmetli bir vazi-yet almalıdır. Abdestsiz olan bir kimse, Mushaf-ı şerifi
kılıfsız olarak eline alamaz. Kudsî bir kitabı ancak temiz, nezih olan eller tutabilir.
35- Kur'an-ı Azîm, temiz yerlerde, avret mahalleri örtülü ve Kur'anı dinleyecek vaziyette bulunan
kimselerin yanlarında açıkça oku-nabilir. Kirli-pis yerlerde veya avret mahalleri açık veya başka bir işle
meşgul kimselerin yanlarında âşikâre okunamaz, mekruhtur.
Dışarıda bulunup okunan Kur'an-ı Kerîme karşı hürmetli bir vaziyet almayacak kimselerin işitecekleri
şekilde alenen Kur'an okunması da uygun değildir. Bu hal, Kur'an-ı Kerîm hakkında hâşâ ihaneti ve halk
hak-kında manevî mesuliyeti gerektireceğinden buna sebebiyet vermemelidir.
36- Hattat olan zat, yazacağı bir Mushaf-ı şerif kağıtlarını yük-sekçe tutup pek ince olmayan bir
kalemle ve tertemiz bir mürekkep ile beyaz kâğıt üzerine yazmalı, satırlarını seyrekçe bırakmalıdır.
Mushaf nüshalarını pek küçük kağıt parçalarında ince kalemler ile yazmak, tenzihen mekruhtur. Bu
mübarek nüshaların altın ile veya gümüş ile süslenilmesi, tazimi gösterdiğinden caiz görülmüştür.
37- Mushaf-ı şerifi, Haceri Esvedi, Kâbe-i Muazzama’nın eşiğini tazim için öpmek caizdir. Buna
“diyanet öpmesi” denir. Nitekim mü-barek bir şahsın elini öpmeye de “tehıyye öpmesi” denilir.
“İmam Şafiîye göre ekmeği öpmek, mubah veya hasen “güzel” olan bir bidattır. Bu öpmek,
Hanefîlerce de mubah, görülebilir.”
38- Mushaf-ı Şerîf ile, diğer dinî bir kitap ile veya taşında Kur'an-ı Kerim'den birşey yazılı bir
yüzük parmakta iken -kesin bir zaruret bulunmadıkça- helaya girilemez, hürmete aykırıdır. Bunları
helaya gir-meden evvel çıkarmalı, temiz bir yere bırakmalıdır.
39- Bir Mushaf-ı Şerîf, okunmayacak bir hale gelince, temiz bez içine konup ayak basılmayacak
temiz bir yere gömülmelidir. Bu, Kur'ân’a ihanet değil, bir ikramdır. Bununla beraber tam üzerine toprak
atılmaması için orada bir lâhid “Bak. Namaz kitabı Madde: 600” veya tahtalardan bir tavan yapılmalıdır. Bu
gibi mushafları yakmak caiz değildir.
Diğer dinî kitaplar ise, yıpranmış olunca, hem gömülebilir, hem de akar suya bırakılabilir, hem de
içlerindeki mukaddes isimler silin-dikten sonra yakılabilir. Bu gibi kitap kâğıtlarına birşey sarmak,
dine, ilme karşı hıyâneti ifade edeceğinden caiz olamaz.
Aynı şekilde, içlerinde Cenabı Hakk’ın veya Resul-ü Ekrem’in isimleri yazılı kâğıt parçalarına da
bu isimler silinmeksizin bir şey sarıl-ması mekruhtur.
40- Mabetlere karşı hürmette bulunmak da yapılması gerekli dini bir vazifedir.
Bir Camii şerife, bir mescide hürmetle girilir, içinde tazimli bir şekilde oturulur, lâubali
hareketlerden, lüzumsuz sözlerden kaçınılır, “Namaz kitabı Madde:490 ve devamına” müracaat!..
41- Kur'an-ı Azîme, din ve imana, Peygamberlerden herhangi bi-rine ve Peygamberimiz
(S.A.V)’in, bir sünnetine, bir hadîs-i şerife, bir İslâm mabedine -haşa- sövmek, ihanette bulunmak veya
bunlardan birini hafife almak “el-iyazu billâh = bundan ALLAH’a sığınırız” kafirliktir, derhal tevbe ve
istiğfar edip imanı ve nikâhı tazelemek icap eder.
Bir şahsın sarhoş bir halde böyle çirkin bir işte bulunması, kafir olmasını gerektirmez. Çünkü
kafirlik, itikat-imanla alakalıdır. Aklın git-mesi ile beraber tahakkuk etmez. Böyle bir şahsa lâzımdır ki
tevbe ve istiğfar etsin, sarhoşluk verici şeyleri kullanmaya son versin, böyle haram bir şeye devam
etmesin.
42- İnsan, aslında en güzel şekilde yaratılmış mükemmel, muhte-rem bir varlıktır. Hiç bir
kimseye sövülmesi caiz değildir. Bilhassa ağza sövülmesi büyük bir günahtır, “tazîr”1 cezasını ve
tevbe-istiğfar etme-sini gerektirir. Hattâ bazı fıkıh alimlerine göre bir mü'minin ağzına sö-vülmesi kâfir
olmasını gerektirir. Çünkü mü'minin ağzı iman ve Kur'an yeridir, onun ağzına söven, -haşa- Kur'an'a
sövmüş gibi olur. Bu sebep-le imanını ve nikâhını yenilemesi lâzım gelir.
43- Kur'an-ı Kerim’i veya herhangi bir din kitabını kasten temiz olmayan bir yere atmak, Kur'an
âyetlerini, kelimelerini sihir büyü gibi bir maksatla temiz olmayan şeyler ile yazmak ve yine bu
maksatla tazime aykırı sözler söylemek kafirliği gerektirir. Bu sebeple bu gibi şeylerden son derece
kaçınmak lâzımdır.
44- Sihir = Büyü; bedenlere, ruhlara, gönüllere tesir eden, insanı hasta bırakan, öldüren, karı ile
kocanın arasını açan, bir takım dökümlerden, yazılardan, dualar ile efsunlardan ibarettir ki bütün müçtehid
alimlerce kesinlikle haramdır. Böyle bir şey, fâsık kimselerin ellerinde meydana gelebilir. Hattâ bazı
müctehitlere göre sihri öğrenip başkalarına öğreten kimseler, dinden çıkmış olurlar, öldürülmeleri lâzım
gelir. Şu kadar var ki, caiz olmasına inanmaksızın sadece kendisini fenalığından korumak için sihir yapmayı
öğrenen kimse, dinden çıkmış olmaz.
45- “Büyücüler, şeytanlar, her istediklerini yaparlar” diye itikat edilmesi de kafir olmaya sebep
olur.
Sihrin bir hakikati var mıdır, yoksa bir sanattan, bir göz bağcılık-tan ibaret midir? Diğer üç
mezhep imamına göre, sihrin bir hakikati vardır. Bazı sihirler, Cenab-ı Hakkın dilemesiyle tesir eder.
Fakat İmam-ı A'zam'dan rivayet edildiğine göre sihrin ne hakikati vardır, ne de cisimler üzerinde bir
tesiri. Bazı hâdiseler, bir tesadüf eseri olabilir. Bununla beraber sihrin çeşitleri vardır. Bir çeşit sadece
bir sanattan baş-ka bir şey değildir. Bir fevkalâdeliği yoktur.
46- Sihirbazların tövbeleri bazı müctehitlere göre kabul olunur. Bazılarına göre kabul olunmaz.
Mutlaka dünyada ceza görmeleri lâzım gelir. Çünkü bu, bir zındıklıktır.
47- Kehanette bulunmak, yani gayptan haber vermek iddiasına kalkışmak, yıldızlardan bir takım
hükümler çıkarmak, “remil atmak”2 da haramdır. İslam dini, bu gibi şeyleri kesinlikle menetmiştir. Bunlar
ile vakitlerini zayi etmek, münevver, mütefekkir insanlara asla yakışmaz.
48- Diyanet-i mahzada, yani yalnız ALLAH Teâlâ ile kulu ara-sındaki bir ibadet hususunda âdil
olan kimselerin sözleri kabul edilir. Fâsıkların, gayrimüslimlerin sözleri kabul edilmez.
Meselâ, mevcut bir suyun temiz olmadığını bir âdil müslüman, haber verip de başka su
bulunmasa, teyemmüm caiz olur. Fakat bunu fâsık veya hali bilinmeyen veya gayrimüslim bir kimse
haber verirse, araştırmak lâzım gelir. Yani o suyun hakikaten temiz olup olmadığı araştırılır, kuvvetli
zanna göre amel olunur. Şöyle ki: Eğer bu haber verenin doğru söylediği hakkında kuvvetli zan
meydana gelirse, yalnız teyemmüm yapılır, yalan söylediği hakkında kuvvetli zan meydana gelirse bu
su ile abdest alınır, ihtiyaten teyemmüm de yapılır.
49- Bir suyun temiz olduğunu bir âdil, temiz olmadığını da diğer bir âdil müslüman haber verse,
bunun temiz olduğuna hükmedilir. Çünkü suda asıl olan temiz olmaktır. Fakat ölü bir hayvanın boğazlanmış
olduğunu bir âdil, boğazlanmamış olduğunu da diğer bir âdil kimse haber verse, bu hususta en
kuvvetli kanaate göre amel olunur.
50- Bir gayrimüslimin müslüman olmuş olduğunu bir müslüman haber verse, üzerine cenaze
namazı kılınması caiz olur.
51- Alım-satım ve benzerleri gibi muamelelere gelince bunlarda adalet şart değildir. Fâsıkların,
gayrimüslimlerin sözleri de kabul edilir. Hattâ bunların bu muameleler esnasında meydana gelen helal
ve harama ait sözleri de makbuldür.
Meselâ bir gayrimüslim, yanında bulunan bir et hakkında, “Ben bunu bir müslümandan veya bir ehli
kitabtan aldım” dese, o eti bir müslümanın yemesi helâl olur. Bilâkis “bir Mecusiden aldım” dese, helâl olmaz.
Muamelât denilen işler, pek geniş, pek umumîdir. Bu yüzden bu hususta gayrimüslimlerin de
sözlerini kabul etmek, sosyal bir zarurettir.
MÜSLÜMANLIKTA AİLE VE AKRABALIK MÜNASEBETLERİ
52- Müslümanların arasında bir din kardeşliği vardır. Bu umumî dinî yakınlıktır, en kuvvetli bir
bağdır. Bu sebeple müslümanlar, herhangi ırka, herhangi yurda mensup olurlarsa olsunlar, birbirine
bağlıdırlar, birbirini severler, birbiri hakkında hayır isterler. Nitekim bir âyeti kerîmede:
Müslümanlar şüphe yok ki kardeş-lerdir.”1 buyurulmuştur.
Bundan başka müslümanlar arasında farklı derecelerde bir neseb, bir süt, bir hısımlık yakınlığı da
vardır. Bu bakımdan da aralarında bir takım vazifeler, haklar, hükümler cereyan eder, bunlara riayet
edilmesi dinen lâzım gelir.
53- Müslümanların artmaları, kuvvetlenmeleri, yurtlarını, varlık-larını müdafa edebilmeleri,
aralarında aile teşkilâtının gelişmesine bağ-lıdır. Bunun için aile teşkil etmek ve bu ailenin devamına
çalışmak müslümanlıkta mühim bir vazifedir.
Şöyle ki aile yuvası kurmaya güç ve imkanına sahip, kendisinde şiddetli bir evlenme arzusu mevcut
olan bir müslüman için evlenip aile sahibi olmak, vacip veya farzdır. Nefsi arzuları normal bir halde
bulunan bir müslüman için de bir sünneti müekkededir. Bir hadis-i şerifte:
“Evleniniz, çoğalınız, evlât sahibi olunuz, çünkü ben kıyamette sizinle ümmetlere karşı iftiharda
bulunurum”2 buyurulmuştur.
Fakat aile hukukuna riayet edilemeyeceği, meselâ, alınacak kadı-na zulüm ve kötülük yapılacağı
bilindiği takdirde, evlenmek haramdır. Çünkü bu halde aile hayatından beklenilen faydalar meydana
gelemez.
54- Talak-boşama hâdisesine gelince, bu bir yönden meşru ise de diğer bir yönden yasaklanmıştır,
mahzurdan uzak değildir. Şöyle ki aile hayatından beklenilen şeyler meydana gelmediği veya iffet veya
uyum bakımından bir fenalık yüz gösterdiği takdirde talak, meşrudur, tavsiye edilmiştir. Fakat böyle bir
ihtiyaç zaruret bulunmadıkça, talak hoş karşı-lanmamıştır, güzel değildir. Nitekim bir hadîs-i şerifte:
“Talak, ALLAH katında helâl şeylerin en sevimsizidir” buyurul-muştur. 3
Bu sebeple aile hayatını yaşatmaya çalışmalı, lüzumsuz yere ay-rılma, boşanma hâdiselerine
meydan vermemelidir, bunun mesuliye-tinden çekinmelidir.
55- Her müslüman için aile hayatı ile alakalı dinî meseleleri kâfi derecede bilip bunlara riayet
etmek de bir vazifedir. Kimlerin birbiriyle evlenip evlenemeyeceğini, kimlerin arasında mahremiyet
mevcut olup olmadığını bilmek icab eder.
56- Nikâh denilen evlenme muamelesi, müslümanlarca karı ile koca olacak kimseler veya
bunların velîleri veya vekilleri arasında ve en az iki müslüman erkeğin veya bir müslüman erkek ile iki
müslüman kadının huzurlarında, “Ben seninle evlendim,” “ben de kabul eyledim” veya “ben falancanın
ızı falancayı velisi veya vekili bulunduğum falanca için eş olarak kabul ettim” “ben de falancayı velisi
veya vekili bulunduğun falancaya velisi veya vekili olmam hasebi ile evlendirdim” gibi bir icap ve
kabul ile akit yapılır. Ve kadına “mehir” adıyla emsaline göre bir miktar mal verilmesi de lâzım gelir.
Bu mehir, iki tarafın rızasıyla evvelce de tayin edilebilir. Kadın bu mehrini sonra kocasına
bağışlayabilir.
57- Babalar, dedeler, analar, nineler, erkek ve kız kardeşler, amcalar, dayılar, halalar, teyzeler
arasında bir neseb yakınlığı, bir ebedî mahremiyet vardır. Bunların arasında nikâh asla caiz değildir. Meselâ
bir kimse, hiç bir vakit ne anasını, ne kızını, ne de halasını nikâh ile alamaz.
Yine bir kimse, kendi kardeşinin kızını veya torununu da alamaz. Fakat bir kimse, halasının veya
teyzesinin kızını alabilir. Ve iki kardeş çocukları da birbirleri ile evlenebilirler. Bunlar arasında bir
yakınlık var ise de, bir mahremiyet yoktur.
58- Süt itibariyle sabit olan mahremiyet de nesebce sabit olan mahremiyet gibidir. Bu sebeple bir
kimse ile süt babası, süt anası, süt dedesi, süt ninesi, süt kardeşi, süt kardeş evlâdı, süt halası, süt teyzesi
arasında ebedî bir mahremiyet vardır. Bunlar birbirleri ile evlenemezler.
Bununla beraber bu mahremiyetin sabit olması için çocuk, sütü en fazla iki buçuk yaşına kadar -
hatta bir kere olsa bile- emmiş veya içmiş bulunmalıdır. Bu müddetten sonra emilen veya içilen bir süt
ile süt evlatlığı, süt kardeşliği sabit olamaz. Bu müddet, İmam-ı A'zam'a gö-redir. İmameyn'e göre süt
müddeti iki senedir.
59- Kadın ile kocasının bir kısım akrabası ile kendileri arasında “sıhriyet = hısımlık” itibariyle
bir yakınlık meydana gelmiş olur ki, bu da bir mahremiyet meydana getirir, nikâhın caiz olmasına mani
olur. Şöyle ki; bir kimse, kendi hanımının anasını, ninesini, başka kocasından olan kızını veya torununu
asla nikâh edemez. Hatta aralarındaki evlilik bitmiş olsa bile. Şayet bunlardan birine gayrimeşru olarak
yaklaşacak olsa veya bunların bir uzvunu -sıcaklığı duymaya mani bir engel bulun-maksızın- şehvetle
tutsa veya öpse, karısı kendisine ebediyen haram olur. Buna “Hürmeti musahare” denir.
60- Bir kadın da kendi kocasının babasıyla veya başka hanımın-dan olan oğlu ile, torunu ile asla
evlenemez. Bunların arasında da ebedî bir mahremiyyet vardır. Şayet aralarında gayrimeşru bir ilişki
veya şehvetle bir temas meydana gelse, kocasına ebediyyen haram olur.
61- Bir erkekle kendi karısının kız kardeşi, halası veya teyzesi arasında geçici bir mahremiyet
vardır. O erkek, evlilik devam ettikçe bunlardan birini alamaz. Fakat bu evlilik tamamen bittikten,
meselâ kadın öldükten veya boşanıp iddeti bittikten sonra alabilir.1
62- Bir kimse, üvey anasıyla veya kendi oğlunun veya torununun karısı ile asla evlenemez. Hatta
evlilik sona ermiş olsa bile. Bunlar arasında da “hürmet-i musahere” vardır. Şayet bir kimse, oğlunun veya
torununun veya babasının hanımına gayrimeşru yakınlıkta veya şehvetle temasta bulunsa; bu kadın kocasına
ebediyyen haram olmuş olur.
63- Hürmet-i musahere, gayrimeşru ilişkiyle de sabit olur. Şöyle ki, bir kimse, kendisine
gayrimeşru bir şekilde cinsel ilişkide bulunmuş veya bir uzvunu engelsiz şehvetle tutmuş veya öpmüş
veya cinsel organına şehvetle bakmış olduğu bir kadının neseb veya süt itibarıyla anasını, ninesini,
kızını, torununu asla alamaz. Bunlar ile aralarında ebedî bir mahremiyyet bulunmuş olur. Bu, yapmış
olduğu gayrimeşru hareketin bir nevi cezasıdır, neticesidir.
64- Bir müslüman, başkasının nikâhında veya iddetinde bulunan bir kadını alamaz. Aynı şekilde
bir müslüman, ehli kitap olan bir yahudi veya hıristiyan kadını nikâh edebilirse de, müşrik olan bir
kadını, me-selâ bir mecusi kadını asla nikâh edemez. Ancak kadın, bu şirkini terk ederse, o zaman
nikah edebilir.
Bir müslüman kadını ise, hiç bir gayrimüslim ile evlenemez. Bu, dinen kesin bir şekilde haramdır.
Böyle bir hal, İslâm şerefine, İslâm menfaatine ve bir müslüman kadının şahsi selâmet ve saadetine
aykırıdır.
65- Müslümanların münasebetlerinde karşılıklı bir hürmet, bir nezaket vardır. Bir müslüman,
başkasının evine rızası olmadıkça gire-mez, başkasının evinin içine izni olmadıkça dışarıdan bakamaz,
sözle-riyle kimseyi rahatsız edemez. Bunun dışında olarak erkekler, göbekleri altından itibaren diz
kapakları altına kadar olan uzuvları müstesna olmak üzere birbirlerinin bütün uzuvlarına bakabilirler.
66- Kadınların birbirlerine veya kendi kocaları olmayan erkeklere bakmaları da erkeklerin birbirine
bakmaları gibidir. Bu sebeple bir müslüman kadın, diğer bir kadının veya bir erkeğin göbeği altından diz
kapakları altına kadar olan kısmına bakamaz, diğer uzuvlarına bakabilir. Yeter ki bir şehvet, yani kalben bir
arzu ve meyil korkusu bulunmasın.
67- Bir erkek, yabancı veya yakını olup nikâhı ebediyyen haram olmayan bir kadının ahlâkî bir
mahzur bulunmadığı takdirde yalnız yüzüne, ellerine bakabilir. Ebediyyen mahremi olan bir kadının
meselâ anasının veya kızının veya teyzesinin ise, yüzüne, başına, göğsüne, kulaklarına, baldırlarına
bakabilir ve bu uzuvları tutabilir. Yeter ki iki taraftan hiç birinde şehvet korkusu bulunmasın.
68- Erkek ile hanımı arasında her yönüyle özel bir durum “helal olmak” mevcut olduğundan biri
diğerinin bütün vücuduna bakabilir. Şehvetle olup olmaması müsavidir. Şu kadar var ki, cinsel
organlarına bakmamaları daha iyidir, edebe uygundur.
69- Bir doktor, tedavisinde bulunduğu bir kadının hastalıklı olan herhangi mahrem bir uzvuna
zaruret miktarı bakabilir. Şu kadar var ki, tedavisini bir kadına tarif ederek havale etmesi daha
uygundur. Çünkü cinsin cinse bakması daha hafiftir.
pek ehemmiyetli bir vazifedir. Hattâ bir hadis-i şerifte: “Kazanç aramak müslüman olan her erkek ve kadın için bir farzdır.”1 buyurulmuştur. Çünkü herhangi
bir müslüman, mükellef olduğu vazife-leri ancak kazanç sayesinde yerine getirebilir. Bu vazifelerin
yapılması kuvvet ile sıhhate bağlıdır. Kuvvet ve sıhhat ise, gıdaya ve diğer hu-suslara bağlıdır. Gıda ve
diğer hususlar ise, ancak kazanç vasıtasıyla elde edilebilir. Bu sebeple kazanç meydanına atılmak da
mühim bir vazifedir, bir farzdır. Şöyle ki:
71- Herhangi bir müslüman için kendi nefsini ve nafakaları üzerine lâzım gelen kimseleri
geçindirmeye ve borçlarını ödemeye yetecek miktar helâlinden kazançta bulunmak bir farzdır. Nitekim bir
hadîs-i şerifte: “Her müslüman üzerine helâli aramak vaciptir.”2 buyurulmuştur.
72- Fakirlere yardım, gariplere iyilik yapmak için yeterli miktar-dan fazla kazanç, övülmüştür,
güzel görülmüştür. Böyle bir kazanç nafile ibadetten daha faziletlidir. Çünkü bunun faydası başkalarına
da dokunmaktadır.
73- Geniş bir imkana sahip olmak, daha fazla nimetlenmek için daha çok miktarda kazanmak,
mubahtır. Bir hadîsi şerif de: “Salih insan için salih mal ne güzeldir.”3 meâlindedir.
74- Halka karşı kibirlenmek ve övünmek için yapılan kazanç haramdır. Hatta helâl bir yolda yapılmış
olsa, bile. İnsanlara karşı servetiyle, mevkii ile çalım satan kimseler, yarın ahirette Hak Tealâ Hazretleri'nin
gazabına uğrayacaklardır.
75- Başka başka kazanç yolları vardır. Bunların en faziletlisi, evvelâ cihat yoludur. Sonra
ticarettir, sonra ziraattır. Bazı alimlere göre ziraat, ticaretten daha faziletlidir. Daha sonra da sanattır.
Şöyle ki:
76- Müslümanlar için icap ettiğinde cihat meydanına atılıp İslâmiyeti yükseltmeye, İslâm
yurdunu, İslâm varlığını müdafaaya çalışmak bir farzdır. Bu farzın dâiresi, lüzumuna göre genişler, eli
silâh tutan müslümanların bir kısmına ve yeterli olmazsa, hepsine yönelen farz bir vazife olur. Bu
uğurda düşman ile çarpışan, düşmanı tepeleyen İslâm mücahidleri gazi, hayatlarını feda edenler de şehit
ünvanını alırlar.
Şehitlere ölü denilmesi doğru değildir. Onlar ebedî bir hayata sahiptirler. Onlar, ALLAH
Tealâ'nın manevî huzurunda rızıklandırılıp dururlar. Bu sebeple şehitlik büyük bir mertebedir.
İşte bu cihad neticesinde müslümanların galip gelip ganimet malları elde etmeleri, en faziletli bir
kazançtır. Çünkü bununla düşman kahredilmiş, din ile dünya birleştirilmiş olur. Bu mallar, velîyyülemr
tarafından bir orana göre mücahidlere taksim edilir. Bu malları mücahidlerin kendi kendilerine almaları,
intizama engel, başka mücahidlerin ve beytülmalın hukukuna aykırı olduğu için helâl değildir.
77- Müslümanlıkta ticaret de pek kıymetli bir kazanç yoludur. Ticaret, toplumların refahına,
yükselmesine sebeptir. Bir hadîs-i şerifte: “Rızkın onda dokuzu ticarettedir”1 buyurulmuştur. Diğer bir hadîs-i şerifte de:
“Doğru muameleli, müslüman bir tacir Peygamberler ile, sıddıklar ile, şehidler ile haşr olur.”2
buyurulmuştur.
78- Müslümanlıkta ziraat da pek mühim bir kazanç yoludur. Bunun faydası pek umumîdir. Ekincilik,
insanlıkla beraber doğmuştur. Bununla ilk uğraşan zat, Hazreti Âdem Aleyhisselâmdır. Bir hadîs-i şerifte:
“Rızkınızı yerin altında gizli bulunan şeylerde arayınız.” buyurulmuştur. Bu yüksek emir, ziraata
da, madenciliğe de şâmildir.
79- Müslümanlıkta sanat da pek makbul bir kazanç yoludur. Bir çok sanatlar vardır. Bunların bir
kısmı, toplum hayatı için pek lâzımdır. İnsan, kendisine en faydalı, en güzel sanatlardan birini
seçmelidir. Bir hadîs-i şerif:
“Sanat, fakirlikten emandır.” mealindedir.
80- Müslümanlarca tese'ül = dilenme esasen bir kazanç yolu değildir. Az çok kazanmaya gücü
olan her müslüman için dilenmek haramdır. Bir müslüman, yüksek himmet sahibi bulunur, onun ruhu,
dilenciliğe tenezzül etmez. Şu kadar var ki, kazanmaktan tamamen âciz olan bir kimse için dilenmesi
lâzım gelir. Böyle âciz bir kimse, dilenmeyi bırakıp da açlıktan ölecek olsa, günaha girmiş olur. Çünkü
kendisini tehlikeye atmış, bir nevi intihar etmiş bulunur. Böyle bir halde dilenmek ise, hayatın
dayanılması mümkün olmayan ihtiyaçlarından ileri geldiği için bir zillet sayılmaz. Bir hadîs-i şerifte:
” Dilenme, kulun en son kazancıdır” diye buyurulmuştur.
81- Bir fakir, dilenmekten de âciz bir durumda bulunursa, halinden haberdar olan herhangi bir
müslüman için ona bizzat veya bir aracı ile yemek yedirmek, onun hayatını kurtarmak yapılması gerekli
bir vazife olur. Bu vazife yapılmazsa, bu hali bilen müslümanlar günahta ortak olurlar.
Şunu da ilave edelim ki, bir günlük nafakası olan bir fakir için dilenmek helâl değildir.
satabilir mi?. Bu mesele etraflıca açık-lanmaya muhtaçtır. Şöyle ki, satış muamelesi başlıca şu dört kısma
ayrılır:
1- Bir malı sermayesine = kaça mâl olmuş ise, ona satmaktır. Buna, “Tevliye” denir. Bu, caizdir.
Bir satıcı, bazen elindeki bir malını hiç kâr gözetmeksizin aldığı fiyata satar. Bu, kendi hakkıdır. Ancak
bu hususta riayet edilecek şey, sermaye miktarını doğru söylemektir. Aksi takdirde satıcı ALLAH
katında mesul olur. Alıcı da alış muamelesini dilerse bozdurur, dilerse fazla bedeli geri alabilir.
2- Bir malı sermayesinden noksana satmaktır. Buna da “Vazi'a” denir. Bu hususta da sermayeyi
doğru söylemek lazımdır. Fakat burada alıcıya düşen ahlâki bir vazife vardır. Şöyle ki, eğer fakir bir
kimse, bir zaruret dolayısıyla bir malını böyle noksanına satıyorsa, onun zararına meydan vermemeli, o
malı mümkün olduğu kadar değeriyle satın al-malıdır. Bu, bir yardımlaşma, bir sadaka mahiyetinde
olmuş olur.
3- Bir malı, sermayesini ve lüzumlu masraflarını söyleyerek on-lardan bir miktar fazlasıyla
satmaktır. Buna da “Murabaha” denilir. Sermayenin ve zarurî masrafların yekûnunu tam bir sıhhat
üzere tayin eden bir tüccar, elindeki bir malı az çok bir kâr ile satabilir. Bu, caizdir. Şu kadar var ki
alıcının o mala olan ihtiyacından istifadeye kalkış-mamalı, insaf dairesini aşmamalıdır. Aksi takdirde
böyle bir muamele, mekruh olmaktan, uhrevî mesuliyetten uzak olmaz.
4- Bir malı sermayesini söylemeksizin az çok bedel karşılığında satmaktadır. Buna da
“Müsaveme” denilir. Böyle bir satış da caizdir. Hattâ yalan söylemek ve sermayenin miktarını tayin
hususunda hataya düşmek tehlikesinden salim olduğu için daha güzel görülmüştür. Şu kadar var ki,
satıcı, alıcıyı aldatır, onun piyasayı bilmediğinden istifade ederek o malın başka bir yerde
bulunmadığını ve pek kıymetli olduğunu söyleyerek onu “Gabn-ı fahiş” ile satarsa, bu hareketi helâl
olmaz, kendisi ALLAH katında mesul olur, alıcı da böyle bir “tağrir” den = aldatıştan dolayı o malı
geri verebilir.
Gabn-ı fahiş: Eşya ve ticaret malları gibi bir şeyi kıymetinden yüzde yirmi, ve bir hayvanı yüzde
on, gelir getiren bir mülkü de yüzde beş fazlasıyla veya daha fazlasıyla satmak suretiyle gerçekleşir.
Fakat tağrir = aldatış bulunmayınca böyle bir muamele zorla bozulamaz.
“İnsanların ve ehli hayvanların yiyeceklerine, içeceklerine ait şeyleri ahâlisine zarar verecek bir beldede
satın alıp kıymetleri yükselsin diye kırk gün kadar bekletmektir.” Böyle yapan kimseye de “Muhtekir”
denir.
İhtikârın kırk gün ile kayıtlanması, dünyaca yapılacak ceza itiba-rıyladır, yoksa ihtikâra bir gün
bile meydan veren kimse, günahkâr olup ahiret azabına müstehak olur.
84- Bir beldeye dışardan gelecek şeyleri beldeye getirilerek ser-best satılmasına meydan
vermeyip, belde dışında karşılayarak satın almak da bir nevi ihtikârdır.
85- İhtikâr, İmam-ı A'zam'a göre -tarifinden de anlaşıldığı üzere- yalnız yenilecek ve içilecek
maddelerde olur. Fakat İmam Muhammed'e göre elbiselik mallarda da olur. İmam Ebu Yusuf'a göre ise,
topluma zarar veren herhangi bir maddede olabilir. Altın, gümüş, demir ve ben-zerleri gibi.
86- İhtikârın hükümlerine gelince topluma zarar veren bir ihtikâr, tahrimen mekruhtur, ALLAH
Teâlâ katında mesuliyeti gerektirir.
İhtikârın sonu iflâstır. Muhtekir, kendi alçak menfaati için toplu-mu zarara, sıkıntıya sokuyor,
neticede toplumun hayatına kastetmiş oluyor. Bu yüzden veliyyülemir veya yetkili olan hakim, muhtekirin
şahsî ve ailevî ihtiyaçlarını karşılayacak miktardan fazla olan ihtikâr mallarını satmasına hükmedebilir.
Şayet satmaz da muhalefette bulunursa, münasip göreceği şekilde cezalandırır ve o malları, o muhtekir
adına satabilir.
87- İhtikâr yapıldığında veliyyülemr, eşyaya kıymet takdir ede-bilir. Şöyle ki, veliyyülemir veya
yetkili olan hâkim, ticaret mallarına bir zaruret görülmedikçe kıymet takdir edemez. Bu durumda
“tes'ir = narh (fiyat) belirlemek” mekruhtur. Çünkü ticaretin gelişmesine engel olabilir. Bir hadîs-i
şerifte: “Fiyat koyucu ancak nimetleri azçok veren ve rızıklandırıcı olan ALLAH Teâlâdır”1
buyurulmuştur. Fakat bu malların sahipleri haddi aşar, bunları fahiş bir fiyatla, yani en az iki kat fiyatla
satmaya başlarsa, veliyyülemir veya hâkim, bilir kişi ile istişare ederek kıymetleri takdir ve tayin
edebilir. Bunda bir sakınca yoktur. Hattâ İmam Malik'e göre kıtlık yıllarında fiyatları tesbit etmek, vali
bulunan zat üzerine bir vazife olur, hatta fiyatlarda fahiş bir fazlalık bulunmasa bile.
88- Bir kimse, kendi arazisinin mahsullerini bekletmekle muhtekir sayılmaz. Çünkü bu, kendisine
ait bir hakdır, buna toplumun hakları alakalı olmaz. Bir kimse, kendi arazisini ekmeyebilir. Bu sebeple
mahsullerini de satmayabilir. Şu kadar var ki pahalılık ve kıtlık za-manını beklediğinden dolayı günaha
girer. Zira müslümaların hakkında fena bir niyette bulunmuş olur.
89- Başka bir beldeden kendi beldesine getirtmiş olduğu bir malı bekleten kimse, İmam-ı A'zam'a
göre muhtekir sayılmaz. Çünkü top-lumun hakkı, bulundukları beldeden ve o belde etrafından
toplanılan mallarla alakalı olur. Bununla beraber bu getirtilen malları satmak müstehaptır. Bunları
bekletmek mekruh olmaktan uzak olamaz.
İmam Ebu Yusuf'a göre bu kimse de muhtekir sayılır, hakkında muhtekir muamelesi uygulanır.
İmam Muhammed'e göre ise, âdet üzere dışarıdan getirtilen maddeleri bekletmek mekruhtur. Fakat
âdete aykırı olarak pek uzak yerlerden getirtilen maddeleri bekletmek mekruh de-ğildir. Çünkü bunlara
toplumun hakkı alakalı olmaz.
Kısacası ihtikârda hayır yoktur. Bu şefkat ve merhamet duy-gularına mâni, insanlığın
hayırseverlik hususiyetine aykırı olduğundan bundan kaçınmalıdır.
verilmesi şart koşulup, karşılığı bulunmayan fazla bir miktardan ibarettir. On dirhem gümüşü, on bir
dirhem gümüş karşılığında satmak gibi.
91- Ribâ, altın ve gümüş gibi “mevzunat”tan olan, yani tartılan şeyler ile buğday, arpa, hurma,
tuz, kuru üzüm gibi “mekilât”tan bulu-nan, yani ölçü ile alınıp verilen şeylerde olur.
“Ribâ, Malikîler'e göre yalnız altın ve gümüş ile geçimi temin edip “kût = erzak” denilen şeylerde
olur. Şafiîler'e göre de yalnız altın ve gümüş ile yiyeceklerden olan şeylerde olur.”
92- Riba, iki nevidir: “Riba-i fazl,” “Riba-i nesie.”
“Riba-i fazl,” tartılan veya ölçülen bir cins eşyanın, kendi cinsi karşılığında peşin olarak
fazlasıyla satılması halinde meydana gelir.
Bu sebeple altın, gümüş, bakır, buğday, arpa ve tuz gibi bir şey, kendi cinsiyle derhal
değiştirilecek olsa, miktarlarının eşit olması icap eder. Birinin miktarı biraz fazla olunca, bu bir ribâ
olmuş olur ki haramdır. ALLAH katında cezası pek büyüktür. Hatta aynı cinsten olan bu iki kısım
eşyadan bir kısmı sanat itibariyle daha kıymetli veya bir kısmı daha iyi, diğeri daha düşük bulunsa bile.
Altın ile gümüş, sanat itibarıyla veya sikke halinde bulunmakla veznî olmaktan çıkmış olmaz.
Çünkü bunların veznî = tartılır şeylerden olmaları, nassı şer'i “Hadis-i şerif” ile sabittir. Meselâ on
miskal “yak-laşık 45 gram” altın, yine on miskal altın karşılığında peşin olarak satı-labilir. Fakat on bir
miskal karşılığında satılamaz. Bu bir miskal, fazla olduğundan ribâ olmuş olur.
Aynı şekilde on kile “20 teneke” buğday, on kile buğday karşı-lığında peşin olarak satılabilir.
Fakat dokuz veya on bir kile buğday karşılığında satılamaz. Fazla miktar, ribâdır.
93- Riba-i fazldan kurtulmak için, bir cinsten olan, faizli işlem olabilecek mallardan her birini ya
tamamen veya kısmen kendi cin-sinden başkasıyla değiştirmelidir.
Meselâ on miskal altın, yüz dirhem gümüş karşılığında ve on kile buğday on beş kile arpa
karşılığında peşin olarak değiştirilebilir. Yine on miskal altın, dokuz miskal altın ile şu kadar dirhem
gümüş kar-şılığında ve on kile buğday da beş kile buğday ile şu kadar kile arpa karşılığında peşin
larak değiştirilebilir.
94- “Riba-i nesie”ye gelince, bu da tartılan veya ölçülen şeyleri birbiri karşılığında veresiye
olarak değiştirmektir, hatta miktarları eşit olsa, bile, bu da haramdır.
Meselâ on dirhem “yaklaşık 32 gram” gümüş veya bu ağırlıktaki bir gümüş para, yine on dirhem
gümüş veya gümüş sikke karşılığında veresiye olarak satılamaz. Çünkü bunların cinsleri ve miktarları
birdir. Biri peşin, diğeri veresiyedir. Bu şekilde aralarında bir fark vardır. Bu sebeple bu, bir ribâdır, bir
günahtır.
Aynı şekilde elden verilen bir kile buğday ile daha sonra harman zamanında verilecek bir kile
buğday satın alınamaz. Bunlar, kalitesi yüksek ve düşük olmak itibariyle farklı bulunsunlar
bulunmasınlar, mü-savidir. Çünkü cinsleri, miktarları birdir. Böyle olmakla beraber biri peşin diğeri
veresiyedir. Veresiye ise, peşine karşılık olamaz. Arada bir fazlalık bulunmuş olur.
95- Mevzunattan yani tartılan şeyler, cinsleri farklı olsa da, bir-biriyle veresiye olarak
değiştirilemez. Meselâ, şu kadar kilo demir kar-şılığında, o kadar kilo bakır veresiye olarak satılamaz.
Çünkü bunlar, vezni “tartılan” olmak itibariyle birdirler.
Aynı şekilde şu kadar kile buğday, o kadar kile arpa veya tuz kar-şılığında veresiye olarak
satılamaz. Zira bunlar da keyli “yani ölçü ile alınıp verilen şeylerden” olmakta birdirler.
Bu esastan yalnız nakitler müstesnadır. Şöyle ki, nakit paralar kar-şılığında nakit cinsinden
olmamak üzere tartılan ve ölçülen şeyler peşin olarak alınabileceği gibi, veresiye olarak da alınabilir.
Çünkü alış veriş hakkında buna ihtiyaç vardır.
mevzunat “yani tartılan şeyler” ile, buğday, arpa gibi me'kilât'ta, yani “ölçü ile alınıp verilen” ve
yumurta, ceviz gibi taneleri arasında kıymetlerini değiştirecek derecede farklılık bulun-mayan
adediyatta, yani “sayılarak alınıp verilen şeylerde” geçerli olur. Hayvan ve el örgüsü, el dokuması gibi
kıyemîyât2ta olmaz.
97- Gerek altından, gümüşten ve benzeri madenlerden olan nakit paralar ve gerek diğer tartılan
veya ölçülen şeyler, daha sonra yalnız misil “denk, aynı”ları alınmak üzere borç olarak alınıp
verilebilir. Buna, “karz-ı hasen” denir ki, sosyal bir yardım olduğundan büyük bir sevaptır. Fakat
bunun karşılığında fazla bir şey verilmesi şart edilmiş olursa bu, bir faiz meselesi olur ki, bu da riba
hükmündedir. Mukriz’in, yani borç verenin bir veya birden fazla ortaklardan ibaret olması arasında
fark yoktur.
98- Borç alınan şeyler, daha sonra kendi misilleriyle ödenir. Me-selâ, borç alınan bir altın akçe,
yine bir altın akçe ile ve bir miktar buğday yine o miktar buğday ile fazla bir şey verilmeksizin ödenir.
Şu kadar var ki borç alınan akçe meselâ, kağıt para, daha sonra bulunmasa veya geçmez bir hale gelse -
fetva verilen görüşe göre- son geçerli olduğu tarihteki kıymeti ile ödenmek lâzım gelir.
99- Bir kimse, borç verdiği para ve başka bir şeyin tamamını veya bir miktarını borçlusuna
bağışlayabilir. Borç alan da aralarında bir şart bulunmaksızın kendisine borçlu olduğu kimseye hediye
verebilir.
Kısacası borç alma-vermelerde iki taraftan birine şart koşulan bir menfaat helâl değilse de, şart
koşulmayan bir menfaat helâldir. Bu se-beple bir borçlu, borcunu ödemekle beraber kendiliğinden şu
kadar kuruş da bir âdet neticesi olmaksızın fazla verse bu, helâl olur.
100- Bir kimsenin bir parayı başka bir yerde bulunan bir şahsa ödemek suretiyle borç alması
mekruhtur. Fakat böyle bir parayı aralarında bir şart bulunmaksızın borç verenin izniyle başka bir yerde
bulunan bir şahsa götürüp vermesi mekruh değildir. Hattâ böyle bir şart ve âdet bulunmaksızın biraz da
fazla bir şey vermesinde bir haramlık yoktur. Bu, bir hibe olmuş olur.
1 Çarşı ve pazarda aynı fiyatta kendi gibisi bulunan şeydir, standart olan mallar.
2 Çarşı ve pazarda dengi bulunmayan yahut bulunsa da fiyatça farklı olan şeydir. Standart olmayan mallar. Yazma kitaplar, el
yapısı kaplar, kullanılmış arabalar, eski paralar gibi, nâdir eşya halini almış "misliyyattan" olan şeyler de kıyemiyyattan sayılır.
www.mehmettaluhoca.com
101- Bir kimsenin bir şahsa, meselâ bir tüccara her ay veya her sene kendisine şu kadar meblâğ
vermek üzere bir miktar para vermesi caiz değildir. O meblâğ, bir ribâ olmuş olur. Fakat muayyen miktar
parayı muayyen bir işte kullanıp elde edilecek kârından kendisine muayyen bir miktarının, meselâ üçte
birinin veya yarısının verilmesi şartıyla vermesi caizdir. Çünkü bu, şirket “ortaklık” muamelesi demektir.
Bu halde o kimsenin zarara da sermayesi nisbetinde ortak olması lâzım gelir.
102- Komşular arasında ekmekler, gerek sayı ve gerek tartı itibarıyla borç alınıp verilebilir. Bu
hususta teamül “gelenek” mevcut olup, müsamaha geçerlidir. Bu, İmam Muhammed'in görüşüdür.
Fetva da bu şekildedir.
103- Faizin dinen haram kılınmasında bir çok hikmetler vardır. Bir kere muhtaç bir kimseye
verilen bir paradan, daha sonra fazla bir şey alınması, sosyal yardım vazifesine aykırıdır. Sonra bir
paranın bu şekilde artırılması, çok kere şahsın iktisadî faaliyetini azaltır, kendisini tembelliğe sevk edebilir.
Bununla beraber borç alınan paradan borç alanın bir kazanç elde edip etmeyeceği mııhakkak değildir,
bilakis muhtemeldir. Çok kere alınan borç paralar lüzumsuz yere sarf edilerek karşılığında bir çok zararlara
katlanmak lâzım gelir. Rehin verilen nice kıymetli malların bu yüzden hiç pahasına elden çıktığı daima
görülür. Halbuki verilecek fazla miktar, kesinleşmiş muayyen bir maldır. Bu sebeple muhtemel, düşünülen
bir kazanç, kesinleşmiş bir mala karşılık olamaz.
Esasen katî bir lüzum görülmedikçe borç almamalıdır. Borç huzuru, rahatı kaçırır, hürriyeti
kısıtlar. Borç verecek bir halde bulu-nanlar da ellerinden gelen yardımı muhtaçlardan
esirgememelidirler, sadece ALLAH rızası için, karz-ı hesen suretiyle borç verip mükâfatını ALLAH
Tealâ'dan beklemelidir. Yerine sarf edilen bir borç para, sadakadan daha faziletlidir. Bununla beraber
borç alacaklar da emin, sözünde durur, ilk fırsatta borçlarını vermeye azimli olmalıdırlar. Bu gibi
vasıflardan mahrumiyet, yardım vazifesini bozmaktadır.
Fihrist’e dön
dininde yasaktır, haramdır. Bunların yapılması dünyevî veya uhrevî mesuliyeti gerektirmektedir.
Bunlara “günah, masiyet, ism” denir.
105- Günah olan şeyleri bizzat yapmak caiz değildir. O gibi şeylere razı olmak ve bir zorlama
olmadıkça yardım etmek de caiz değildir.
Meselâ bir kimse, bir şey çalamaz. Bu haramdır, cezayı gerektirir. Bir şeyin çalınmasına razı da
olamaz, yardım da edemez. Bu da haramdır, yasaktır.
106- Günah olan şeylere razı olmak veya yardım etmek yerine göre ya haram veya mekruh olur.
Bu, şer'i şerifte bir asıldır. Buna binlerce mesele, dayanabilir.
Meselâ bir şahıs, herhangi bir haksızlığı geçerli kılmak için bir kimseden bir mal alamaz. Bu,
rüşvettir, haramdır. Bu sebeple bir haksızlığı geçerli kılmak için bir mal da veremez ve böyle bir malın
verilmesine vasıta da olamaz. Bunlar da haramdır, yasaktır. Çünkü böy-le alınması yasak olan bir şeyin,
verilmesi de, verilmesine delâlet edil-mesi de haramdır, yasaktır. Nitekim bir hadîs-i şerif:
“ALLAH Teâlâ rüşvet alana da, rüşvet verene de, bunların arasın-da rüşvete vasıta olana da lanet
buyursun.”1 mealindedir.
107- Bir kimse, kendisine miras bırakan şahsın gayrimeşru bir sebeple elde etmiş olduğu bir
malından miras hissesi almamalıdır. Daha iyi olan budur. Bu, bir vera “sakınma” ve zühd “terk etmek”
faziletidir. O hisseyi almak, meşru olmayan bir harekete razı olmak demektir.
Bu sebeple insan, helâl ve meşru olan hisse ile yetinmeli, o mal asıl sahibi malûm ise, ona geri
verilmelidir. Malûm değilse fakirlere sadaka olarak dağıtılmalıdır. Çünkü böyle haram bir maldan
kurtul-manın çaresi, sahibine geri vermek imkansız olunca, sadaka olarak vermektir.
108- Alacağı bir gıda maddesini gayrimeşru bir hale getireceği veya alacağı genç bir köleye fena muamelede bulunacağı veya satın alacağı silâhı fitneye âlet edeceği anlaşılan bir kimseye bunları
satmamalıdır. Bu satış, tenzihen de olsa, mekruh olmaktan uzak değildir.
istifadeleri için yaratılmıştır. Bu se-beple aslında temiz olan, akla ve sıhhate zararlı olmayan bir kısım
hay-van etleri, buğday, arpa, pirinç gibi hububat denilen şeyler, sebzeler, meyveler, sıvılar helâldir.
Bunlar yenilip içilebilirler.
Fakat bazı şeyleri yeyip içmek, insanlara zararlı, hikmet ve mas-lahata aykırı olduğu için
müslümanlıkta haram kılınmıştır.
110- Hayvanlardan tabiatıyla pis olanların, dişleri ile veya tır-nakları ile kendilerini müdafaa edip
başkalarına saldıranların etleri haramdır. “Yedinci kitaba müracaat!”
111- Bitkilerden insanı öldüren veya aklını gideren, vücudu ze-hirleyen veya herhangi bir şekilde
sıhhate zararlı olan şeyleri yemek ha-ramdır. Meselâ afyon, haşhaş, esrar gibi sarhoşluk veren, aklı
bozan şeyleri yemek caiz değildir. Bunlardan sarhoş olanlar hakkında -İslâm ahkâmına göre- tazir
cezası lâzım gelir. Tazir ise, yetkili hakim tara-fından yapılacak hapis, dövme, azarlama, ikaz gibi
cezalardır.
112- Sıvılardan vücuda zararlı olanları, insana sarhoşluk verenleri içmek haramdır. Çünkü
sarhoşluk veren bir sıvının azı da, çoğu da müçtehidlerin çoğuna göre haramdır. Nitekim bir hadîs-i
şerifte:
“Çoğu sarhoşluk veren bir şeyin azı da haramdır.”1 buyurulmuştur.
Bu gibi sıvıların içilmelerindeki zararlar, herkesçe malûmdur. Bu haram içeceklerin toplum
bünyesinde açtığı yaralar pek acıklıdır. Bunların uhrevî mesuliyetleri ise, pek şiddetlidir. Hele “hamr = şarap” denilen içkinin bir damlasını bile içmek, icma ile haram olup şer'an had2 denilen cezayı
gerektirmekdir. Kısacası bu pek zararlı olan şeylerden kaçınmalıdır. Bunlardan kaçınmak, gerek
fertlerin ve gerek toplumun selameti için pek lâzımdır.
113- Temiz içecekler, sadece bozulmakla haram olmaz. Ancak vücuda zararlı bir hale gelmiş
olursa, o zaman haram olur. Etler ise, kokunca, yiyilmeleri haram olur. Süt, tereyağı, zeytinyağı
kokmakla haram olmaz. Yiyeceklere gelince, bozulup keskinleşince temizliğini kaybetmiş ve bu
sebeple yenilmesi haram olmuş olur.
114- Hamamların pis sularını ve benzeri şeyleri sebze bahçelerine akıtmak mekruhtur. Fakat bu
gibi pis sular ile sulanan bahçelerin seb-zelerini yemek haram değildir. Bir çok fıkıh alimlerine göre
mekruh da değildir.
İnsan pisliğini satmak mekruhtur. Fakat başka maddeler ile karış-tırılmış olan pisliğini ve
herhangi bir hayvan gübresini satmak mekruh değildir.
115- Temiz olmayan şeyleri, meselâ bozulup temizliğini kaybe-den kokmuş etleri ve benzeri
şeyleri, etleri yenilen hayvanlara yedirmek caiz değildir.
116- İçine temiz olmayan bir şey düşen veya akıtılan, dinen az kabul edilen bir sıvı, temizliğini
kaybederek içilmesi haram olur. Dinen çok kabul edilen bir sıvı da içine düşen temiz olmayan bir şey
ile rengini veya tadını veya kokusunu kaybedince temizlikten çıkmış, içil-mesi haram olmuş olur.
“İkinci kitaba müracaat.”
117- Yukarıda haram oldukları yazılan şeylerden her biri li aynihi “bizzat kendisi” haramdır. Bir
de li gayrihi “başka bir sebeple” haram olan şeyler vardır ki onlar da başkalarına ait olan mallardır.
Şöyle ki, bir kimse için başkasının bir malını rızası olmaksızın haksız yere almak, meselâ yiyeceğini
veya suyunu yiyip içmek haramdır. Aksi takdirde mal hürriyeti kalmaz. İnsanların toplum halinde
mülkiyet ve tasarruf haklarına sahip olarak yaşamalarına imkân bulunmaz.
118- Bir baba, muhtaç olmadıkça tabiatı kötü olan evlâdının malı-nı kendi kendine alıp yiyemez.
Fakat bir ihtiyaç bulunmasa da iyi olan evlâdının malını alıp yiyebilir. Bir hadîs-i şerifte: “Sen de, senin malın da babanındır”1 diye buyurulmuştur.
119- Tedavi için temiz olan ilaçları yiyip, içmek, kullanmak caizdir. Hattâ Peygamber (S.A.V)
Efendimiz:
“Ey ALLAH'ın kulları! Tedavîde bulununuz. Çünkü ALLAH Tealâ bir hastalık yaratmamıştır ki, illâ
onun için bir deva, bir ilâç da yaratmıştır. Yalnız bir hastalık müstesna ki, o da ihtiyarlıktır.”2 diye
buyurmuştur.
Bu sebeple bir çok hastalıklar, tedavi sebebiyle yok olur. İlahi ka-nun böyle olmalıdır. Bununla
beraber şifayı tedaviden değil, ALLAH Tealâ’dan bilmelidir.
120- Helâl, temiz olmayan şeyler ile tedavide bulunmak, esasen caiz değildir. Şu kadar var ki,
bazı fıkıh alimlerine göre, başka bir ilâç bulunmadığı takdirde müslüman, âdil bir doktorun göstereceği
lüzum üzerine caiz olabilir.
Şöyle ki bir hastalığın veya bir hastalığa sürükleyecek bir zafi-yetin tedavisi için mubah bir ilâç
bulunmazsa, böyle bir doktorun “şifa ümidi vardır” diye tavsiyesi üzerine li aynihi “bizzat kendisi”
haram bir şey ile zaruret miktarı tedavi caiz olur.
Fakat sadece görünürde bir menfaat düşüncesiyle, meselâ, yalnız kilo almak arzusu ile böyle bir
ilâcı kullanmak caiz değildir. Bunda te-davi mahiyeti yoktur. Bunun haram olduğunda ittifak vardır.
Görülen lüzum üzerine bir uzvunda ameliyat yapılacak bir kim-seye aklını giderecek temiz bir
ilâç içirilmesinde de bir sakınca görül-memektedir.
Fihrist’e dön
kılmaya gücü olur. Hattâ insan, kendisini ölümden kurtaracak miktar helâl bir şey bulamazsa haram
olan bir şey-den o miktar yiyip içebilir. Meselâ böyle bir kimse, kendi kendine öl-müş bir hayvanın
etinden yiyebilir. Yine boğazında kalan bir lokmayı gidermek için başka su bulamayınca kâfi miktar
sarhoşluk veren bir sı-vıdan içebilir. Fakat fazlasını yiyip içemez. Çünkü zaruretler, kendi miktarlarıyla
takdir olunur.
122- Bir insan için kuvvetini artırmak için doyuncaya kadar yiyip içmek mubahtır. Bundan fazla
yiyip içmek ise, haramdır. Bunun ölçüsü mideyi bozacağına kuvvetli zan oluşacak miktardır.
Bununla beraber misafirlerine riayet için veya ertesi gün tutacağı oruca kuvvetli bulunmak için biraz
fazla yiyip içmekte bir sakınca yoktur.
123- Misafir için veya her birinden bir miktar yemek suretiyle ihtiyaca kâfi gıda alabilmek için
sofrada çeşitli yiyecek bulunmasında bir sakınca yoktur. Bununla beraber haddinden fazlası, israf
sayılaca-ğından uygun olamaz.
Sofrada çeşitli meyvelerin bulunmasında da bir sakınca yoktur. Fakat terki daha iyidir. Birden
fazla, çeşitli şeyler mideyi bozabilir.
Kısacası mubah olan şeyleri bir ihtiyaç bulunmaksızın çoğaltmak da israf sayılır, bundan
kaçınmalıdır. Sofra üzerine lüzumundan fazla ekmek koymak gibi.
124- Ayakta su içmekte bir sakınca görülmeyebilir. Fakat yü-rürken su içilmesi, zararlı
olduğundan uygun değildir. Suyu bir nefeste içmek de sıhhî bakımdan uygun görülmemektedir.
125- Farz olan ibadetleri eda için zayıf düşecek derecede yiyip içmeyi azaltmak suretiyle perhizde
bulunmak caiz değildir. Fakat normal bir şekilde yapılacak bir perhiz mubahtır.
126- Yiyip içmenin adabına gelince, yemekten evvel ve sonra eller yıkanmalıdır. Bir hadîs-i şerîf:
“Yemekten evvel el yıkamak bir hasenedir, yemekten sonra ise, iki hasenedir, iki kat sevabdır.”1
meâlindedir.
127- Cünüp olan erkekler ve kadınlar için ellerini ve ağızlarını yıkamadan yiyip içmek mekruhtur.
Âdet gören kadınlar için de yemek-ten evvel ağızlarını yıkamak daha iyidir.
128- Yemeklerin evvelinde “Besmele-i şerife”yi okumalı, sonun-da da “Elhamdülillah”
demelidir. Bu nimeti bize veren, bu nimetten is-tifade kuvvetini bize ihsan buyuran Kerîm ve Rahîm
olan ALLAH'ımızı bu vesile ile de tazim etmelidir. Yemeğin evvelinde besmele unutulursa sonunda:
“Bismillâhi âlâ evvelihi ve âhirihi = yemeğin evveline de sonuna da bismillah “ denilmelidir.
129- Yemeğe başlarken besmeleyi sofra başında bulunanların işi-tebilecekleri bir tarzda
okumalıdır. Bu, bir telkin etme, bir hatırlatma demektir. Fakat yemek sonunda işitilecek bir ses ile
“Elhamdülillah” denilmesi uygun değildir. Ancak sofrada bulunanların hepsi de yemek-lerini bitirmiş
olurlarsa, o zaman denilebilir.
130- Yemeklere az bir tuz ile başlamak, tuz ile bitirmek fay-dalıdır, sünnettir. Ekmek parçalarına
hürmet etmeli, bunların üzerine tuzluk ve benzeri şeyleri koymamalıdır. Bunlara parmakları, ağzı, bıçakları
silip atmamalıdır. Yemekler de pek sıcak olarak yenilmemelidir, koklanmamalıdır, yemeklere
ve sulara üflenmemelidir. Bunlar adaba aykırıdır.
131- Yemek esnasında sükut edilmesi mekruhtur. Yemek yerken sâlih zatların menkıbeleri
anlatılmalıdır, güzel bir şekilde konuşul-malıdır. Hele misafirlerin yanında ev sahibinin fazla sükut
etmesi hiç uygun değildir. Ev sahibi, misafirlerin yanından ayrılmamalı, onların yanlarında
hizmetçisine darılmamalı ve misafirlerine bizzat hizmet et-mek güzelliğini de esirgememelidir. Yemek
arasında misafirlerine ısrar etmeksizin “buyurunuz” demeyi de unutmamalıdır. Bu, bir müstahaptır.
132- Ev sahibi kendilerine ziyafet verdiği zatlar ile beraber onlara ağırlık verecek kimseleri
bulundurmamalıdır. Misafirler de ev sahibinin rızası malûm olmadıkça, başkalarını ziyafete
beraberlerinde getirme-melidirler. Ve ziyafetten sonra ev sahibinden müsaade istemedikçe ve
“ALLAH'a ısmarladık” veya “ALLAH'a emanet olunuz” gibi bir duada bulunmaksızın çıkıp
gitmemelidirler.
Fihrist’e dön
elbise giymek farzdır. Bu elbisenin etekleri, erkeklerde bacaklarının yarısına kadar, kadınlarda ayaklarının
yüzlerine kadar uzamalı, kolları da parmak uçlarına kadar uzun bulunmalıdır.
Erkeklerin elbisesi, kırmızı veya sarı renkte olmamalı, siyah veya beyaz renkte olmalıdır. Bu
renkler, müstehabdır, yeşil renk de sünnete uygundur.
134- Elbise, ne fevkalâde değerli, ne de son derece adi olmalı, bilakis orta bir halde bulunmalıdır.
Çünkü her şeyin orta halde bulun-ması hayırlıdır. Bununla beraber ALLAH Tealâ'nın verdiği nimeti
gös-termek için bir zinet olmak üzere kâfi miktardan fazla elbise edinmek müstehaptır. Peygamber
(S.A.V) Efendimiz:
“ALLAH Tealâ sana inam ettiği gibi, sen de kendine in'am et”2 buyurmuştur. Diğer bir hadîs-i
şerifte de:
“Şüphe yok ki ALLAH Tealâ nimetinin eserini kulunun üzerinde görmeyi sever.”3
buyurulmuştur.
135- Cuma günlerinde, bayramlarda, cemiyetlerde süslenmek için güzel elbise giyinmek mubahtır.
Fakat böyle elbise ile devamlı süslenip durmak uygun değildir. Bu, bir gurur eseri olur ve çok kere muhtaç olanların kinine sebep olur. Kibirlenmek ve böbürlenmek için elbise giyinmek ise, mekruhtur.
136- Kibirlenmek maksadıyla yapılan her şey mekruhtur. İnsan-lığa yakışmaz. Bu sebeple
başkalarına karşı böbürlenmek, zorba tavrı takınmak maksadıyla pek kıymetli elbiseler giyilmesi veya
pek yüksek binalar yaptırılması mekruh olmaktan uzak olamaz. Hele böyle bir ha-reket, israf derecesine
varırsa, harama dönmüş olur. Akıllı olan kimse, sadece bir gurur için, sadece bir gösteriş için israfa
düşmez, parasını lüzumsuz şeylere sarfederek iktisada, ihtiyata muhalefette bulunmaz. Başkalarına kötü
örnek olarak toplum hayatında gedikler açılmasına sebebiyet vermez.
137- Fakirlerin veya orta halli kimselerin, fazla zenginleri taklit ederek israfa düşmeleri caiz
değildir. Bu, pek acınacak bir haldir. Bir zengin için giyinilmesi mubah olan bir elbise, bir fakir
hakkında mek-ruh, hattâ haram olabilir. Herkes haline, servetine göre hareket etmeli, mukadderata razı
olmalı, meşru şekilde hayatını tanzime çalışmalıdır.
138- İpek kumaşlardan elbise giyinmek, kadınlar için caizdir, erkekler için caiz değildir. Beden
ile ipek elbise arasında başka bir giysi bulunsun bulunmasın, müsavidir. Fakat yalnız uzatmaları ipek
olan ve-ya üzerinde dört parmak eninde ipek işlemeler, saçaklar, kenarlar bulu-nan kumaşlardan elbise
giyinmek erkekler için de caizdir. Bir de erkek-lerin harb halinde kalın ipekli elbise giyinmeleri,
İmameyn'e göre caiz-dir. Bu gibi elbiseler, mücahidleri düşmana karşı heybetli gösterir ve kılıç
darbelerine karşı dayanıklı bulunur.
139- Erkekler için ipek kumaşlar, ipek takkeler mekruhtur. Erkek çocuklara da ipekli, altın sırmalı
kumaşlar giydirmek mekruh olmaktan uzak değildir. Fakat bir erkek, ağrıyan gözüne ipekli bir mendil
bağlıya-bilir. Bunda bir sakınca yoktur.
140- İpekli eşyadan, başka şekilde istifade etmek caizdir. Meselâ ibrişimden dokunmuş bir
seccade üzerinde namaz kılınabilir, bunda bir mekruhluk yoktur. Aynı şekilde ev içini ipekli kumaşlar
ile bezemek de caizdir. Yeter ki bir böbürlenme-övünme için olmasın.
Yüzleri ipek kumaştan yapılan minderler üzerinde oturmak, ya-taklarda yatmak da İmam-ı
A'zam'a göre helâldir.
141- Üzerinde “MâşâALLAH”veya “Elmülkü lillâh” gibi bir ibare işlenmiş bulunan bir seccadeyi
veya herhangi bir döşemeyi yere sermek mekruhtur. Hatta harflerin araları açılmış, bazı harflerin
üzerlerine örgü örülmüş olsa bile. Çünkü tek tek harflere de hürmet lâzımdır. Harfler-deki bitişikliği
gidermekle mekruhluk yok olmaz.
142- Altın ile, gümüş ile ve benzeri mücevherat ile kadınların süslenmeleri caizdir. Erkekler ise,
zinet maksadıyla olmaksızın gü-müşten halkalı mühür kullanabilirler. Ve zinet için de olsa, gümüşlü
kemer, altın yaldızlı, işlemeli kılıç kuşanabilirler. Fakat altından, demir-den, tunçtan, şişeden, taştan
halkalı mühür kullanamazlar. Bu haramdır.
Mühürde itibar kaşa değil, halkayadır. Kaşı taştan, akikten yakut-tan ve benzeri şeylerden olabilir.
Şu kadar var ki, bir ihtiyaç görülme-dikçe mühür kullanılmaması daha faziletlidir.
143- Sadece bir zinet için evde altın ve gümüş kaplar, tablalar benzeri şeyler bulundurmak
caizdir. Fakat altın veya gümüş kaplardan yemek yenilmesi, su içilmesi, yağlanılması, güzel kokulu bir
şey sürül-mesi erkeklere de, kadınlara da mekruhtur.
Gümüş veya altın kaşık ile yemek yenilmesi de böyledir. Gümüş veya altın kalem, hokka
kullanmak da mekruh olmaktan uzak değildir. Şu kadar var ki, altın veya gümüş kaptaki bir yemeği ve
benzeri başka bir kaba naklettikten sonra yemekte, içmekte, kullanmakta bir mekruh-luk yoktur. Aynı
şekilde gümüşle süslü kaplardan su içilmesi de mekruh değildir. Yeter ki, gümüşlü tarafı ağıza
alınmasın.
144- Kalaysız bakır, tunç kaplardan yemek yenilmesi mekruhtur. En iyisi toprak cinsinden olan
kaplardır. Şişeden, billurdan, akikten ya-pılmış kapların kullanılmasında da bir mekruhluk yoktur.
Bunların temizlenmesi kolaydır. Bunlar sıhhî bakımdan madenî kaplara tercih edilmiştir.
145- Sallanan bir dişi gümüş bir tel ile bağlamak caizdir. Fakat altın bir tel ile bağlamak, İmam-ı
A'zam'a göre caiz değildir. İmam Mu-hammed'e göre ise, her ikisi ile de bağlamak caizdir, bunda bir
sakınca yoktur. Bir görüşe göre İmam Ebu Yusuf'un içtihadı da böyledir.
www.mehmettaluhoca.com
Aynı şekilde çıkan bir dişi yerine iade ederek, gümüş veya altın bir tel ile bağlamak, İmam-ı
A'zam'dan bir rivayete göre mekruhtur. Bu diş, ölünün dişi hükmündedir. Bunun yerine besmele ile
boğazlanmış bir koyun dişi gümüş bir tel ile bağlanabilir. Bunun yerine gümüşten bir diş de edinilebilir.
Fakat İmam Ebu Yusuf'a göre çıkan bir dişi yerine iade ederek gümüş veya altın bir tel ile
bağlamakta veya onun yerine gümüşten bir diş edinilmesinde bir sakınca yoktur. İmam-ı A'zam'ın da
dişin iade e-dilmesi görüşünde olduğu İmam Ebu Yusuf'tan rivayet edilmiştir. İmam Muhammed'e göre
ise, çıkan dişin yerine gümüşten de, altından da diş yaptırılabilir.
Düşmüş veya kesilmiş bir burun yerine, altından burun yapılabilir. Fena koku yapacağı için
gümüşten yapılmaz.
146- Nazar değmesin diye çocukların elbisesine boncuk işlenme-si, nazarlıklar takılması caiz
değildir. Bunlar cahiliyyet devrine âit bir âdettir. Fakat ekin tarlalarında, bostanlarda birer değnek
üzerine hayvan kafası takılmasında bir mahzur yoktur. Bunlar, hem birer korkuluktur, bazı zararlı
kuşların, hayvanların buralara gelip sokulmalarına mâni olur, hem de göz değmemesine bir sebep
olabilir. Çünkü “isabet-i ayn” denilen göz değmesi çok kere vakidir. İnsana da, hayvana da, mala da
isabet edebilir. Bu sebeple tarlaya, bostana bakacak kimselerin gözleri ilk evvel bu yüksek korkuluklara
dokunur. Artık ondan sonra ekinlere vesaireye dokunmasında bir zarar kalmayabilir.
147- Nazardan ALLAH Tealâ'ya sığınmalıdır. Resul-ü Ekrem (S.A.V) Efendimiz buyurmuştur ki:
“Kendisinin veya kardeşinin bir şeyi bir kimsenin hoşuna gidince bereketle dua etsin. Çünkü göz
deymesi haktır.”1
Bereketle dua ise, şöyle yapılır:
“TebarekALLAH’ü ahsenü’l-halikine. ALLAH’ümme barik fîhi.”2
“Yapıp yaratanların en güzelini yapan ALLAH ne yücedir! “Ne güzel yaratmış!” Ey ALLAH’ım
ona bereket ihsan eyle.”
Bizlerce “MaşaALLAH, Tebarekâllah = ALLAH'ın dilediği oldu, ALLAH bereketli
kılsın”denilmesi yaygındır.
Bir hadîs-i şerifte de:
“Her kim hoşuna giden bir şeyi görünce:
MaşaALLAH. Lâ kuvvete illa billah = MaşaALLAH kuvvet yalnız
ALLAH'ındır” derse ona göz zarar vermez.” diye buyurulmuştur.
kaldırmaya “İltikat”, bunu alıp kaldı-ran kimseye de “Mültekit” denilir.
Başkalarının rızaları olmaksızın mallarını ellerinden haksız yere almak haram olduğu gibi,
lûkataları da alıp benimsemek haramdır.
149- Bir kimse, bir yerde bir lukata, meselâ bir miktar para veya eşya bulsa, bunu sahibine
vermek üzere oradan alıp kaldırabilir. Fakat kendisine mal edinmek için alıp kaldıramaz. Bu, bir gasp
sayılır.
150- Lûkataları alıp kaldırmak hususunda şu gibi hükümler vardır:
1- Görüldüğü yerde bırakıldığı takdirde zayi olmasından korkul-mayan bir lukatayı alıp kaldırmak
mübahtır.
2- Terkedildiği takdirde zayi olması ihtimali bulunan bir lukatayı alıp sahibi için saklamak
mendubtur.
3- Zayi olacağından korkulan bir lukatayı alıp saklamak vacibtir.
4- Herhangi bir lukatayı sahibine vermeyip kendisine mal edin-mek maksadı ile almak haramdır.
151- Bir kimse, bir lukatayı bulunca, bunu sahibine vermek üzere aldığına başkalarını şahid tutar,
sonra sahibi ortaya çıkar da kendisine ait olduğunu isbat edince, ona teslim eder. Sahibine verilmek
üzere baş-kalarını şahit tutarak alınıp saklanılan bir lukata, mültekit “bulanın” yanında bir kusuru
olmaksızın zayi olsa, sahibine bedelini ödemesi icap etmez.
152- Lûkataları hükümete teslim etmek de caiz olabilir. Hele zimmî “gayrimüslim vatandaş”lara
ait olduğu anlaşılan lukatalar, devlet hazinesine konmalıdır. Sahipleri ortaya çıkarsa, kendilerine aynen
ve satılmışlar ise, bedelen iade edilir. Ortaya çıkmazsa, toplum menfaatine sarf olunur,
153- Mültekit, kendisindeki lukatayı münasib bir şekilde ilân eder ve lukatanın kıymetine göre
münasib bir müddet bekler. Sahibi ortaya çıkmazsa, fakirlere sadaka olarak verir, kendisi fakir ise, bundan
istifade edebilir. Fakat daha sonra sahibi ortaya çıkarsa, bedelini borçlu olur (öder).
Sahibinin aramayacağı belli olan pek kıymetsiz şeylerde ise, bir müddet beklemeye lüzum yoktur. Bir
kuruş, bir meyve, bir âdi mendil gibi.
154- Yollarda, bahçelerde, ağaçların altlarında bulunan başaklar, meyveler hakkında da lukata
hükümleri geçerlidir. Bununla beraber bu hususta tafsilât vardır. Şöyle ki:
Yazın şehirlerde ağaçların altlarına dökülen meyveler, sahipleri tarafından açıkça veya âdet üzere
delâleten serbest edilmiş ise, alınıp yenilebilir, yoksa yenilemez, haramdır.
Şehirlerde bahçe ve bostan içinde bulunan meyveler, ceviz ve benzeri şeyler bozulmayıp
kalabilecek şeylerden ise, sahiplerinin açıkça izinleri bulunmadıkça alınamaz. Çabuk bozulacak
şeylerden ise, tercih edilen görüşe göre açıkça veya âdet üzere men edilmemiş olunca, alınıp yenilebilir.
Diğer bir görüşe göre de sahiplerinin rızaları bilinmedikçe alınıp yenilemez.
Bu vaziyet köylerde olunca bakılır: Eğer meyveler bozulmayıp kalabilecek şeylerden ise,
sahiplerinin izinleri bilinmedikçe alınıp yeni-lemez. Fakat bozulacak şeylerden ise, tercih edilen görüşe
göre men edildiği açıkça belli olmadıkça alınıp yenilebilir.
Ağaç üzerinde bulunan meyvalara gelince bunlar, her nerede bulunurlarsa bulunsun sahiplerinin
izinleri olmadıkça, daha faziletli olan alınıp yenilmemesidir. Ancak pek bol olup da yenilmeleri
sahiplerine ağır gelmezse, o halde o meyvalardan bir miktar alınıp, orada yenilebilir. Fakat toplanıp başka
bir yere götürülemez, bu caiz değildir.
155- Akar ırmak suları üzerinde bulunan meyvaları çok olsa da, toplayıp yemek caizdir. Çünkü
bunlar, bu halde bırakılırsa, çabuk bozu-lurlar, bunları toplamaya delâleten izin vardır. Fakat böyle bir
su üze-rinde bulunan ağaçlara gelince bakılır. Eğer sudan çıkarılacakları zaman kıymetli bulunmayacak
şeyler ise, alınmaları helâl olur. Fakat kıymetli bulunacak şeyler ise, helâl olmaz, haklarında lukata
“kayıp eşya” muamelesi yapılır.
156- Bahçelerin, bostanların içinde, duvarların dibinde değil de, başka yerlerde dağınık veya
toplu olarak bulunan meyvalar hakkında da lukata hükmü geçerli olur. Bunlar malûm ise, sahibine,
değilse fakirlere verilir. Bunları bulan fakir değilse, bunlardan istifade edemez.
157- Yollara dökülmüş olan ağaç yaprakları, eğer dut yaprakları gibi kendisiyle istifade olunacak
şeyler ise, bunları, onun-bunun topla-yıp alması caiz değildir. Aksi takdirde kıymetini sahibine borçlu
olurlar. Fakat istifade olunmayacak şeyler ise, toplanıp alınabilirler, ödenmeleri lâzım gelmez.
158- Ekin tarlalarında veya karpuz, hıyar bostanlarında ekinler alındıktan ve karpuzlar, hıyarlar
toplandıktan sonra başkalarının topla-malarına âdeten izin verilmiş olan başak ve benzeri döküntülerini
onun-bunun toplamaları caizdir.
159- Sünnet veya düğün cemiyetlerinde şeker veya para serpmek-te bir sakınca yoktur. Bu
serpilen şeyleri hazır bulunanlar, alıp toplaya-bilirler ve bunları almak için avuçlarını veya eleklerini
www.mehmettaluhoca.com
açan kimselerin avuçlarına veya eteklerine düşen şeyler kendilerine ait olur. Bu sebeple bunları
başkaları alamazlar. Alırlarsa, kendilerinden geri alınabilirler.
eğlenceler ise, caiz değildir. Bunların bir kısmı haramdır, bir kısmı da tahrimen mekruhtur. Bunlar,
aslında boş şeylerdir. İnsanın hayatı ise, pek kıymetlidir, daima faydalı şeylere sarf edilmelidir. Zararlı,
faydasız şeylere sarf edilmesi, doğru olamaz.
Meselâ kumar oyunu haramdır. Çünkü bunun zararı herkesçe ma-lûmdur. Kumar yüzünden ferah
bulmuş kimse gösterilemez, fakat ku-mar yüzünden mahvolmuş, perişan olmuş, kederler, elemler içinde
kalmış binlerce kimseler, aileler gösterilebilir.
Tavla, satranç gibi oyunlar da tahrimen mekruhtur. Bunlar, kıy-metli vakitlerin ziyanına sebep ve
kumara sevkedeceği için iyi şeyler değildir. Yalnız İmam Şafiî Hazretleri ve bir rivayete göre İmam Ebu Yusuf Hazretleri de satrancın mübah olduğunu söylemişlerdir. Fakat bu mübahlık, satrancın kumar yoluyla
oynanmadığı ve bir farz-vâcib vazifenin yapılmasına mâni olmadığı takdirdedir. Yoksa ittifakla haramdır.
161- Bir hadis-i şerife göre:
“Müslümanın her oyunu haramdır, yalnız üç oyun müstesna; bun-lar, ailesi ile eğlencesinden,
atını terbiye ve eğitmesinden ve ok atma oyunundan ibarettir.”1
Bunlar meşru, faydalı birer eğlencedir. Aile ile eğlence, aile hayatının bir sevgi ve neşe içinde
devamına yardım eder. Binek hayvan-larını eğitip ve yetiştirmek ile silâh oyunları da cihad bakımından
pek lüzumlu olup İslâm yurdunun müdafaasına hizmet eder. Bu sebeple bunlar, bu kıymetli
gayelerinden dolayı caiz bulunmuştur.
162- Eğlence maksadı ile ve kumar şeklinde değil de, harb için idman yapmak ve kuvvet
kazanmak maksadıyla yapılan bir kısım müsa-bakalar, caizdir. Bunlar ile birer meşru gaye takib
edilebileceği için bunlar, lehv ve leab “boş eğlence” sınıfından sayılmaz. Bunlar birer spordur, cihad
için hazırlıktır. Güreşler, silâh atmalar, piyade ve at, deve gibi binek hayvanlarıyla süvari olarak yapılan
yarışlar bu kıs-mındandır. Bu müsabakalarda bulunanlara bahşiş olarak bir para, bir hediye verilmesi de
caizdir. Bunlar, cihad sebeplerini temin etmek için bir teşvik mahiyetindedir.
163- İnsanların bizzat kendileri ve uzuvları hayatta olduğu gibi, öldükten sonra da her türlü
saldırıdan korunmuş, hürmet edilmeye lâyıktır. Bu sebeple herhangi bir insanın hayatına haksız yere
kas-tedilmesi haramdır, bir cinayettir. Aynı şekilde bir insanın herhangi bir uzvunu, kendi hayatına ait
bir zaruret bulunmaksızın haksız yere kesmek, yaralamak da haramdır, bir suçtur. Nitekim bir insanı
hadım yapmak, haksız yere dövmek de caiz değildir.
164- İnsan, muhterem yaratılmış bir varlık olduğundan onun âza-sından hiç biriyle koparılarak
faydalanılamaz. Onun herhangi bir parçası: meselâ saçları, tırnakları veya çıkmış dişleri satılamaz,
bunları gömmek lâzım gelir. Bu sebeple bir kadının saçları alınıp başka bir ka-dının saçlarına ilâve
edilemez. Böyle bir hareket insanın şerefine bir tecavüzdür, bir çeşit sahtekârlıktan ibarettir ve diğer bir
insanın bir parçasıyla faydalanmak mahiyetindedir. Hattâ bir kadın, kendi saçlarına kendisinin dökülmüş
olan saçlarını da ilâve edemez, bu mekruh olmaktan uzak değildir. Fakat başka temiz bir yaratığın saçlarını
ilâve edebilir.
165- Yiyecek bir şey bulamayıp mecbur bir hale gelen bir insan, kendi vücudundan bir parça et
koparıp yiyemez. Başka birisinin uzuv-larından birini de müsaadesiyle kesip yiyemez. Böyle bir emir
ve müsaade sahih değildir. Fakat böyle zor durumda kalan bir kimse, bu-lacağı bir ölüden, hayatını
kurtarabilecek miktarda yer, eğer yemez de ölürse, günaha girmiş olur. Nitekim oruç tutan bir kimse de
ölünceye kadar bir şey yemezse günahkâr olur. Yine yenilecek bir şey bulunduğu halde yemeyip
açlıktan ölen kimse de günahkar olur.
166- Henüz ana rahminde bulunan bir cenîni düşürmek de caiz değildir, çirkin bir iştir, bir nevi
cinayettir. Şu kadar var ki henüz hayat bulmamış bir cenîn, geçerli bir zaruret sebebi ile, tıbbî bir
gerekçe neticesinde düşürülebilir.
Bir de gebe bulunan bir kadın, vücudunun sıhhati için ilâç içebilir. Bunun tesiri ile vaki olacak
düşükten dolayı mesul olmaz.
167- Çocuk olmasın diye “azil”de bulunmak, yani meniyi cinsel organı dışarısına akıtmak uygun
değildir. Hanımının rızası olmadıkça caiz olmaz. Ancak bir hastalıktan veya bir fitne fesattan
korkulursa, o zaman caiz olur. Kısacası müslümanların nüfusunu azaltacak şeylere kalkışmak doğru
görülemez.
168- Bir müslüman için intihar, kendi kendini öldürmek ahirette büyük azapları gerektiren bir
cinayet olduğu gibi, kendi ölümünü te-menni etmek de caiz değildir. Bir kızgınlık veya geçim sıkıntısı
yüzün-den ölümü temenni etmek mekruhtur. Bir hadîs-i şerifte buyurulmuştur ki:
“Sizden biri kendisine gelen bir zarardan, bir felâketten dolayı ölümünü mutlaka temenni edecek ise,
“Ya Rabbi! Benim hakkımda hayat hayırlı ise, beni yaşat ve eğer ölüm hayırlı ise, beni öldür.” diye dua
etsin.”1
169- Bazı hayatî zaruretlerden dolayı insanlar üzerinde ameliyat yapmak caizdir. Meselâ içinde
taş bulunan bir mesaneyi usulü daire-sinde yarmak veya bütün vücuda yayılacak bir hastalıktan dolayı
bir uzvu kesmek caizdir, bunda bir sakınca yoktur.
170- Ölen bir kadının rahminde diri bir çocuk bulunsa, bu çocuğu kurtarmak için o kadının
karnını sol tarafından yarmak lâzım gelir.
Aynı şekilde bir çocuk, anasının karnında enine bir vaziyet alıp çıkarılması için parça parça
edilmesinden başka bir yol bulunmazsa, bu vaziyet ise, anası için bir tehlike teşkil etse bakılır. Eğer
çocuk canlı değilse parça parça edilerek çıkarılır. Canlı ise, bu şekilde çıkarılması caiz görülmemiştir.
Çünkü bir hayat sahibini kurtarmak için diğer ma-sum bir hayat sahibini parçalamak lâzım gelecektir.2
171- İnsanlara faydalı, maddi-manevi temizliğe sebep olduğundan dolayı “Hitan=sünnet” ameliyesi, çok
eski zamanlardan beri bir sünnet bulunmuştur.
Malûm olduğu üzere erkek çocukların sünnet edilmelerine “hi-tan” denir. Bu, bir İslâm
alâmetidir. Bunun müstehap olan vakti çocu-ğun yedinci yaşından on ikinci yaşına kadardır. Daha
evvel de sünnet yapılması caizdir.
Buluğ çağına eren bir kimse, sünnet edilmemiş ise, ya bizzat kendisi veya yapabilirse hanımı
tarafından sünnet edilir. Bu mümkün olmayınca bir sünnetçiye müracaat olunur.
172- Müslüman olan bir gayrimüslimin ihtiyarlığı sebebi ile sünnete tahammül edemeyeceği işin
ehli tarafından haber verilirse bu sünnetten istisna edilebilir. Çünkü bir özür sebebi ile vacibin bile terki
caizdir. O halde sünnetin terki öncelikle olur.
hayvanlara zulüm edilmeyip iyi bakılması lâzımdır. Hayvanları pek fazla yormamalıdır, dövmemelidir.
Hay-vanlara zulmün cezası ağırdır. Çünkü hayvanların Hak Tealâ'dan başka yardımcısı, müdafaa edeni
yoktur.
“ALLAH Tealâ'dan başka yardımcısı bulunmayanlara zulm eden-ler hakkında ise, Hak Tealâ'nın
gazabı pek şiddetli olacaktır.” diye buyurulmuştur.
ÖNEMLİ NOT: Bu gibi hususlarda günün tıbbi, teknolojik gelişmelerine göre hareket edilmelidir. Sezeryanla doğum gibi.
174- Hayvanların riayet edilecek hakları vardır. Mesela ehli hayvanların yiyeceklerini, içeceklerini
vaktinde vermek, tımarlarına bakmak, haklarında yumuşaklık ile, merhamet ile muamelede bulunmak lâzımdır.
Her cins başka bir hizmet için yaratılmıştır. Buna muhalefet etmemelidir.
Meselâ, sığır hayvanları, arabalara koşulmak, tarlalarda çalıştırıl-mak için yaratılmıştır, bunlara
binilmemeli, bunların sırtlarına merkep-ler gibi yük yükletilmemelidir.
175- Zararlı olmayan serçe, hüdhüd gibi küçük kuşları, hayvanları boş yere öldürmemelidir. Hiç
bir hayvanın yüzüne vurmamalıdır. Ve yüzünü dağlamamalıdır. Hiç bir hayvanı nişan almak için hedef
tutma-malıdır, kuşların yuvalarına geceleyin gitmemelidir. Geceler onlar için bir emniyet, bir yerleşme
zamanıdır.
176- Zararlarını gidermek için yılan, akrep, fare, çaylak, kara karga, kudurmuş köpek gibi
hayvanlar öldürülür. Bununla beraber hiç bir hayvanı ne kadar zararlı olursa olsun, ateşe atmak
suretiyle öl-dürmek caiz değildir.
177- “Öldürülecek bir yılanın veya akrebin eşi, intikam alır” diye söylenilen sözlerin aslı yoktur.
Bunların intikamından korkmak, fazla bir korkaklık eseridir, erkeklere yakışmaz.
vermiştir. Bu iki kısım temizlik arasında büyük bir ilgi vardır. Bunlardan biri diğerinden ayrılamaz.
Hattâ bun-lardan her biri bir bakımdan maddî ise, diğer bir bakımdan da mane-vîdir. Abdest gibi.
179- Müslümanlıkta maddî şeyler ile kirlenen bir vücudu bir elbi-seyi, bir mekânı temizlemek bir
vazife olduğu gibi, günah denilen manevî fenalıklarla kirlenmiş olan bir ruhu temizlemek de bir
vazifedir.
180- Başlıca maddî temizlikler şunlardır:
1- Müslümanlıkta her ne sebeple kirlenen bir vücudu, bir elbiseyi, bir yeri ve benzeri şeyleri su ile
temizlemek bir esastır. Bu temizlik işi, temizlenecek şeyin haline göre farz, sünnet veya müstehaptır.
2- Müslümanlıkta namaz kılabilmek için abdest almak ve icab edince gusl etmek farz olan bir
temizlik vazifesidir.
3- Müslümanlar için yüzde, kulakta, burunda, tırnaklarda saç ve sakalda bulunan kirleri gidermek,
saçları tarayıp bağlamak, insanların nefretine meydan vermemek, sünnet olan bir temizlik vazifesidir.
4- Her müslüman için haftada bir kere olsun vücudunu yıkamak müstehaptır. En faziletli olan
Cuma gününde yıkanmaktır. Çünkü Cuma müslümanların bir bayramıdır, bir toplantı zamanıdır, o
günde her yö-nüyle temiz olmak pek güzeldir.
5- Müslümanlar için uzanan tırnakları ve fazla uzanan bıyıkları kesmek müstehaptır. Sakalda
sünnet olan bir tutam miktarıdır. Ondan fazlasını kesmekte bir sakınca yoktur.
6- Kol altındaki ve kasıklardaki tüyleri yolmak veya tıraş etmek müstehaptır. Bunlar haftada veya
onbeş günde bir temizlenmelidir. Kırk gün kadar hali üzerine bırakmak tahrimen mekruhtur.
7- Erkeklerin veya kadınların temizlenmek için kendilerine mah-sus hamamlara gitmelerinde bir
sakınca yoktur. Umumî bir ihtiyaçtan dolayı bu, caiz görülmüştür. Yeterki avret mahallerini örtsünler.
Erkek-lerin kendi aralarında, kadınların da kendi aralarında peştemal bağ-lamayarak açık bir halde
yıkanmaları haramdır. Hattâ bir kimse, yalnız başına bir yerde yıkanacağı zaman bile peştemal
bağlamalıdır. Edebe uygun olan budur. Tenha bir mahalde peştemalı sıkmak veya temizlik yapmak için
az bir müddet peştemalsız durmak caiz olabilir.
8- Hamamda vücudun baştan göbeğe ve dizlerden topuklara kadar olan kısmını tellak “keseci”ye
oğdurmakta bir sakınca yoktur. Fakat bazı alimlere göre bir zaruret bulunmadıkça, bu oğdurmak
mekruhtur. Göbek ile dizler arasındaki kısmı oğdurmak ise, caiz görülemez. Ayak-ları oğdurmak da
mürüvvete aykırıdır. İhtiyacından dolayı bu hizmeti gören bir şahsı o kadar aşağılamamalıdır.
181- Başlıca manevî temizlikler de şunlardır:
1- Kalbleri güzel ahlak ile, güzel ameller-emeller ile temizlemeye, süslemeye, nurlandırmaya
www.mehmettaluhoca.com
çalışmalıdır. Manevî temizlik, bunlar ile or-taya çıkar.
2- Günahlar ile kirlenen ruhları, kalbleri tövbe ile, istiğfar ile temizlemeğe çalışmalıdır.
Malumdur ki, günahlar kebair “büyük” ve sağair “küçük” diye iki kısımdır. Kebâirin, yani büyük
günahların baş-lıcaları şunlardır: ALLAH Tealâ’yı inkâr etmek, ALLAH Tealâ’ya şirk (ortak) koşmak,
kesin olarak sabit olan bir dinî hükme inanmamak ki, bu üçü -El'iyazübillâh = Bundan ALLAH’a
sığınırız- kafirliktir. ALLAH’ın rahmetinden ümidini kesmek, ALLAH’ın azabından, gaza-bından emin
olmak, günah üzerine ısrar etmek, yani herhangi bir günahı daima işleyip durmak, namazı orucu
terketmek ALLAH yolunda cihad-dan kaçınmak, anaya, babaya asi olmak, yalan yere şahitlik ve yemin
etmek, bir kimseyi haksız yere öldürmek, bir kimsenin bir uzvunu haksız yere kesmek veya sakat bir
hale koymak, faiz alıp vermek ve hır-sızlık yapmak, rüşvet almak, yetimlerin mallarını yemek, zina ve
livata denilen rezaletleri işlemek, iffetli kadınlara fuhuş isnad etmek. İşte bunlar, dereceleri farklı birer
büyük günahtır, Diğer bir çok günahlar da birer küçük günahtır.
3- Günahların bir kısmı, yalnız ALLAH Teala'nın hakkına aittir. Diğer bir kısmı da insanların
haklarıyla alakalıdır. Birinci kısımda in-san, kalben pişman olup ALLAH Tealâ'dan af ve rahmet
dilemeli, bir daha öyle bir günahda bulunmamaya kesinlikle karar vermelidir. Ve o günah, kafir olmayı
gerektirecek bir mahiyette ise, hemen tecdid-i iman (imanı tazelemek), tecdid-i nikâh (nikahı
tazelemek)de bulunmalıdır. Namaz gibi, oruç gibi kazası lâzım gelen bir ibadetin terkinden ibaret ise,
hemen bunu kazaya çalışmalıdır.
Günahların insanlarla alakalı kısmında ise, yine kalben bir pişmanlık duyarak hem ALLAH Tealâ'dan af
dilemeli, hem de hakkına tecavüz edilen kimseden, mümkün ise, helâllik istemelidir, kendisini razı etmeye ve
tecavüz edilen hakkı ödemeye çalışmalıdır. Ruhların “Seyyiât” denilen günah kirlerinden temizlemesi, ancak
bu sayede mümkün olabilir.
182- Görülüyor ki, mukaddes İslâm dini hem maddî, hem de manevî temizlikleri birer dinî hükme
bağlamış, bunları sadece insanların keyiflerine bırakmamıştır. Resul-ü Ekrem (S.A.V) Efendimiz de:
” Nezafet imandandır.”
mealindeki bir hadîs-i şerîfiyle temizliğe bir kutsallık vermiş, onun ehemmiyetini göstermiştir. Diğer bir
hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmuştur:
“Şüphe yok ki ALLAH Tealâ temizdir, temizi sever, naziftir, nezafeti sever, kerîmdir, keremi sever,
cömerttir, cömertliği sever. Artık evlerinizin çevresini temiz tutunuz, yahudilere benzemeye çalışmayınız.”
183- Malûmdur ki ALLAH Tealâ bizleri bir imtihan için yaratıp bu dünyaya getirmiş, bir takım
vazifeler ile mükellef tutmuştur. Bizim maddi-manevi temizliğimiz, saadetimiz ancak bu vazifelere
riayetle gerçekleşir. Bu vazifeleri yapmayanlar, yaratıcımızın mukaddes emir-lerine muhalefet etmiş
olurlar. Böyle bir kimsenin kıymeti alçalmış, kalbi kararmış, ruhu kirlenmiş, kendisi azaba müstehak
olmuş olur. Artık bu halde yapılacak şey tövbedir, istiğfardır, hayatın gayesine göre harekettir. Kirlenen
bir ruhun temizliği ancak bunlar ile mümkündür.
184- İnsan, tertemiz günahsız bir halde dünyaya getirilmiştir. Artık kirli, günahkâr bir halde
ahirete gitmekten sıkılmalıdır. İnsan bir kere düşünmelidir, kendi yaratıcısının, mabudunun mukaddes
emirleri-ne karşı nasıl isyan edebilir? İnsanın ruhu böyle bir isyandan dolayı sızlamalı değil midir?
İnsan, kudret ve azametinin sonu olmayan büyük yaratanından korkmalı, O'nun, her an nail olduğu
nimetlerini düşünerek utanmalı değil midir?
Bununla beraber insan, insanlık hali, günahdan uzak kalamıyor. Yeter ki bu günahtan dolayı kalbi
sızlasın, ruhunda pişmanlık duysun, hemen ALLAH'ına yönelsin, günahının affedilmesini dilesin, daha
töv-be imkânları elde iken günahtan kurtulmaya çalışsın.
ALLAH Tealâ Hazreteri:
“Ey müminler! Hepiniz ALLAH’a tevbe ediniz ki, kurtulabile-siniz”1 buyuruyor. Resul-ü Ekrem
(S.A.V) Efendimiz de:
“Günahından tövbe eden günah işlememiş kimse gibidir.”2 buyurmuştur.
Artık bizim vazifemiz, günahlarımızdan dolayı, için için yanıp ya-kılarak hakka yürümektir. Ve
seyyid-i istiğfar denilen şu mübarek cümle ile Hak Tealâ Hazretlerinden -tevbe ve istiğfar edici olarakaf
ve mağfiretler dilemektir.
şey) veya gayr-i müstahsen” olan şeylerin bir kısmı, fıkıh kitaplarımızda:
Kitabü’l-kerâhiye ve’l-istihsan.”
Kitabü’l-hazar ve’l-ibâha.”
Kitabü'l-et'ime ve'l-eşribe.”
Kitabü'z-zühd ve'l-vera”,
gibi ünvanlar altında yazılı bulunmaktadır. İşte ilmihalimizin bu sekizinci kitabı, bu kısma ait bazı
meseleleri içine almaktadır.
BAZI DÎNÎ TABİRLER
1- İstihsan: Lugatta bir şeyi güzel saymak, güzel sanmaktır. Usulü fıkıh ıstılahınca:”Açık kıyası
bırakıp insanların ihtiyacına daha uygun olanı almaktır.”Diğer bir ifade ile “Kolaylık için güç olanı
terketmek, herkesin başına gelebilecek şeylerde -dini bir müsadeye dayalı- kolaylık tarafını arayıp tercih
etmek” demektir. Burada istihsandan maksat, pek lüzumlu, pek güzel bir kısım dinî meseleleri beyandan
ibarettir.
Dinimizin güzel gördüğü, müstehap saydığı şeylerden her birine” müstahsen” denir. Aksine de
“gayri müstahsen” denilir.
2- Kerahiyet: Lugatta zahmet, meşakkat, şiddet ve bir şeyi fena görmek manasındadır. Şer'an
“terkedilmesi daha iyi olan bir şeyin ter-kedilmeyip yapılması” demektir ki, buna “kerahet” de denir.
Taharet: 25.Madde’ye müracaat.
3- Hazar: Lugatta menetmek demektir. Mahzur yerinde kullanılır ki yasak edilmiş manâsındadır.
Şer'an yapılması yasak olan şeylerden ibarettir. Çoğulu”Mahzurat”tır.
4- İbâha: Mübah kılmak, yani, bir şeyin yapılmasını da, yapılma-masını da caiz görmektir. Bir
şeyin yapılmasına verilen izin, bir ibaha-dır. Bir yiyecekten bir kimsenin yemesine yetkili şahsın
verdiği izine de “ibaha” denir. Mubah tabiri için Taharet: 23. Maddeye müracaat.
5- Zühd: Bir şeye rağbet etmemek, bir şeyden kaçınmak mana-sınadır. Dünyaya meyletmeyip,
ibadet ve itaatla fazla meşgul olmak demektir.
6- Vera: Harama düşmek korkusuyla şüpheli şeylerden kaçınmak demektir. Buna “Takva”,
“îttika” da denir. Vera ve takva sahibine de “Müteverri, Müttaki” denir.
7- Met'umât: Tadılan, yenilen şeyler demektir. Her yenilen şeye “taam” denir, çoğulu “et'ime”
dir.
8- Meşrubat: İçilen sıvı şeylerdir. Lügatta her içilen sıvıya “Şarab” denir. Çoğulu “eşribe” dir.
Istılahda ise, şarap, sarhoşluk veren herhangi bir sıvıdan ibarettir. “Hamr” denilen içkiye de “Şarap”
denilegelmiştir.
Helâl, haram, mubah, mekruh tabirleri için de, Taharet: 22-28. maddeye müracat! …
HER MÜSLÜMAN İÇİN ÖĞRETİM VE ÖĞRENİMİN LÜZUMU
9- İlim tahsil etmek, esasen her müslüman erkek ve kadın için bir vazifedir. Şöyle ki, hermüslüman için mükellef olduğu dinî vazifeleri yapabilecek, hak ile batılı, helâl ile haramı ayırt
edebilecek miktar bilgi sahibi olmak farz olan bir vazifedir. Çünkü hadis-i şerifte:
“İlim öğrenmek her müslüman kadın ve erkek üzerine farzdır.” buyurulmuştur.1
Başkalarına muhtaç oldukları şeyleri öğretmek için ilim tahsil et-mek de bir sünnettir, bir
ibadettir. Bundan fazlasını bir kemal “dini ol-gunluk”, bir zînet olmak üzere tahsil etmek de mubahtır.
Başkalarına karşı öğünmek, kibirlenmek ve başkaları ile mücadele etmek, tartışmak için ilim tahsil
etmek ise, mekruhtur.
10- İlim tahsil etmek, esasen gerek fertler için ve gerek toplum için lâzımdır. Bu bir zarurettir. Bu
zaruret miktarı ilim tahsili, bir İslâm toplumunun bütün fertlerinin yapması gerekli olan dini bir
vazifedir. Şu kadar var ki ilimlerin bir kısmı, her fert için mutlaka lâzım olduğundan bu kısmın tahsili
bir farzı ayındır, bununla her fert mükelleftir. Bir kısmı ise, her fert için değil, toplum hayatı için
vazgeçilmez oldu-ğundan bunun tahsili de bir farzı kifayedir. Tıp, matematik, harp ilimle-ri gibi. Bu
ilimleri herkes tahsil edemez. Bunlar ile toplumun bazı fert-leri meşgul olabilirler. Bu halde bunları bir
kısım fertler tahsil edince farz olan bu vazife yerine getirilmiş olur. Fakat bunlar ile İslâm toplumunu
teşkil eden fertlerin hiç biri meşgul olmazsa, o toplumun bütün fertleri ALLAH katında mesul olurlar.
11- İslâm dininde ilim, pek kıymetli bir şeydir. İlim, bir nurdur, bir hayattır, bir toplumun
yaşamasına, yükselmesine sebeptir. Cehalet ise, bir karanlıktır, bir ölümdür, bir felâkettir.
Resulü Ekrem (S.A.V) Efendimiz Lokman Hekim’in oğluna şöyle bir öğüt vermiş olduğunu
hikâye buyurmuştur:
“Oğulcağızım! Alimlerin meclislerine devam et, hikmet sahibi kimselerin sözlerini dinle. Çünkü
ALLAH Teâlâ, yer yüzünü ince yağmur ile dirilttiği gibi, ölü bir kalbi de şüphe yok ki hikmet nuru ile
diriltir.”
12- Müslümanlıkta her meslek erbabı için o meslekle alakalı dinî meseleleri bilmek bir vecibedir,
mühim bir vazifedir. Meselâ, ticaretle uğraşacak kimseler için bu hususta dinen caiz, helâl olup
olmayan şeyleri ilk evvel öğrenmek lâzımdır. Taki muamelelerinde gayrimeşru birşey bulunmasın.
13- Müslüman hanımlar, abdest, namaz, oruç gibi dinî hususlara ait bir kısım meseleleri ya
kocaları, mahremleri, vasıtalarıyla öğrenirler veya kocalarının rızalarıyla arasıra bir ilim meclisine
giderek öğrenme-ye çalışırlar. Fakat kocalarının rızaları olmadıkça bir ilim meclisine çıkıp gidemezler.
Şu kadar var ki, bir kadına dinî bir meseleyi öğretmek vazifesi yüz gösterdiği takdirde bakılır: Eğer
kocası bu meseleyi çözer veya ehlinden öğrenip kendisine bildirirse, maksat hasıl olmuş olur. Fakat
kocası bunu halledemez ve sorup öğrenmekten de çekinir ise, kadın, o meseleyi gidip ehlinden
öğrenmek selâhiyetine sahip bulunur. Yeter ki İslâm âdabına uygun bir tarzda hareket etsin .
14- İlim sahasında hakka yardım için, bir hakkın açıklanmasına yardım için, ilmî bilgilerin artmasını
temin için yapılan ilmi tartışmalar, münazaralar caizdir. Bunlar ibadetten sayılır. Fakat bir müslümanı
kahretmek, mahcup etmek ve üstünlük taslamak için bir mala, bir alakaya nail olmak için yapılacak
tartışmalar, tenkitler haramdır, ahlâka muhaliftir.
15- İlim sahasında “Mira” ve “mücadele” denilen şey, asla caiz değildir. “Mira” başkasının
ifadelerinin lâfzında veya mânasında görülen bir noksandan dolayı hemen itiraz etmektir, bu itiraz, kendini
görmekten, kendisini göstermekten ileri gelir. Bu sebeple söylenilen bir sözü hemen düzeltmeye
kalkışmamalıdır. Ancak dini bir fayda için olursa o takdirde yumuşaklıkla nezaketle hareket edilmelidir. Bir
hadîs-i şerîfte:
“Kul, haklı olduğu halde bile mirayı = faydasız tartışmayı terk et-medikçe, imanın hakikatini
tamamlamış olmaz.” buyurulmuşlur.3
Hak bir şeyde, bile bile inatçı olmak ve kibirlilik göstermek de as-la caiz değildir. Öyle bir hal,
riyadan, kinden, hased ile hırs ve açgözlü-lükten ileri gelir ki, insan için pek büyük bir eksikliktir.
Hak, kabul edilmeye daha lâyıktır.”
MÜSLÜMANLIKTA VAAZ VE NASİHATİN EHEMMİYETİ
16- İslâm dininde vaaz ve nasihat pek mühim bir vazifedir, bir farzı kifayedir. Kürsülerde,minberlerde halka karşı öğüt maksadıyla yapılan vaazlar birer sünnettir, peygamberimizin yoludur. Şer'i
şerife uygun, ihtiyac karşılayacak şekilde, hikmetli bir tarzda okunan hut-belerden, yapılan vaazlardan
herkes istifade eder. Bunlar birer “tezkir” dir. “Tezkir” = vazifeleri hatırlatmak ise, müminler için pek
faydalıdır.
17- Nasihat: Esâsen hayır istemek demektir. Bir hadîs-i şerifte:
“Şüphe yok ki din, ALLAH için, ALLAH’ın kitabı için, Peygamberi için, müslümanların
imamları için ve hepsi için hayır istemekten ibarettir” diye buyurulmuştur.1
Gerçekten ALLAH’ü Teâlâ’nın dinine hizmet için çalışmak, baş-kalarının hidayetine dini
yaşantısına selâmet ve saadetine hizmet için çalışmak ne büyük bir hayırseverliktir, ne yüce bir
harekettir!. Bunun içindir ki bir hadîs-i şerifte:
“ALLAH Teâlâ’nın bir kimseyi senin ellerinle-vasıtanla hidayete erdirmesi, senin için güneşin
üzerine doğduğu ve battığı şeylerin tama-mından daha hayırlıdır” buyurulmuştur.2
18- Nasihat, gerçekten bir hayır dilemektir, pek övülmüş bir hiz-mettir. Fakat sâdece reislik
sevdasıyla veya bir mala veya insanların alaka ve takdirine nail olmak maksadıyla yapılan vaazlar,
okunan hut-beler, sahipleri için birer vebaldir, güzel niyetle yapılmadığı için ALLAH Tealâ katında
değeri yoktur.
19- ALLAH rızası için yapılıp bir hayırseverlik eseri olan bir na-sihati kabul etmemek,
kendimizden üstün olan kimselerin meşru emir-lerine, tavsiyelerine itaattan kaçınmak ise, “temerrüd =
inatçılık, dik başlılık” denilen fena bir haslettir ki, hasetten, kendini görmekten, nef-sin arzu ve
isteklerine uymaktan ileri gelir.
20- Müslümanlıkta ma'ruf ile emretmek, münkerden men etmek de bir öğütten, bir hayır
dilemekten ibaret olup, pek mühim bir vazi-fedir. Müslümanlar, bu vazifeyi lâyıkıyla yerine getirmek
suretiyle başka milletlerden ayrılmış, Kur'an-ı Kerim'de övülmüşlerdir.
21- Maruf, tabiata uygun, şer'an güzel görülmüş olan şeydir. Münker de bilâkis tabiata aykırı,
şer'an çirkin bulunan şeydir. Bu se-beple her müslüman, kendi dindaşları hakkında ve bütün insanlık
hak-kında hayır ister, maruf ile emretmeyi ve tavsiyede bulunmayı, mün-kerden men etmeyi dinî bir
vazife bilir. Şu kadar var ki, bu vazifenin dereceleri vardır. Şöyle ki, bu irşat vazifesi, yapılmasında bir
fenalığın meydana gelmesi muhtemel değilse, fiilen yapılır, muhtemel ise, söz ile yapılır, bu da tehlikeli
ise, yalnız kalben yapılır, yani marufun yapıl-ması, münkerin terkedilmesi için kalben dua edilir.
22- Bir müslüman, yapacağı emir ve men etmenin zararsız kabul edilebileceğini kuvvetli zannı ile
bilirse, bu vazifenin yapılması kendisine gerekli olur, bunu terkedemez. Fakat bu yüzden bir engelle
karşılaşacağını, meselâ kendisinin dövülüp sövüleceğini yine kuvvetli zannıyla bilirse, bunu terketmesi daha
faziletli olur. Kabul edilmemekle beraber böyle bir mahzur meydana gelmeyeceğini bildiği takdirde de
serbesttir. Dilerse bu vazifeyi yapar, dilerse yapmaz. Şu kadar var ki, yapması daha faziletlidir. Bu uğurda
bazı sıkıntılara katlanmak ise, bir cihaddır.
23- Bir şahsın emir veya men ettiği şey, hakka ve maslahata uygun ise, kabul edilmelidir. Hatta
kendisi sözüyle amel etmese bile. Bununla beraber bir emretme veya nehyetmenin ruhlara tesir edebilmesi
için, bu vazifeyi yerine getirmeye çalışan kişi, şu beş vasfa sahip olmalıdır:
1- Bilgi sahibi bulunmalıdır. Çünkü bilgisiz kimse, bu irşat vazi-fesini güzelce yapamaz.
2- Söylediği şey ile kendisi de amel etmelidir. Aksi takdirde
"Niçin yapmadığınız şeyi söylersiniz!" azarla-masına maruz kalır.
3- Bütün sözleriyle ALLAH Tealâ'nın rızasını, müslümanların yükselmelerini gözetmelidir. Bunu
gaye bilmelidir.
4- Muhatapları hakkında şefkat göstermeli, irşat vazifesini merha-metle, yumuşaklıkla
yapmalıdır.
5- Sabır ile, güzel ahlak ile vasıflanmış olmalı, hiddetten, şiddet-ten kaçınmalıdır.
Şunu da ilâve edelim ki, avamdan bulunan kimselerin ilim ve irfan ile şöhret bulmuş zatlara emir
ve men etmede bulunmaları uygun değildir. Böyle bir hareket, edepsizlik sayılır, kendi haklarında
bilmek-sizin bir zarara sebep olabilir.
MUKADDESATA HÜRMET VE TAZİM
24- ALLAH Teâlâ'ya mensûb olan, dinen pak, nezih “tertemiz”, manevî bir büyüklüğe sahip bulunan
şeylere” mukaddesat = kutsal şeyler” denir.
ALLAH Tealâ Hazretleri, mukaddes olduğu gibi, onun bütün mü-barek isimleri de mukaddestir.
Hattâ bir ism-i celîli de “Kuddûs”dür.
Yine ALLAH Tealâ'nın kitapları, peygamberleri, velîleri birer kud-siyete sahiptirler. İslâm ibadetleri
birer mukaddes vazifedir. İslâm mabet-leri de birer mukaddes, mübarek yerlerdir.
25- Biz müslümanlar, bütün mukaddesata son derece hürmet ve tazim ile mükellefiz.
Mukaddesata hürmet ve tazim etmeyen kimse, ru-hu sönmeye başlamış, yüksek duygulardan mahrum
kalmış, gafil bir şa-hıs demektir, insanî kıymetini kaybetmiş bulunur.
26- Mukaddesata karşı yapılacak hürmet ve tazim’in şekli, mu-kaddesatın hüviyet ve mahiyetine
göre değişir. Biz burada bunların bir kısmına işaret edeceğiz. Şöyle ki:
27- Herhangi mukaddes bir ibadete veya hayırlı bir işe başlaya-cağımız zaman Besmeleyi
şerifeyi, mabudumuzun mukaddes ismini okumamız lâzımdır. Bir hadisi şerifte:
“Herhangi ehemmiyetli bir iş, “Bismillah” ile başlanılmazsa, ek-sik kalır, hayırlı bir neticeye
eremez” buyurulmuştur.
28- Biz mukaddes mabudumuzun mübarek isimlerini zikrederken “Teâlâ” gibi “Celle celâlühü”
gibi bir tabir kullanırız. Meselâ: “ALLAH Teâlâ”der,”Hak celle ve alâ” deriz, veya “Rabbimiz Celle
celâlühü hazretleri” deriz. Bunlar birer İslâm terbiyesi gereğidir.
29- Büyük Peygamberimizin yüksek isimlerinden biri zikredilince salât-ü selâm okuruz. Meselâ,
“Hazreti Muhammed sallallâhü aleyhi vesellem” deriz. Ve mübarek isimlerinden birini yazdığımız,
zaman “Aleyhissalâtü vesselâm” veya “sallâllahü aleyhi vesellem” gibi bir ifade yazarız veya
dilimizle okuruz.
Diğer peygamberlerin mübarek isimlerinide “Selâm” ile zikr ederiz. Meselâ, “Adem aleyhisselâm”,
“İbrahim aleyhisselâm” deriz. İki olursa “Aleyhimesselâm”, daha fazla olunca “Aleyhimüsselâm”
denilir.
30- Şânı yüce Peygamberlerden başkaları salât-ü selâm ile tek ba-şına anılmaz. Ancak
Peygamberler ile zikr edilince selât-ü selâma işti-rak ettirilebilirler. Meselâ “Ebubekr aleyhisselât-ü
vesselam” veya yalnız, “aleyhisselâm” demeyiz, yine, ALLAH Tealâ Hazretleri “Asha-bı kirama
salât-ü selâm buyursun” demeyiz, bilakis “ALLAH Tealâ Hazreti Muhammed'e ve onun âl ve
ashabına salât ve selâm buyur-sun” diye dua ederiz.
Peygamberler ile onlara tâbi olan ashabı kiramın aralarını ayırmak ve tâzîmdeki farka işaret için
bu husus, İslâmi âdâb olarak bütün ümmet arasında kabul edilmiştir.
31- İsimleri yalnızca zikr edilen ashabı güzîn hakkında “Radı-yallâhü anhüm = ALLAH
onlardan râzı olsun” deriz. Bir olunca “Ra-dıyallahü anh = ALLAH ondan razı olsun”, iki olunca da
“Radı-yallahü anhüma = ALLAH o ikisinden razı olsun” denilir.
Diğer ulema hakkında “Rahmetullahi aleyh, Rahmetullahi aley-hima, Rahmetullahi aleyhim
= ALLAH’ın rahmeti onun, o ikisinin, onların üzerine olsun” denilir.
Evliyâ-i Kiramdan tanınmış şahıslar hakkında da, “Kaddesellahu Esrarehu, Esrarehüma,
Esrarehüm = ALLAH’ü teâla onun sırrını, o ikisinin sırrını, onların sırrını1 mukaddes
eylesin”denilebilir. Bütün bunlar İslâm âdabı icablarındandır.
32- Bütün Ashab-ı Kiramı, din büyüklerini hayır ile anmak hepsi-ne karşı hürmet ve muhabbet
göstermek, hiç birinin hakkında dil uzat-mamak lâzımdır. Onların aralarında geçen bazı olayları ileri
sürerek haklarında hürmete aykırı sözlerde bulunmak, hiç bir müslümana yakışmaz, ve asla caiz olmaz.
33- Kur'an-ı Âzîm’î okumaya “Euzü” ile “Besmeleyi şerife” ile başlanır. Rabbimizin bu
mukaddes kitabından hakkıyla istifade edebil-mek için mutlaka zatı ulûhiyetine sığınmamız,
kendisinden yardım dilememiz lâzımdır.
34- Bir Mushaf-ı Şerîf ele alınarak okunacağı zaman, abdestli bu-lunmak lâzımdır. Bu esnada
kıbleye yönelmeli, toplu, hürmetli bir vazi-yet almalıdır. Abdestsiz olan bir kimse, Mushaf-ı şerifi
kılıfsız olarak eline alamaz. Kudsî bir kitabı ancak temiz, nezih olan eller tutabilir.
35- Kur'an-ı Azîm, temiz yerlerde, avret mahalleri örtülü ve Kur'anı dinleyecek vaziyette bulunan
kimselerin yanlarında açıkça oku-nabilir. Kirli-pis yerlerde veya avret mahalleri açık veya başka bir işle
meşgul kimselerin yanlarında âşikâre okunamaz, mekruhtur.
Dışarıda bulunup okunan Kur'an-ı Kerîme karşı hürmetli bir vaziyet almayacak kimselerin işitecekleri
şekilde alenen Kur'an okunması da uygun değildir. Bu hal, Kur'an-ı Kerîm hakkında hâşâ ihaneti ve halk
hak-kında manevî mesuliyeti gerektireceğinden buna sebebiyet vermemelidir.
36- Hattat olan zat, yazacağı bir Mushaf-ı şerif kağıtlarını yük-sekçe tutup pek ince olmayan bir
kalemle ve tertemiz bir mürekkep ile beyaz kâğıt üzerine yazmalı, satırlarını seyrekçe bırakmalıdır.
Mushaf nüshalarını pek küçük kağıt parçalarında ince kalemler ile yazmak, tenzihen mekruhtur. Bu
mübarek nüshaların altın ile veya gümüş ile süslenilmesi, tazimi gösterdiğinden caiz görülmüştür.
37- Mushaf-ı şerifi, Haceri Esvedi, Kâbe-i Muazzama’nın eşiğini tazim için öpmek caizdir. Buna
“diyanet öpmesi” denir. Nitekim mü-barek bir şahsın elini öpmeye de “tehıyye öpmesi” denilir.
“İmam Şafiîye göre ekmeği öpmek, mubah veya hasen “güzel” olan bir bidattır. Bu öpmek,
Hanefîlerce de mubah, görülebilir.”
38- Mushaf-ı Şerîf ile, diğer dinî bir kitap ile veya taşında Kur'an-ı Kerim'den birşey yazılı bir
yüzük parmakta iken -kesin bir zaruret bulunmadıkça- helaya girilemez, hürmete aykırıdır. Bunları
helaya gir-meden evvel çıkarmalı, temiz bir yere bırakmalıdır.
39- Bir Mushaf-ı Şerîf, okunmayacak bir hale gelince, temiz bez içine konup ayak basılmayacak
temiz bir yere gömülmelidir. Bu, Kur'ân’a ihanet değil, bir ikramdır. Bununla beraber tam üzerine toprak
atılmaması için orada bir lâhid “Bak. Namaz kitabı Madde: 600” veya tahtalardan bir tavan yapılmalıdır. Bu
gibi mushafları yakmak caiz değildir.
Diğer dinî kitaplar ise, yıpranmış olunca, hem gömülebilir, hem de akar suya bırakılabilir, hem de
içlerindeki mukaddes isimler silin-dikten sonra yakılabilir. Bu gibi kitap kâğıtlarına birşey sarmak,
dine, ilme karşı hıyâneti ifade edeceğinden caiz olamaz.
Aynı şekilde, içlerinde Cenabı Hakk’ın veya Resul-ü Ekrem’in isimleri yazılı kâğıt parçalarına da
bu isimler silinmeksizin bir şey sarıl-ması mekruhtur.
40- Mabetlere karşı hürmette bulunmak da yapılması gerekli dini bir vazifedir.
Bir Camii şerife, bir mescide hürmetle girilir, içinde tazimli bir şekilde oturulur, lâubali
hareketlerden, lüzumsuz sözlerden kaçınılır, “Namaz kitabı Madde:490 ve devamına” müracaat!..
41- Kur'an-ı Azîme, din ve imana, Peygamberlerden herhangi bi-rine ve Peygamberimiz
(S.A.V)’in, bir sünnetine, bir hadîs-i şerife, bir İslâm mabedine -haşa- sövmek, ihanette bulunmak veya
bunlardan birini hafife almak “el-iyazu billâh = bundan ALLAH’a sığınırız” kafirliktir, derhal tevbe ve
istiğfar edip imanı ve nikâhı tazelemek icap eder.
Bir şahsın sarhoş bir halde böyle çirkin bir işte bulunması, kafir olmasını gerektirmez. Çünkü
kafirlik, itikat-imanla alakalıdır. Aklın git-mesi ile beraber tahakkuk etmez. Böyle bir şahsa lâzımdır ki
tevbe ve istiğfar etsin, sarhoşluk verici şeyleri kullanmaya son versin, böyle haram bir şeye devam
etmesin.
42- İnsan, aslında en güzel şekilde yaratılmış mükemmel, muhte-rem bir varlıktır. Hiç bir
kimseye sövülmesi caiz değildir. Bilhassa ağza sövülmesi büyük bir günahtır, “tazîr”1 cezasını ve
tevbe-istiğfar etme-sini gerektirir. Hattâ bazı fıkıh alimlerine göre bir mü'minin ağzına sö-vülmesi kâfir
olmasını gerektirir. Çünkü mü'minin ağzı iman ve Kur'an yeridir, onun ağzına söven, -haşa- Kur'an'a
sövmüş gibi olur. Bu sebep-le imanını ve nikâhını yenilemesi lâzım gelir.
43- Kur'an-ı Kerim’i veya herhangi bir din kitabını kasten temiz olmayan bir yere atmak, Kur'an
âyetlerini, kelimelerini sihir büyü gibi bir maksatla temiz olmayan şeyler ile yazmak ve yine bu
maksatla tazime aykırı sözler söylemek kafirliği gerektirir. Bu sebeple bu gibi şeylerden son derece
kaçınmak lâzımdır.
44- Sihir = Büyü; bedenlere, ruhlara, gönüllere tesir eden, insanı hasta bırakan, öldüren, karı ile
kocanın arasını açan, bir takım dökümlerden, yazılardan, dualar ile efsunlardan ibarettir ki bütün müçtehid
alimlerce kesinlikle haramdır. Böyle bir şey, fâsık kimselerin ellerinde meydana gelebilir. Hattâ bazı
müctehitlere göre sihri öğrenip başkalarına öğreten kimseler, dinden çıkmış olurlar, öldürülmeleri lâzım
gelir. Şu kadar var ki, caiz olmasına inanmaksızın sadece kendisini fenalığından korumak için sihir yapmayı
öğrenen kimse, dinden çıkmış olmaz.
45- “Büyücüler, şeytanlar, her istediklerini yaparlar” diye itikat edilmesi de kafir olmaya sebep
olur.
Sihrin bir hakikati var mıdır, yoksa bir sanattan, bir göz bağcılık-tan ibaret midir? Diğer üç
mezhep imamına göre, sihrin bir hakikati vardır. Bazı sihirler, Cenab-ı Hakkın dilemesiyle tesir eder.
Fakat İmam-ı A'zam'dan rivayet edildiğine göre sihrin ne hakikati vardır, ne de cisimler üzerinde bir
tesiri. Bazı hâdiseler, bir tesadüf eseri olabilir. Bununla beraber sihrin çeşitleri vardır. Bir çeşit sadece
bir sanattan baş-ka bir şey değildir. Bir fevkalâdeliği yoktur.
46- Sihirbazların tövbeleri bazı müctehitlere göre kabul olunur. Bazılarına göre kabul olunmaz.
Mutlaka dünyada ceza görmeleri lâzım gelir. Çünkü bu, bir zındıklıktır.
47- Kehanette bulunmak, yani gayptan haber vermek iddiasına kalkışmak, yıldızlardan bir takım
hükümler çıkarmak, “remil atmak”2 da haramdır. İslam dini, bu gibi şeyleri kesinlikle menetmiştir. Bunlar
ile vakitlerini zayi etmek, münevver, mütefekkir insanlara asla yakışmaz.
DİYANET VE MUAMELÂT HUSUSUNDA SÖZLERİ KABUL EDİLİP EDİLMEYECEK
KİMSELER
48- Diyanet-i mahzada, yani yalnız ALLAH Teâlâ ile kulu ara-sındaki bir ibadet hususunda âdilolan kimselerin sözleri kabul edilir. Fâsıkların, gayrimüslimlerin sözleri kabul edilmez.
Meselâ, mevcut bir suyun temiz olmadığını bir âdil müslüman, haber verip de başka su
bulunmasa, teyemmüm caiz olur. Fakat bunu fâsık veya hali bilinmeyen veya gayrimüslim bir kimse
haber verirse, araştırmak lâzım gelir. Yani o suyun hakikaten temiz olup olmadığı araştırılır, kuvvetli
zanna göre amel olunur. Şöyle ki: Eğer bu haber verenin doğru söylediği hakkında kuvvetli zan
meydana gelirse, yalnız teyemmüm yapılır, yalan söylediği hakkında kuvvetli zan meydana gelirse bu
su ile abdest alınır, ihtiyaten teyemmüm de yapılır.
49- Bir suyun temiz olduğunu bir âdil, temiz olmadığını da diğer bir âdil müslüman haber verse,
bunun temiz olduğuna hükmedilir. Çünkü suda asıl olan temiz olmaktır. Fakat ölü bir hayvanın boğazlanmış
olduğunu bir âdil, boğazlanmamış olduğunu da diğer bir âdil kimse haber verse, bu hususta en
kuvvetli kanaate göre amel olunur.
50- Bir gayrimüslimin müslüman olmuş olduğunu bir müslüman haber verse, üzerine cenaze
namazı kılınması caiz olur.
51- Alım-satım ve benzerleri gibi muamelelere gelince bunlarda adalet şart değildir. Fâsıkların,
gayrimüslimlerin sözleri de kabul edilir. Hattâ bunların bu muameleler esnasında meydana gelen helal
ve harama ait sözleri de makbuldür.
Meselâ bir gayrimüslim, yanında bulunan bir et hakkında, “Ben bunu bir müslümandan veya bir ehli
kitabtan aldım” dese, o eti bir müslümanın yemesi helâl olur. Bilâkis “bir Mecusiden aldım” dese, helâl olmaz.
Muamelât denilen işler, pek geniş, pek umumîdir. Bu yüzden bu hususta gayrimüslimlerin de
sözlerini kabul etmek, sosyal bir zarurettir.
MÜSLÜMANLIKTA AİLE VE AKRABALIK MÜNASEBETLERİ
52- Müslümanların arasında bir din kardeşliği vardır. Bu umumî dinî yakınlıktır, en kuvvetli bir
bağdır. Bu sebeple müslümanlar, herhangi ırka, herhangi yurda mensup olurlarsa olsunlar, birbirine
bağlıdırlar, birbirini severler, birbiri hakkında hayır isterler. Nitekim bir âyeti kerîmede:
Müslümanlar şüphe yok ki kardeş-lerdir.”1 buyurulmuştur.
Bundan başka müslümanlar arasında farklı derecelerde bir neseb, bir süt, bir hısımlık yakınlığı da
vardır. Bu bakımdan da aralarında bir takım vazifeler, haklar, hükümler cereyan eder, bunlara riayet
edilmesi dinen lâzım gelir.
53- Müslümanların artmaları, kuvvetlenmeleri, yurtlarını, varlık-larını müdafa edebilmeleri,
aralarında aile teşkilâtının gelişmesine bağ-lıdır. Bunun için aile teşkil etmek ve bu ailenin devamına
çalışmak müslümanlıkta mühim bir vazifedir.
Şöyle ki aile yuvası kurmaya güç ve imkanına sahip, kendisinde şiddetli bir evlenme arzusu mevcut
olan bir müslüman için evlenip aile sahibi olmak, vacip veya farzdır. Nefsi arzuları normal bir halde
bulunan bir müslüman için de bir sünneti müekkededir. Bir hadis-i şerifte:
“Evleniniz, çoğalınız, evlât sahibi olunuz, çünkü ben kıyamette sizinle ümmetlere karşı iftiharda
bulunurum”2 buyurulmuştur.
Fakat aile hukukuna riayet edilemeyeceği, meselâ, alınacak kadı-na zulüm ve kötülük yapılacağı
bilindiği takdirde, evlenmek haramdır. Çünkü bu halde aile hayatından beklenilen faydalar meydana
gelemez.
54- Talak-boşama hâdisesine gelince, bu bir yönden meşru ise de diğer bir yönden yasaklanmıştır,
mahzurdan uzak değildir. Şöyle ki aile hayatından beklenilen şeyler meydana gelmediği veya iffet veya
uyum bakımından bir fenalık yüz gösterdiği takdirde talak, meşrudur, tavsiye edilmiştir. Fakat böyle bir
ihtiyaç zaruret bulunmadıkça, talak hoş karşı-lanmamıştır, güzel değildir. Nitekim bir hadîs-i şerifte:
“Talak, ALLAH katında helâl şeylerin en sevimsizidir” buyurul-muştur. 3
Bu sebeple aile hayatını yaşatmaya çalışmalı, lüzumsuz yere ay-rılma, boşanma hâdiselerine
meydan vermemelidir, bunun mesuliye-tinden çekinmelidir.
55- Her müslüman için aile hayatı ile alakalı dinî meseleleri kâfi derecede bilip bunlara riayet
etmek de bir vazifedir. Kimlerin birbiriyle evlenip evlenemeyeceğini, kimlerin arasında mahremiyet
mevcut olup olmadığını bilmek icab eder.
56- Nikâh denilen evlenme muamelesi, müslümanlarca karı ile koca olacak kimseler veya
bunların velîleri veya vekilleri arasında ve en az iki müslüman erkeğin veya bir müslüman erkek ile iki
müslüman kadının huzurlarında, “Ben seninle evlendim,” “ben de kabul eyledim” veya “ben falancanın
ızı falancayı velisi veya vekili bulunduğum falanca için eş olarak kabul ettim” “ben de falancayı velisi
veya vekili bulunduğun falancaya velisi veya vekili olmam hasebi ile evlendirdim” gibi bir icap ve
kabul ile akit yapılır. Ve kadına “mehir” adıyla emsaline göre bir miktar mal verilmesi de lâzım gelir.
Bu mehir, iki tarafın rızasıyla evvelce de tayin edilebilir. Kadın bu mehrini sonra kocasına
bağışlayabilir.
57- Babalar, dedeler, analar, nineler, erkek ve kız kardeşler, amcalar, dayılar, halalar, teyzeler
arasında bir neseb yakınlığı, bir ebedî mahremiyet vardır. Bunların arasında nikâh asla caiz değildir. Meselâ
bir kimse, hiç bir vakit ne anasını, ne kızını, ne de halasını nikâh ile alamaz.
Yine bir kimse, kendi kardeşinin kızını veya torununu da alamaz. Fakat bir kimse, halasının veya
teyzesinin kızını alabilir. Ve iki kardeş çocukları da birbirleri ile evlenebilirler. Bunlar arasında bir
yakınlık var ise de, bir mahremiyet yoktur.
58- Süt itibariyle sabit olan mahremiyet de nesebce sabit olan mahremiyet gibidir. Bu sebeple bir
kimse ile süt babası, süt anası, süt dedesi, süt ninesi, süt kardeşi, süt kardeş evlâdı, süt halası, süt teyzesi
arasında ebedî bir mahremiyet vardır. Bunlar birbirleri ile evlenemezler.
Bununla beraber bu mahremiyetin sabit olması için çocuk, sütü en fazla iki buçuk yaşına kadar -
hatta bir kere olsa bile- emmiş veya içmiş bulunmalıdır. Bu müddetten sonra emilen veya içilen bir süt
ile süt evlatlığı, süt kardeşliği sabit olamaz. Bu müddet, İmam-ı A'zam'a gö-redir. İmameyn'e göre süt
müddeti iki senedir.
59- Kadın ile kocasının bir kısım akrabası ile kendileri arasında “sıhriyet = hısımlık” itibariyle
bir yakınlık meydana gelmiş olur ki, bu da bir mahremiyet meydana getirir, nikâhın caiz olmasına mani
olur. Şöyle ki; bir kimse, kendi hanımının anasını, ninesini, başka kocasından olan kızını veya torununu
asla nikâh edemez. Hatta aralarındaki evlilik bitmiş olsa bile. Şayet bunlardan birine gayrimeşru olarak
yaklaşacak olsa veya bunların bir uzvunu -sıcaklığı duymaya mani bir engel bulun-maksızın- şehvetle
tutsa veya öpse, karısı kendisine ebediyen haram olur. Buna “Hürmeti musahare” denir.
60- Bir kadın da kendi kocasının babasıyla veya başka hanımın-dan olan oğlu ile, torunu ile asla
evlenemez. Bunların arasında da ebedî bir mahremiyyet vardır. Şayet aralarında gayrimeşru bir ilişki
veya şehvetle bir temas meydana gelse, kocasına ebediyyen haram olur.
61- Bir erkekle kendi karısının kız kardeşi, halası veya teyzesi arasında geçici bir mahremiyet
vardır. O erkek, evlilik devam ettikçe bunlardan birini alamaz. Fakat bu evlilik tamamen bittikten,
meselâ kadın öldükten veya boşanıp iddeti bittikten sonra alabilir.1
62- Bir kimse, üvey anasıyla veya kendi oğlunun veya torununun karısı ile asla evlenemez. Hatta
evlilik sona ermiş olsa bile. Bunlar arasında da “hürmet-i musahere” vardır. Şayet bir kimse, oğlunun veya
torununun veya babasının hanımına gayrimeşru yakınlıkta veya şehvetle temasta bulunsa; bu kadın kocasına
ebediyyen haram olmuş olur.
63- Hürmet-i musahere, gayrimeşru ilişkiyle de sabit olur. Şöyle ki, bir kimse, kendisine
gayrimeşru bir şekilde cinsel ilişkide bulunmuş veya bir uzvunu engelsiz şehvetle tutmuş veya öpmüş
veya cinsel organına şehvetle bakmış olduğu bir kadının neseb veya süt itibarıyla anasını, ninesini,
kızını, torununu asla alamaz. Bunlar ile aralarında ebedî bir mahremiyyet bulunmuş olur. Bu, yapmış
olduğu gayrimeşru hareketin bir nevi cezasıdır, neticesidir.
64- Bir müslüman, başkasının nikâhında veya iddetinde bulunan bir kadını alamaz. Aynı şekilde
bir müslüman, ehli kitap olan bir yahudi veya hıristiyan kadını nikâh edebilirse de, müşrik olan bir
kadını, me-selâ bir mecusi kadını asla nikâh edemez. Ancak kadın, bu şirkini terk ederse, o zaman
nikah edebilir.
Bir müslüman kadını ise, hiç bir gayrimüslim ile evlenemez. Bu, dinen kesin bir şekilde haramdır.
Böyle bir hal, İslâm şerefine, İslâm menfaatine ve bir müslüman kadının şahsi selâmet ve saadetine
aykırıdır.
65- Müslümanların münasebetlerinde karşılıklı bir hürmet, bir nezaket vardır. Bir müslüman,
başkasının evine rızası olmadıkça gire-mez, başkasının evinin içine izni olmadıkça dışarıdan bakamaz,
sözle-riyle kimseyi rahatsız edemez. Bunun dışında olarak erkekler, göbekleri altından itibaren diz
kapakları altına kadar olan uzuvları müstesna olmak üzere birbirlerinin bütün uzuvlarına bakabilirler.
66- Kadınların birbirlerine veya kendi kocaları olmayan erkeklere bakmaları da erkeklerin birbirine
bakmaları gibidir. Bu sebeple bir müslüman kadın, diğer bir kadının veya bir erkeğin göbeği altından diz
kapakları altına kadar olan kısmına bakamaz, diğer uzuvlarına bakabilir. Yeter ki bir şehvet, yani kalben bir
arzu ve meyil korkusu bulunmasın.
67- Bir erkek, yabancı veya yakını olup nikâhı ebediyyen haram olmayan bir kadının ahlâkî bir
mahzur bulunmadığı takdirde yalnız yüzüne, ellerine bakabilir. Ebediyyen mahremi olan bir kadının
meselâ anasının veya kızının veya teyzesinin ise, yüzüne, başına, göğsüne, kulaklarına, baldırlarına
bakabilir ve bu uzuvları tutabilir. Yeter ki iki taraftan hiç birinde şehvet korkusu bulunmasın.
68- Erkek ile hanımı arasında her yönüyle özel bir durum “helal olmak” mevcut olduğundan biri
diğerinin bütün vücuduna bakabilir. Şehvetle olup olmaması müsavidir. Şu kadar var ki, cinsel
organlarına bakmamaları daha iyidir, edebe uygundur.
69- Bir doktor, tedavisinde bulunduğu bir kadının hastalıklı olan herhangi mahrem bir uzvuna
zaruret miktarı bakabilir. Şu kadar var ki, tedavisini bir kadına tarif ederek havale etmesi daha
uygundur. Çünkü cinsin cinse bakması daha hafiftir.
MÜSLÜMANLIKTA KESB = KAZANCIN EHEMMİYETİ
70- Müslümanlıkta kesb, yani kazanç sahasına atılmak, esasen ilim gibi bütün müslümanlara ait,pek ehemmiyetli bir vazifedir. Hattâ bir hadis-i şerifte: “Kazanç aramak müslüman olan her erkek ve kadın için bir farzdır.”1 buyurulmuştur. Çünkü herhangi
bir müslüman, mükellef olduğu vazife-leri ancak kazanç sayesinde yerine getirebilir. Bu vazifelerin
yapılması kuvvet ile sıhhate bağlıdır. Kuvvet ve sıhhat ise, gıdaya ve diğer hu-suslara bağlıdır. Gıda ve
diğer hususlar ise, ancak kazanç vasıtasıyla elde edilebilir. Bu sebeple kazanç meydanına atılmak da
mühim bir vazifedir, bir farzdır. Şöyle ki:
71- Herhangi bir müslüman için kendi nefsini ve nafakaları üzerine lâzım gelen kimseleri
geçindirmeye ve borçlarını ödemeye yetecek miktar helâlinden kazançta bulunmak bir farzdır. Nitekim bir
hadîs-i şerifte: “Her müslüman üzerine helâli aramak vaciptir.”2 buyurulmuştur.
72- Fakirlere yardım, gariplere iyilik yapmak için yeterli miktar-dan fazla kazanç, övülmüştür,
güzel görülmüştür. Böyle bir kazanç nafile ibadetten daha faziletlidir. Çünkü bunun faydası başkalarına
da dokunmaktadır.
73- Geniş bir imkana sahip olmak, daha fazla nimetlenmek için daha çok miktarda kazanmak,
mubahtır. Bir hadîsi şerif de: “Salih insan için salih mal ne güzeldir.”3 meâlindedir.
74- Halka karşı kibirlenmek ve övünmek için yapılan kazanç haramdır. Hatta helâl bir yolda yapılmış
olsa, bile. İnsanlara karşı servetiyle, mevkii ile çalım satan kimseler, yarın ahirette Hak Tealâ Hazretleri'nin
gazabına uğrayacaklardır.
MUHTELİF KAZANÇ YOLLARININ ÜSTÜNLÜK DERECELERİ
75- Başka başka kazanç yolları vardır. Bunların en faziletlisi, evvelâ cihat yoludur. Sonra
ticarettir, sonra ziraattır. Bazı alimlere göre ziraat, ticaretten daha faziletlidir. Daha sonra da sanattır.
Şöyle ki:
76- Müslümanlar için icap ettiğinde cihat meydanına atılıp İslâmiyeti yükseltmeye, İslâm
yurdunu, İslâm varlığını müdafaaya çalışmak bir farzdır. Bu farzın dâiresi, lüzumuna göre genişler, eli
silâh tutan müslümanların bir kısmına ve yeterli olmazsa, hepsine yönelen farz bir vazife olur. Bu
uğurda düşman ile çarpışan, düşmanı tepeleyen İslâm mücahidleri gazi, hayatlarını feda edenler de şehit
ünvanını alırlar.
Şehitlere ölü denilmesi doğru değildir. Onlar ebedî bir hayata sahiptirler. Onlar, ALLAH
Tealâ'nın manevî huzurunda rızıklandırılıp dururlar. Bu sebeple şehitlik büyük bir mertebedir.
İşte bu cihad neticesinde müslümanların galip gelip ganimet malları elde etmeleri, en faziletli bir
kazançtır. Çünkü bununla düşman kahredilmiş, din ile dünya birleştirilmiş olur. Bu mallar, velîyyülemr
tarafından bir orana göre mücahidlere taksim edilir. Bu malları mücahidlerin kendi kendilerine almaları,
intizama engel, başka mücahidlerin ve beytülmalın hukukuna aykırı olduğu için helâl değildir.
77- Müslümanlıkta ticaret de pek kıymetli bir kazanç yoludur. Ticaret, toplumların refahına,
yükselmesine sebeptir. Bir hadîs-i şerifte: “Rızkın onda dokuzu ticarettedir”1 buyurulmuştur. Diğer bir hadîs-i şerifte de:
“Doğru muameleli, müslüman bir tacir Peygamberler ile, sıddıklar ile, şehidler ile haşr olur.”2
buyurulmuştur.
78- Müslümanlıkta ziraat da pek mühim bir kazanç yoludur. Bunun faydası pek umumîdir. Ekincilik,
insanlıkla beraber doğmuştur. Bununla ilk uğraşan zat, Hazreti Âdem Aleyhisselâmdır. Bir hadîs-i şerifte:
“Rızkınızı yerin altında gizli bulunan şeylerde arayınız.” buyurulmuştur. Bu yüksek emir, ziraata
da, madenciliğe de şâmildir.
79- Müslümanlıkta sanat da pek makbul bir kazanç yoludur. Bir çok sanatlar vardır. Bunların bir
kısmı, toplum hayatı için pek lâzımdır. İnsan, kendisine en faydalı, en güzel sanatlardan birini
seçmelidir. Bir hadîs-i şerif:
“Sanat, fakirlikten emandır.” mealindedir.
80- Müslümanlarca tese'ül = dilenme esasen bir kazanç yolu değildir. Az çok kazanmaya gücü
olan her müslüman için dilenmek haramdır. Bir müslüman, yüksek himmet sahibi bulunur, onun ruhu,
dilenciliğe tenezzül etmez. Şu kadar var ki, kazanmaktan tamamen âciz olan bir kimse için dilenmesi
lâzım gelir. Böyle âciz bir kimse, dilenmeyi bırakıp da açlıktan ölecek olsa, günaha girmiş olur. Çünkü
kendisini tehlikeye atmış, bir nevi intihar etmiş bulunur. Böyle bir halde dilenmek ise, hayatın
dayanılması mümkün olmayan ihtiyaçlarından ileri geldiği için bir zillet sayılmaz. Bir hadîs-i şerifte:
” Dilenme, kulun en son kazancıdır” diye buyurulmuştur.
81- Bir fakir, dilenmekten de âciz bir durumda bulunursa, halinden haberdar olan herhangi bir
müslüman için ona bizzat veya bir aracı ile yemek yedirmek, onun hayatını kurtarmak yapılması gerekli
bir vazife olur. Bu vazife yapılmazsa, bu hali bilen müslümanlar günahta ortak olurlar.
Şunu da ilave edelim ki, bir günlük nafakası olan bir fakir için dilenmek helâl değildir.
ALIŞ VERİŞİN NEVİLERİ VE KAZANÇ MİKTARI
82- Bey' = Satış muamelesi, “Malı mala değişmek” demektir. Bir kimse, elindeki bir malını aza-çoğasatabilir mi?. Bu mesele etraflıca açık-lanmaya muhtaçtır. Şöyle ki, satış muamelesi başlıca şu dört kısma
ayrılır:
1- Bir malı sermayesine = kaça mâl olmuş ise, ona satmaktır. Buna, “Tevliye” denir. Bu, caizdir.
Bir satıcı, bazen elindeki bir malını hiç kâr gözetmeksizin aldığı fiyata satar. Bu, kendi hakkıdır. Ancak
bu hususta riayet edilecek şey, sermaye miktarını doğru söylemektir. Aksi takdirde satıcı ALLAH
katında mesul olur. Alıcı da alış muamelesini dilerse bozdurur, dilerse fazla bedeli geri alabilir.
2- Bir malı sermayesinden noksana satmaktır. Buna da “Vazi'a” denir. Bu hususta da sermayeyi
doğru söylemek lazımdır. Fakat burada alıcıya düşen ahlâki bir vazife vardır. Şöyle ki, eğer fakir bir
kimse, bir zaruret dolayısıyla bir malını böyle noksanına satıyorsa, onun zararına meydan vermemeli, o
malı mümkün olduğu kadar değeriyle satın al-malıdır. Bu, bir yardımlaşma, bir sadaka mahiyetinde
olmuş olur.
3- Bir malı, sermayesini ve lüzumlu masraflarını söyleyerek on-lardan bir miktar fazlasıyla
satmaktır. Buna da “Murabaha” denilir. Sermayenin ve zarurî masrafların yekûnunu tam bir sıhhat
üzere tayin eden bir tüccar, elindeki bir malı az çok bir kâr ile satabilir. Bu, caizdir. Şu kadar var ki
alıcının o mala olan ihtiyacından istifadeye kalkış-mamalı, insaf dairesini aşmamalıdır. Aksi takdirde
böyle bir muamele, mekruh olmaktan, uhrevî mesuliyetten uzak olmaz.
4- Bir malı sermayesini söylemeksizin az çok bedel karşılığında satmaktadır. Buna da
“Müsaveme” denilir. Böyle bir satış da caizdir. Hattâ yalan söylemek ve sermayenin miktarını tayin
hususunda hataya düşmek tehlikesinden salim olduğu için daha güzel görülmüştür. Şu kadar var ki,
satıcı, alıcıyı aldatır, onun piyasayı bilmediğinden istifade ederek o malın başka bir yerde
bulunmadığını ve pek kıymetli olduğunu söyleyerek onu “Gabn-ı fahiş” ile satarsa, bu hareketi helâl
olmaz, kendisi ALLAH katında mesul olur, alıcı da böyle bir “tağrir” den = aldatıştan dolayı o malı
geri verebilir.
Gabn-ı fahiş: Eşya ve ticaret malları gibi bir şeyi kıymetinden yüzde yirmi, ve bir hayvanı yüzde
on, gelir getiren bir mülkü de yüzde beş fazlasıyla veya daha fazlasıyla satmak suretiyle gerçekleşir.
Fakat tağrir = aldatış bulunmayınca böyle bir muamele zorla bozulamaz.
İHTİKÂRIN MAHİYYETİ VE HÜKÜMLERİ
83- İhtikâr, lügatta: “Bir şeyi azalıp kıymetlensin diye saklamak” manasındadır. Istılahta:“İnsanların ve ehli hayvanların yiyeceklerine, içeceklerine ait şeyleri ahâlisine zarar verecek bir beldede
satın alıp kıymetleri yükselsin diye kırk gün kadar bekletmektir.” Böyle yapan kimseye de “Muhtekir”
denir.
İhtikârın kırk gün ile kayıtlanması, dünyaca yapılacak ceza itiba-rıyladır, yoksa ihtikâra bir gün
bile meydan veren kimse, günahkâr olup ahiret azabına müstehak olur.
84- Bir beldeye dışardan gelecek şeyleri beldeye getirilerek ser-best satılmasına meydan
vermeyip, belde dışında karşılayarak satın almak da bir nevi ihtikârdır.
85- İhtikâr, İmam-ı A'zam'a göre -tarifinden de anlaşıldığı üzere- yalnız yenilecek ve içilecek
maddelerde olur. Fakat İmam Muhammed'e göre elbiselik mallarda da olur. İmam Ebu Yusuf'a göre ise,
topluma zarar veren herhangi bir maddede olabilir. Altın, gümüş, demir ve ben-zerleri gibi.
86- İhtikârın hükümlerine gelince topluma zarar veren bir ihtikâr, tahrimen mekruhtur, ALLAH
Teâlâ katında mesuliyeti gerektirir.
İhtikârın sonu iflâstır. Muhtekir, kendi alçak menfaati için toplu-mu zarara, sıkıntıya sokuyor,
neticede toplumun hayatına kastetmiş oluyor. Bu yüzden veliyyülemir veya yetkili olan hakim, muhtekirin
şahsî ve ailevî ihtiyaçlarını karşılayacak miktardan fazla olan ihtikâr mallarını satmasına hükmedebilir.
Şayet satmaz da muhalefette bulunursa, münasip göreceği şekilde cezalandırır ve o malları, o muhtekir
adına satabilir.
87- İhtikâr yapıldığında veliyyülemr, eşyaya kıymet takdir ede-bilir. Şöyle ki, veliyyülemir veya
yetkili olan hâkim, ticaret mallarına bir zaruret görülmedikçe kıymet takdir edemez. Bu durumda
“tes'ir = narh (fiyat) belirlemek” mekruhtur. Çünkü ticaretin gelişmesine engel olabilir. Bir hadîs-i
şerifte: “Fiyat koyucu ancak nimetleri azçok veren ve rızıklandırıcı olan ALLAH Teâlâdır”1
buyurulmuştur. Fakat bu malların sahipleri haddi aşar, bunları fahiş bir fiyatla, yani en az iki kat fiyatla
satmaya başlarsa, veliyyülemir veya hâkim, bilir kişi ile istişare ederek kıymetleri takdir ve tayin
edebilir. Bunda bir sakınca yoktur. Hattâ İmam Malik'e göre kıtlık yıllarında fiyatları tesbit etmek, vali
bulunan zat üzerine bir vazife olur, hatta fiyatlarda fahiş bir fazlalık bulunmasa bile.
88- Bir kimse, kendi arazisinin mahsullerini bekletmekle muhtekir sayılmaz. Çünkü bu, kendisine
ait bir hakdır, buna toplumun hakları alakalı olmaz. Bir kimse, kendi arazisini ekmeyebilir. Bu sebeple
mahsullerini de satmayabilir. Şu kadar var ki pahalılık ve kıtlık za-manını beklediğinden dolayı günaha
girer. Zira müslümaların hakkında fena bir niyette bulunmuş olur.
89- Başka bir beldeden kendi beldesine getirtmiş olduğu bir malı bekleten kimse, İmam-ı A'zam'a
göre muhtekir sayılmaz. Çünkü top-lumun hakkı, bulundukları beldeden ve o belde etrafından
toplanılan mallarla alakalı olur. Bununla beraber bu getirtilen malları satmak müstehaptır. Bunları
bekletmek mekruh olmaktan uzak olamaz.
İmam Ebu Yusuf'a göre bu kimse de muhtekir sayılır, hakkında muhtekir muamelesi uygulanır.
İmam Muhammed'e göre ise, âdet üzere dışarıdan getirtilen maddeleri bekletmek mekruhtur. Fakat
âdete aykırı olarak pek uzak yerlerden getirtilen maddeleri bekletmek mekruh de-ğildir. Çünkü bunlara
toplumun hakkı alakalı olmaz.
Kısacası ihtikârda hayır yoktur. Bu şefkat ve merhamet duy-gularına mâni, insanlığın
hayırseverlik hususiyetine aykırı olduğundan bundan kaçınmalıdır.
RİBÂNIN MAHİYETİ VE NEVİLERİ
90- Ribâ “Faiz”, lugatta fazlalık manasınadır. Şer'an alış-verişte akit yapanlardan birineverilmesi şart koşulup, karşılığı bulunmayan fazla bir miktardan ibarettir. On dirhem gümüşü, on bir
dirhem gümüş karşılığında satmak gibi.
91- Ribâ, altın ve gümüş gibi “mevzunat”tan olan, yani tartılan şeyler ile buğday, arpa, hurma,
tuz, kuru üzüm gibi “mekilât”tan bulu-nan, yani ölçü ile alınıp verilen şeylerde olur.
“Ribâ, Malikîler'e göre yalnız altın ve gümüş ile geçimi temin edip “kût = erzak” denilen şeylerde
olur. Şafiîler'e göre de yalnız altın ve gümüş ile yiyeceklerden olan şeylerde olur.”
92- Riba, iki nevidir: “Riba-i fazl,” “Riba-i nesie.”
“Riba-i fazl,” tartılan veya ölçülen bir cins eşyanın, kendi cinsi karşılığında peşin olarak
fazlasıyla satılması halinde meydana gelir.
Bu sebeple altın, gümüş, bakır, buğday, arpa ve tuz gibi bir şey, kendi cinsiyle derhal
değiştirilecek olsa, miktarlarının eşit olması icap eder. Birinin miktarı biraz fazla olunca, bu bir ribâ
olmuş olur ki haramdır. ALLAH katında cezası pek büyüktür. Hatta aynı cinsten olan bu iki kısım
eşyadan bir kısmı sanat itibariyle daha kıymetli veya bir kısmı daha iyi, diğeri daha düşük bulunsa bile.
Altın ile gümüş, sanat itibarıyla veya sikke halinde bulunmakla veznî olmaktan çıkmış olmaz.
Çünkü bunların veznî = tartılır şeylerden olmaları, nassı şer'i “Hadis-i şerif” ile sabittir. Meselâ on
miskal “yak-laşık 45 gram” altın, yine on miskal altın karşılığında peşin olarak satı-labilir. Fakat on bir
miskal karşılığında satılamaz. Bu bir miskal, fazla olduğundan ribâ olmuş olur.
Aynı şekilde on kile “20 teneke” buğday, on kile buğday karşı-lığında peşin olarak satılabilir.
Fakat dokuz veya on bir kile buğday karşılığında satılamaz. Fazla miktar, ribâdır.
93- Riba-i fazldan kurtulmak için, bir cinsten olan, faizli işlem olabilecek mallardan her birini ya
tamamen veya kısmen kendi cin-sinden başkasıyla değiştirmelidir.
Meselâ on miskal altın, yüz dirhem gümüş karşılığında ve on kile buğday on beş kile arpa
karşılığında peşin olarak değiştirilebilir. Yine on miskal altın, dokuz miskal altın ile şu kadar dirhem
gümüş kar-şılığında ve on kile buğday da beş kile buğday ile şu kadar kile arpa karşılığında peşin
larak değiştirilebilir.
94- “Riba-i nesie”ye gelince, bu da tartılan veya ölçülen şeyleri birbiri karşılığında veresiye
olarak değiştirmektir, hatta miktarları eşit olsa, bile, bu da haramdır.
Meselâ on dirhem “yaklaşık 32 gram” gümüş veya bu ağırlıktaki bir gümüş para, yine on dirhem
gümüş veya gümüş sikke karşılığında veresiye olarak satılamaz. Çünkü bunların cinsleri ve miktarları
birdir. Biri peşin, diğeri veresiyedir. Bu şekilde aralarında bir fark vardır. Bu sebeple bu, bir ribâdır, bir
günahtır.
Aynı şekilde elden verilen bir kile buğday ile daha sonra harman zamanında verilecek bir kile
buğday satın alınamaz. Bunlar, kalitesi yüksek ve düşük olmak itibariyle farklı bulunsunlar
bulunmasınlar, mü-savidir. Çünkü cinsleri, miktarları birdir. Böyle olmakla beraber biri peşin diğeri
veresiyedir. Veresiye ise, peşine karşılık olamaz. Arada bir fazlalık bulunmuş olur.
95- Mevzunattan yani tartılan şeyler, cinsleri farklı olsa da, bir-biriyle veresiye olarak
değiştirilemez. Meselâ, şu kadar kilo demir kar-şılığında, o kadar kilo bakır veresiye olarak satılamaz.
Çünkü bunlar, vezni “tartılan” olmak itibariyle birdirler.
Aynı şekilde şu kadar kile buğday, o kadar kile arpa veya tuz kar-şılığında veresiye olarak
satılamaz. Zira bunlar da keyli “yani ölçü ile alınıp verilen şeylerden” olmakta birdirler.
Bu esastan yalnız nakitler müstesnadır. Şöyle ki, nakit paralar kar-şılığında nakit cinsinden
olmamak üzere tartılan ve ölçülen şeyler peşin olarak alınabileceği gibi, veresiye olarak da alınabilir.
Çünkü alış veriş hakkında buna ihtiyaç vardır.
İSTİKRAZ “BORÇ ALMA-VERME” MESELELERİ
96- “İstikraz” borç alıp verme muamelesi, yalnız misliyat1ta, ya-ni altın ve gümüş gibimevzunat “yani tartılan şeyler” ile, buğday, arpa gibi me'kilât'ta, yani “ölçü ile alınıp verilen” ve
yumurta, ceviz gibi taneleri arasında kıymetlerini değiştirecek derecede farklılık bulun-mayan
adediyatta, yani “sayılarak alınıp verilen şeylerde” geçerli olur. Hayvan ve el örgüsü, el dokuması gibi
kıyemîyât2ta olmaz.
97- Gerek altından, gümüşten ve benzeri madenlerden olan nakit paralar ve gerek diğer tartılan
veya ölçülen şeyler, daha sonra yalnız misil “denk, aynı”ları alınmak üzere borç olarak alınıp
verilebilir. Buna, “karz-ı hasen” denir ki, sosyal bir yardım olduğundan büyük bir sevaptır. Fakat
bunun karşılığında fazla bir şey verilmesi şart edilmiş olursa bu, bir faiz meselesi olur ki, bu da riba
hükmündedir. Mukriz’in, yani borç verenin bir veya birden fazla ortaklardan ibaret olması arasında
fark yoktur.
98- Borç alınan şeyler, daha sonra kendi misilleriyle ödenir. Me-selâ, borç alınan bir altın akçe,
yine bir altın akçe ile ve bir miktar buğday yine o miktar buğday ile fazla bir şey verilmeksizin ödenir.
Şu kadar var ki borç alınan akçe meselâ, kağıt para, daha sonra bulunmasa veya geçmez bir hale gelse -
fetva verilen görüşe göre- son geçerli olduğu tarihteki kıymeti ile ödenmek lâzım gelir.
99- Bir kimse, borç verdiği para ve başka bir şeyin tamamını veya bir miktarını borçlusuna
bağışlayabilir. Borç alan da aralarında bir şart bulunmaksızın kendisine borçlu olduğu kimseye hediye
verebilir.
Kısacası borç alma-vermelerde iki taraftan birine şart koşulan bir menfaat helâl değilse de, şart
koşulmayan bir menfaat helâldir. Bu se-beple bir borçlu, borcunu ödemekle beraber kendiliğinden şu
kadar kuruş da bir âdet neticesi olmaksızın fazla verse bu, helâl olur.
100- Bir kimsenin bir parayı başka bir yerde bulunan bir şahsa ödemek suretiyle borç alması
mekruhtur. Fakat böyle bir parayı aralarında bir şart bulunmaksızın borç verenin izniyle başka bir yerde
bulunan bir şahsa götürüp vermesi mekruh değildir. Hattâ böyle bir şart ve âdet bulunmaksızın biraz da
fazla bir şey vermesinde bir haramlık yoktur. Bu, bir hibe olmuş olur.
1 Çarşı ve pazarda aynı fiyatta kendi gibisi bulunan şeydir, standart olan mallar.
2 Çarşı ve pazarda dengi bulunmayan yahut bulunsa da fiyatça farklı olan şeydir. Standart olmayan mallar. Yazma kitaplar, el
yapısı kaplar, kullanılmış arabalar, eski paralar gibi, nâdir eşya halini almış "misliyyattan" olan şeyler de kıyemiyyattan sayılır.
www.mehmettaluhoca.com
101- Bir kimsenin bir şahsa, meselâ bir tüccara her ay veya her sene kendisine şu kadar meblâğ
vermek üzere bir miktar para vermesi caiz değildir. O meblâğ, bir ribâ olmuş olur. Fakat muayyen miktar
parayı muayyen bir işte kullanıp elde edilecek kârından kendisine muayyen bir miktarının, meselâ üçte
birinin veya yarısının verilmesi şartıyla vermesi caizdir. Çünkü bu, şirket “ortaklık” muamelesi demektir.
Bu halde o kimsenin zarara da sermayesi nisbetinde ortak olması lâzım gelir.
102- Komşular arasında ekmekler, gerek sayı ve gerek tartı itibarıyla borç alınıp verilebilir. Bu
hususta teamül “gelenek” mevcut olup, müsamaha geçerlidir. Bu, İmam Muhammed'in görüşüdür.
Fetva da bu şekildedir.
103- Faizin dinen haram kılınmasında bir çok hikmetler vardır. Bir kere muhtaç bir kimseye
verilen bir paradan, daha sonra fazla bir şey alınması, sosyal yardım vazifesine aykırıdır. Sonra bir
paranın bu şekilde artırılması, çok kere şahsın iktisadî faaliyetini azaltır, kendisini tembelliğe sevk edebilir.
Bununla beraber borç alınan paradan borç alanın bir kazanç elde edip etmeyeceği mııhakkak değildir,
bilakis muhtemeldir. Çok kere alınan borç paralar lüzumsuz yere sarf edilerek karşılığında bir çok zararlara
katlanmak lâzım gelir. Rehin verilen nice kıymetli malların bu yüzden hiç pahasına elden çıktığı daima
görülür. Halbuki verilecek fazla miktar, kesinleşmiş muayyen bir maldır. Bu sebeple muhtemel, düşünülen
bir kazanç, kesinleşmiş bir mala karşılık olamaz.
Esasen katî bir lüzum görülmedikçe borç almamalıdır. Borç huzuru, rahatı kaçırır, hürriyeti
kısıtlar. Borç verecek bir halde bulu-nanlar da ellerinden gelen yardımı muhtaçlardan
esirgememelidirler, sadece ALLAH rızası için, karz-ı hesen suretiyle borç verip mükâfatını ALLAH
Tealâ'dan beklemelidir. Yerine sarf edilen bir borç para, sadakadan daha faziletlidir. Bununla beraber
borç alacaklar da emin, sözünde durur, ilk fırsatta borçlarını vermeye azimli olmalıdırlar. Bu gibi
vasıflardan mahrumiyet, yardım vazifesini bozmaktadır.
Fihrist’e dön
MÜSLÜMANLIKTA YAPILMALARI CAİZ OLMAYAN ŞEYLER
104- Ferdlerin ve toplumun selâmetine, iffet ve temizliğine, saa-detine muhalif olan şeyler, İslâmdininde yasaktır, haramdır. Bunların yapılması dünyevî veya uhrevî mesuliyeti gerektirmektedir.
Bunlara “günah, masiyet, ism” denir.
105- Günah olan şeyleri bizzat yapmak caiz değildir. O gibi şeylere razı olmak ve bir zorlama
olmadıkça yardım etmek de caiz değildir.
Meselâ bir kimse, bir şey çalamaz. Bu haramdır, cezayı gerektirir. Bir şeyin çalınmasına razı da
olamaz, yardım da edemez. Bu da haramdır, yasaktır.
106- Günah olan şeylere razı olmak veya yardım etmek yerine göre ya haram veya mekruh olur.
Bu, şer'i şerifte bir asıldır. Buna binlerce mesele, dayanabilir.
Meselâ bir şahıs, herhangi bir haksızlığı geçerli kılmak için bir kimseden bir mal alamaz. Bu,
rüşvettir, haramdır. Bu sebeple bir haksızlığı geçerli kılmak için bir mal da veremez ve böyle bir malın
verilmesine vasıta da olamaz. Bunlar da haramdır, yasaktır. Çünkü böy-le alınması yasak olan bir şeyin,
verilmesi de, verilmesine delâlet edil-mesi de haramdır, yasaktır. Nitekim bir hadîs-i şerif:
“ALLAH Teâlâ rüşvet alana da, rüşvet verene de, bunların arasın-da rüşvete vasıta olana da lanet
buyursun.”1 mealindedir.
107- Bir kimse, kendisine miras bırakan şahsın gayrimeşru bir sebeple elde etmiş olduğu bir
malından miras hissesi almamalıdır. Daha iyi olan budur. Bu, bir vera “sakınma” ve zühd “terk etmek”
faziletidir. O hisseyi almak, meşru olmayan bir harekete razı olmak demektir.
Bu sebeple insan, helâl ve meşru olan hisse ile yetinmeli, o mal asıl sahibi malûm ise, ona geri
verilmelidir. Malûm değilse fakirlere sadaka olarak dağıtılmalıdır. Çünkü böyle haram bir maldan
kurtul-manın çaresi, sahibine geri vermek imkansız olunca, sadaka olarak vermektir.
108- Alacağı bir gıda maddesini gayrimeşru bir hale getireceği veya alacağı genç bir köleye fena muamelede bulunacağı veya satın alacağı silâhı fitneye âlet edeceği anlaşılan bir kimseye bunları
satmamalıdır. Bu satış, tenzihen de olsa, mekruh olmaktan uzak değildir.
YENİLMELERİ VE İÇİLMELERİ HELÂL OLUP OLMAYAN ŞEYLER
109- Eşyada yenilip ve içilmek itibarıyla asıl olan mübah olmak-tır. Bütün eşya, esasen insanlarınistifadeleri için yaratılmıştır. Bu se-beple aslında temiz olan, akla ve sıhhate zararlı olmayan bir kısım
hay-van etleri, buğday, arpa, pirinç gibi hububat denilen şeyler, sebzeler, meyveler, sıvılar helâldir.
Bunlar yenilip içilebilirler.
Fakat bazı şeyleri yeyip içmek, insanlara zararlı, hikmet ve mas-lahata aykırı olduğu için
müslümanlıkta haram kılınmıştır.
110- Hayvanlardan tabiatıyla pis olanların, dişleri ile veya tır-nakları ile kendilerini müdafaa edip
başkalarına saldıranların etleri haramdır. “Yedinci kitaba müracaat!”
111- Bitkilerden insanı öldüren veya aklını gideren, vücudu ze-hirleyen veya herhangi bir şekilde
sıhhate zararlı olan şeyleri yemek ha-ramdır. Meselâ afyon, haşhaş, esrar gibi sarhoşluk veren, aklı
bozan şeyleri yemek caiz değildir. Bunlardan sarhoş olanlar hakkında -İslâm ahkâmına göre- tazir
cezası lâzım gelir. Tazir ise, yetkili hakim tara-fından yapılacak hapis, dövme, azarlama, ikaz gibi
cezalardır.
112- Sıvılardan vücuda zararlı olanları, insana sarhoşluk verenleri içmek haramdır. Çünkü
sarhoşluk veren bir sıvının azı da, çoğu da müçtehidlerin çoğuna göre haramdır. Nitekim bir hadîs-i
şerifte:
“Çoğu sarhoşluk veren bir şeyin azı da haramdır.”1 buyurulmuştur.
Bu gibi sıvıların içilmelerindeki zararlar, herkesçe malûmdur. Bu haram içeceklerin toplum
bünyesinde açtığı yaralar pek acıklıdır. Bunların uhrevî mesuliyetleri ise, pek şiddetlidir. Hele “hamr = şarap” denilen içkinin bir damlasını bile içmek, icma ile haram olup şer'an had2 denilen cezayı
gerektirmekdir. Kısacası bu pek zararlı olan şeylerden kaçınmalıdır. Bunlardan kaçınmak, gerek
fertlerin ve gerek toplumun selameti için pek lâzımdır.
113- Temiz içecekler, sadece bozulmakla haram olmaz. Ancak vücuda zararlı bir hale gelmiş
olursa, o zaman haram olur. Etler ise, kokunca, yiyilmeleri haram olur. Süt, tereyağı, zeytinyağı
kokmakla haram olmaz. Yiyeceklere gelince, bozulup keskinleşince temizliğini kaybetmiş ve bu
sebeple yenilmesi haram olmuş olur.
114- Hamamların pis sularını ve benzeri şeyleri sebze bahçelerine akıtmak mekruhtur. Fakat bu
gibi pis sular ile sulanan bahçelerin seb-zelerini yemek haram değildir. Bir çok fıkıh alimlerine göre
mekruh da değildir.
İnsan pisliğini satmak mekruhtur. Fakat başka maddeler ile karış-tırılmış olan pisliğini ve
herhangi bir hayvan gübresini satmak mekruh değildir.
115- Temiz olmayan şeyleri, meselâ bozulup temizliğini kaybe-den kokmuş etleri ve benzeri
şeyleri, etleri yenilen hayvanlara yedirmek caiz değildir.
116- İçine temiz olmayan bir şey düşen veya akıtılan, dinen az kabul edilen bir sıvı, temizliğini
kaybederek içilmesi haram olur. Dinen çok kabul edilen bir sıvı da içine düşen temiz olmayan bir şey
ile rengini veya tadını veya kokusunu kaybedince temizlikten çıkmış, içil-mesi haram olmuş olur.
“İkinci kitaba müracaat.”
117- Yukarıda haram oldukları yazılan şeylerden her biri li aynihi “bizzat kendisi” haramdır. Bir
de li gayrihi “başka bir sebeple” haram olan şeyler vardır ki onlar da başkalarına ait olan mallardır.
Şöyle ki, bir kimse için başkasının bir malını rızası olmaksızın haksız yere almak, meselâ yiyeceğini
veya suyunu yiyip içmek haramdır. Aksi takdirde mal hürriyeti kalmaz. İnsanların toplum halinde
mülkiyet ve tasarruf haklarına sahip olarak yaşamalarına imkân bulunmaz.
118- Bir baba, muhtaç olmadıkça tabiatı kötü olan evlâdının malı-nı kendi kendine alıp yiyemez.
Fakat bir ihtiyaç bulunmasa da iyi olan evlâdının malını alıp yiyebilir. Bir hadîs-i şerifte: “Sen de, senin malın da babanındır”1 diye buyurulmuştur.
119- Tedavi için temiz olan ilaçları yiyip, içmek, kullanmak caizdir. Hattâ Peygamber (S.A.V)
Efendimiz:
“Ey ALLAH'ın kulları! Tedavîde bulununuz. Çünkü ALLAH Tealâ bir hastalık yaratmamıştır ki, illâ
onun için bir deva, bir ilâç da yaratmıştır. Yalnız bir hastalık müstesna ki, o da ihtiyarlıktır.”2 diye
buyurmuştur.
Bu sebeple bir çok hastalıklar, tedavi sebebiyle yok olur. İlahi ka-nun böyle olmalıdır. Bununla
beraber şifayı tedaviden değil, ALLAH Tealâ’dan bilmelidir.
120- Helâl, temiz olmayan şeyler ile tedavide bulunmak, esasen caiz değildir. Şu kadar var ki,
bazı fıkıh alimlerine göre, başka bir ilâç bulunmadığı takdirde müslüman, âdil bir doktorun göstereceği
lüzum üzerine caiz olabilir.
Şöyle ki bir hastalığın veya bir hastalığa sürükleyecek bir zafi-yetin tedavisi için mubah bir ilâç
bulunmazsa, böyle bir doktorun “şifa ümidi vardır” diye tavsiyesi üzerine li aynihi “bizzat kendisi”
haram bir şey ile zaruret miktarı tedavi caiz olur.
Fakat sadece görünürde bir menfaat düşüncesiyle, meselâ, yalnız kilo almak arzusu ile böyle bir
ilâcı kullanmak caiz değildir. Bunda te-davi mahiyeti yoktur. Bunun haram olduğunda ittifak vardır.
Görülen lüzum üzerine bir uzvunda ameliyat yapılacak bir kim-seye aklını giderecek temiz bir
ilâç içirilmesinde de bir sakınca görül-memektedir.
Fihrist’e dön
YİYİP İÇME MİKTARI VE BUNLARIN ÂDABI
121- Ölmeyecek miktar yiyip içmek farzdır, ki insan bu sayede oruç tutmaya ve ayakta namazkılmaya gücü olur. Hattâ insan, kendisini ölümden kurtaracak miktar helâl bir şey bulamazsa haram
olan bir şey-den o miktar yiyip içebilir. Meselâ böyle bir kimse, kendi kendine öl-müş bir hayvanın
etinden yiyebilir. Yine boğazında kalan bir lokmayı gidermek için başka su bulamayınca kâfi miktar
sarhoşluk veren bir sı-vıdan içebilir. Fakat fazlasını yiyip içemez. Çünkü zaruretler, kendi miktarlarıyla
takdir olunur.
122- Bir insan için kuvvetini artırmak için doyuncaya kadar yiyip içmek mubahtır. Bundan fazla
yiyip içmek ise, haramdır. Bunun ölçüsü mideyi bozacağına kuvvetli zan oluşacak miktardır.
Bununla beraber misafirlerine riayet için veya ertesi gün tutacağı oruca kuvvetli bulunmak için biraz
fazla yiyip içmekte bir sakınca yoktur.
123- Misafir için veya her birinden bir miktar yemek suretiyle ihtiyaca kâfi gıda alabilmek için
sofrada çeşitli yiyecek bulunmasında bir sakınca yoktur. Bununla beraber haddinden fazlası, israf
sayılaca-ğından uygun olamaz.
Sofrada çeşitli meyvelerin bulunmasında da bir sakınca yoktur. Fakat terki daha iyidir. Birden
fazla, çeşitli şeyler mideyi bozabilir.
Kısacası mubah olan şeyleri bir ihtiyaç bulunmaksızın çoğaltmak da israf sayılır, bundan
kaçınmalıdır. Sofra üzerine lüzumundan fazla ekmek koymak gibi.
124- Ayakta su içmekte bir sakınca görülmeyebilir. Fakat yü-rürken su içilmesi, zararlı
olduğundan uygun değildir. Suyu bir nefeste içmek de sıhhî bakımdan uygun görülmemektedir.
125- Farz olan ibadetleri eda için zayıf düşecek derecede yiyip içmeyi azaltmak suretiyle perhizde
bulunmak caiz değildir. Fakat normal bir şekilde yapılacak bir perhiz mubahtır.
126- Yiyip içmenin adabına gelince, yemekten evvel ve sonra eller yıkanmalıdır. Bir hadîs-i şerîf:
“Yemekten evvel el yıkamak bir hasenedir, yemekten sonra ise, iki hasenedir, iki kat sevabdır.”1
meâlindedir.
127- Cünüp olan erkekler ve kadınlar için ellerini ve ağızlarını yıkamadan yiyip içmek mekruhtur.
Âdet gören kadınlar için de yemek-ten evvel ağızlarını yıkamak daha iyidir.
128- Yemeklerin evvelinde “Besmele-i şerife”yi okumalı, sonun-da da “Elhamdülillah”
demelidir. Bu nimeti bize veren, bu nimetten is-tifade kuvvetini bize ihsan buyuran Kerîm ve Rahîm
olan ALLAH'ımızı bu vesile ile de tazim etmelidir. Yemeğin evvelinde besmele unutulursa sonunda:
“Bismillâhi âlâ evvelihi ve âhirihi = yemeğin evveline de sonuna da bismillah “ denilmelidir.
129- Yemeğe başlarken besmeleyi sofra başında bulunanların işi-tebilecekleri bir tarzda
okumalıdır. Bu, bir telkin etme, bir hatırlatma demektir. Fakat yemek sonunda işitilecek bir ses ile
“Elhamdülillah” denilmesi uygun değildir. Ancak sofrada bulunanların hepsi de yemek-lerini bitirmiş
olurlarsa, o zaman denilebilir.
130- Yemeklere az bir tuz ile başlamak, tuz ile bitirmek fay-dalıdır, sünnettir. Ekmek parçalarına
hürmet etmeli, bunların üzerine tuzluk ve benzeri şeyleri koymamalıdır. Bunlara parmakları, ağzı, bıçakları
silip atmamalıdır. Yemekler de pek sıcak olarak yenilmemelidir, koklanmamalıdır, yemeklere
ve sulara üflenmemelidir. Bunlar adaba aykırıdır.
131- Yemek esnasında sükut edilmesi mekruhtur. Yemek yerken sâlih zatların menkıbeleri
anlatılmalıdır, güzel bir şekilde konuşul-malıdır. Hele misafirlerin yanında ev sahibinin fazla sükut
etmesi hiç uygun değildir. Ev sahibi, misafirlerin yanından ayrılmamalı, onların yanlarında
hizmetçisine darılmamalı ve misafirlerine bizzat hizmet et-mek güzelliğini de esirgememelidir. Yemek
arasında misafirlerine ısrar etmeksizin “buyurunuz” demeyi de unutmamalıdır. Bu, bir müstahaptır.
132- Ev sahibi kendilerine ziyafet verdiği zatlar ile beraber onlara ağırlık verecek kimseleri
bulundurmamalıdır. Misafirler de ev sahibinin rızası malûm olmadıkça, başkalarını ziyafete
beraberlerinde getirme-melidirler. Ve ziyafetten sonra ev sahibinden müsaade istemedikçe ve
“ALLAH'a ısmarladık” veya “ALLAH'a emanet olunuz” gibi bir duada bulunmaksızın çıkıp
gitmemelidirler.
Fihrist’e dön
GİYİLMELERİ, KULLANILMALARI LAZIM VE CAİZ OLUP OLMAYAN ŞEYLER
133- Her müslüman için avret mahallerini örtecek kendisini sıcaktan, soğuktan koruyacak miktarelbise giymek farzdır. Bu elbisenin etekleri, erkeklerde bacaklarının yarısına kadar, kadınlarda ayaklarının
yüzlerine kadar uzamalı, kolları da parmak uçlarına kadar uzun bulunmalıdır.
Erkeklerin elbisesi, kırmızı veya sarı renkte olmamalı, siyah veya beyaz renkte olmalıdır. Bu
renkler, müstehabdır, yeşil renk de sünnete uygundur.
134- Elbise, ne fevkalâde değerli, ne de son derece adi olmalı, bilakis orta bir halde bulunmalıdır.
Çünkü her şeyin orta halde bulun-ması hayırlıdır. Bununla beraber ALLAH Tealâ'nın verdiği nimeti
gös-termek için bir zinet olmak üzere kâfi miktardan fazla elbise edinmek müstehaptır. Peygamber
(S.A.V) Efendimiz:
“ALLAH Tealâ sana inam ettiği gibi, sen de kendine in'am et”2 buyurmuştur. Diğer bir hadîs-i
şerifte de:
“Şüphe yok ki ALLAH Tealâ nimetinin eserini kulunun üzerinde görmeyi sever.”3
buyurulmuştur.
135- Cuma günlerinde, bayramlarda, cemiyetlerde süslenmek için güzel elbise giyinmek mubahtır.
Fakat böyle elbise ile devamlı süslenip durmak uygun değildir. Bu, bir gurur eseri olur ve çok kere muhtaç olanların kinine sebep olur. Kibirlenmek ve böbürlenmek için elbise giyinmek ise, mekruhtur.
136- Kibirlenmek maksadıyla yapılan her şey mekruhtur. İnsan-lığa yakışmaz. Bu sebeple
başkalarına karşı böbürlenmek, zorba tavrı takınmak maksadıyla pek kıymetli elbiseler giyilmesi veya
pek yüksek binalar yaptırılması mekruh olmaktan uzak olamaz. Hele böyle bir ha-reket, israf derecesine
varırsa, harama dönmüş olur. Akıllı olan kimse, sadece bir gurur için, sadece bir gösteriş için israfa
düşmez, parasını lüzumsuz şeylere sarfederek iktisada, ihtiyata muhalefette bulunmaz. Başkalarına kötü
örnek olarak toplum hayatında gedikler açılmasına sebebiyet vermez.
137- Fakirlerin veya orta halli kimselerin, fazla zenginleri taklit ederek israfa düşmeleri caiz
değildir. Bu, pek acınacak bir haldir. Bir zengin için giyinilmesi mubah olan bir elbise, bir fakir
hakkında mek-ruh, hattâ haram olabilir. Herkes haline, servetine göre hareket etmeli, mukadderata razı
olmalı, meşru şekilde hayatını tanzime çalışmalıdır.
138- İpek kumaşlardan elbise giyinmek, kadınlar için caizdir, erkekler için caiz değildir. Beden
ile ipek elbise arasında başka bir giysi bulunsun bulunmasın, müsavidir. Fakat yalnız uzatmaları ipek
olan ve-ya üzerinde dört parmak eninde ipek işlemeler, saçaklar, kenarlar bulu-nan kumaşlardan elbise
giyinmek erkekler için de caizdir. Bir de erkek-lerin harb halinde kalın ipekli elbise giyinmeleri,
İmameyn'e göre caiz-dir. Bu gibi elbiseler, mücahidleri düşmana karşı heybetli gösterir ve kılıç
darbelerine karşı dayanıklı bulunur.
139- Erkekler için ipek kumaşlar, ipek takkeler mekruhtur. Erkek çocuklara da ipekli, altın sırmalı
kumaşlar giydirmek mekruh olmaktan uzak değildir. Fakat bir erkek, ağrıyan gözüne ipekli bir mendil
bağlıya-bilir. Bunda bir sakınca yoktur.
140- İpekli eşyadan, başka şekilde istifade etmek caizdir. Meselâ ibrişimden dokunmuş bir
seccade üzerinde namaz kılınabilir, bunda bir mekruhluk yoktur. Aynı şekilde ev içini ipekli kumaşlar
ile bezemek de caizdir. Yeter ki bir böbürlenme-övünme için olmasın.
Yüzleri ipek kumaştan yapılan minderler üzerinde oturmak, ya-taklarda yatmak da İmam-ı
A'zam'a göre helâldir.
141- Üzerinde “MâşâALLAH”veya “Elmülkü lillâh” gibi bir ibare işlenmiş bulunan bir seccadeyi
veya herhangi bir döşemeyi yere sermek mekruhtur. Hatta harflerin araları açılmış, bazı harflerin
üzerlerine örgü örülmüş olsa bile. Çünkü tek tek harflere de hürmet lâzımdır. Harfler-deki bitişikliği
gidermekle mekruhluk yok olmaz.
142- Altın ile, gümüş ile ve benzeri mücevherat ile kadınların süslenmeleri caizdir. Erkekler ise,
zinet maksadıyla olmaksızın gü-müşten halkalı mühür kullanabilirler. Ve zinet için de olsa, gümüşlü
kemer, altın yaldızlı, işlemeli kılıç kuşanabilirler. Fakat altından, demir-den, tunçtan, şişeden, taştan
halkalı mühür kullanamazlar. Bu haramdır.
Mühürde itibar kaşa değil, halkayadır. Kaşı taştan, akikten yakut-tan ve benzeri şeylerden olabilir.
Şu kadar var ki, bir ihtiyaç görülme-dikçe mühür kullanılmaması daha faziletlidir.
143- Sadece bir zinet için evde altın ve gümüş kaplar, tablalar benzeri şeyler bulundurmak
caizdir. Fakat altın veya gümüş kaplardan yemek yenilmesi, su içilmesi, yağlanılması, güzel kokulu bir
şey sürül-mesi erkeklere de, kadınlara da mekruhtur.
Gümüş veya altın kaşık ile yemek yenilmesi de böyledir. Gümüş veya altın kalem, hokka
kullanmak da mekruh olmaktan uzak değildir. Şu kadar var ki, altın veya gümüş kaptaki bir yemeği ve
benzeri başka bir kaba naklettikten sonra yemekte, içmekte, kullanmakta bir mekruh-luk yoktur. Aynı
şekilde gümüşle süslü kaplardan su içilmesi de mekruh değildir. Yeter ki, gümüşlü tarafı ağıza
alınmasın.
144- Kalaysız bakır, tunç kaplardan yemek yenilmesi mekruhtur. En iyisi toprak cinsinden olan
kaplardır. Şişeden, billurdan, akikten ya-pılmış kapların kullanılmasında da bir mekruhluk yoktur.
Bunların temizlenmesi kolaydır. Bunlar sıhhî bakımdan madenî kaplara tercih edilmiştir.
145- Sallanan bir dişi gümüş bir tel ile bağlamak caizdir. Fakat altın bir tel ile bağlamak, İmam-ı
A'zam'a göre caiz değildir. İmam Mu-hammed'e göre ise, her ikisi ile de bağlamak caizdir, bunda bir
sakınca yoktur. Bir görüşe göre İmam Ebu Yusuf'un içtihadı da böyledir.
www.mehmettaluhoca.com
Aynı şekilde çıkan bir dişi yerine iade ederek, gümüş veya altın bir tel ile bağlamak, İmam-ı
A'zam'dan bir rivayete göre mekruhtur. Bu diş, ölünün dişi hükmündedir. Bunun yerine besmele ile
boğazlanmış bir koyun dişi gümüş bir tel ile bağlanabilir. Bunun yerine gümüşten bir diş de edinilebilir.
Fakat İmam Ebu Yusuf'a göre çıkan bir dişi yerine iade ederek gümüş veya altın bir tel ile
bağlamakta veya onun yerine gümüşten bir diş edinilmesinde bir sakınca yoktur. İmam-ı A'zam'ın da
dişin iade e-dilmesi görüşünde olduğu İmam Ebu Yusuf'tan rivayet edilmiştir. İmam Muhammed'e göre
ise, çıkan dişin yerine gümüşten de, altından da diş yaptırılabilir.
Düşmüş veya kesilmiş bir burun yerine, altından burun yapılabilir. Fena koku yapacağı için
gümüşten yapılmaz.
146- Nazar değmesin diye çocukların elbisesine boncuk işlenme-si, nazarlıklar takılması caiz
değildir. Bunlar cahiliyyet devrine âit bir âdettir. Fakat ekin tarlalarında, bostanlarda birer değnek
üzerine hayvan kafası takılmasında bir mahzur yoktur. Bunlar, hem birer korkuluktur, bazı zararlı
kuşların, hayvanların buralara gelip sokulmalarına mâni olur, hem de göz değmemesine bir sebep
olabilir. Çünkü “isabet-i ayn” denilen göz değmesi çok kere vakidir. İnsana da, hayvana da, mala da
isabet edebilir. Bu sebeple tarlaya, bostana bakacak kimselerin gözleri ilk evvel bu yüksek korkuluklara
dokunur. Artık ondan sonra ekinlere vesaireye dokunmasında bir zarar kalmayabilir.
147- Nazardan ALLAH Tealâ'ya sığınmalıdır. Resul-ü Ekrem (S.A.V) Efendimiz buyurmuştur ki:
“Kendisinin veya kardeşinin bir şeyi bir kimsenin hoşuna gidince bereketle dua etsin. Çünkü göz
deymesi haktır.”1
Bereketle dua ise, şöyle yapılır:
“TebarekALLAH’ü ahsenü’l-halikine. ALLAH’ümme barik fîhi.”2
“Yapıp yaratanların en güzelini yapan ALLAH ne yücedir! “Ne güzel yaratmış!” Ey ALLAH’ım
ona bereket ihsan eyle.”
Bizlerce “MaşaALLAH, Tebarekâllah = ALLAH'ın dilediği oldu, ALLAH bereketli
kılsın”denilmesi yaygındır.
Bir hadîs-i şerifte de:
“Her kim hoşuna giden bir şeyi görünce:
MaşaALLAH. Lâ kuvvete illa billah = MaşaALLAH kuvvet yalnız
ALLAH'ındır” derse ona göz zarar vermez.” diye buyurulmuştur.
LUKATA (KAYIP EŞYA)LARIN MAHİYETİ VE HÜKÜMLERİ
148- Bir yerde bulunup sahibi bilinmeyen kayıp bir mala “lu-kata” denir. Bunu o yerden alıpkaldırmaya “İltikat”, bunu alıp kaldı-ran kimseye de “Mültekit” denilir.
Başkalarının rızaları olmaksızın mallarını ellerinden haksız yere almak haram olduğu gibi,
lûkataları da alıp benimsemek haramdır.
149- Bir kimse, bir yerde bir lukata, meselâ bir miktar para veya eşya bulsa, bunu sahibine
vermek üzere oradan alıp kaldırabilir. Fakat kendisine mal edinmek için alıp kaldıramaz. Bu, bir gasp
sayılır.
150- Lûkataları alıp kaldırmak hususunda şu gibi hükümler vardır:
1- Görüldüğü yerde bırakıldığı takdirde zayi olmasından korkul-mayan bir lukatayı alıp kaldırmak
mübahtır.
2- Terkedildiği takdirde zayi olması ihtimali bulunan bir lukatayı alıp sahibi için saklamak
mendubtur.
3- Zayi olacağından korkulan bir lukatayı alıp saklamak vacibtir.
4- Herhangi bir lukatayı sahibine vermeyip kendisine mal edin-mek maksadı ile almak haramdır.
151- Bir kimse, bir lukatayı bulunca, bunu sahibine vermek üzere aldığına başkalarını şahid tutar,
sonra sahibi ortaya çıkar da kendisine ait olduğunu isbat edince, ona teslim eder. Sahibine verilmek
üzere baş-kalarını şahit tutarak alınıp saklanılan bir lukata, mültekit “bulanın” yanında bir kusuru
olmaksızın zayi olsa, sahibine bedelini ödemesi icap etmez.
152- Lûkataları hükümete teslim etmek de caiz olabilir. Hele zimmî “gayrimüslim vatandaş”lara
ait olduğu anlaşılan lukatalar, devlet hazinesine konmalıdır. Sahipleri ortaya çıkarsa, kendilerine aynen
ve satılmışlar ise, bedelen iade edilir. Ortaya çıkmazsa, toplum menfaatine sarf olunur,
153- Mültekit, kendisindeki lukatayı münasib bir şekilde ilân eder ve lukatanın kıymetine göre
münasib bir müddet bekler. Sahibi ortaya çıkmazsa, fakirlere sadaka olarak verir, kendisi fakir ise, bundan
istifade edebilir. Fakat daha sonra sahibi ortaya çıkarsa, bedelini borçlu olur (öder).
Sahibinin aramayacağı belli olan pek kıymetsiz şeylerde ise, bir müddet beklemeye lüzum yoktur. Bir
kuruş, bir meyve, bir âdi mendil gibi.
154- Yollarda, bahçelerde, ağaçların altlarında bulunan başaklar, meyveler hakkında da lukata
hükümleri geçerlidir. Bununla beraber bu hususta tafsilât vardır. Şöyle ki:
Yazın şehirlerde ağaçların altlarına dökülen meyveler, sahipleri tarafından açıkça veya âdet üzere
delâleten serbest edilmiş ise, alınıp yenilebilir, yoksa yenilemez, haramdır.
Şehirlerde bahçe ve bostan içinde bulunan meyveler, ceviz ve benzeri şeyler bozulmayıp
kalabilecek şeylerden ise, sahiplerinin açıkça izinleri bulunmadıkça alınamaz. Çabuk bozulacak
şeylerden ise, tercih edilen görüşe göre açıkça veya âdet üzere men edilmemiş olunca, alınıp yenilebilir.
Diğer bir görüşe göre de sahiplerinin rızaları bilinmedikçe alınıp yenilemez.
Bu vaziyet köylerde olunca bakılır: Eğer meyveler bozulmayıp kalabilecek şeylerden ise,
sahiplerinin izinleri bilinmedikçe alınıp yeni-lemez. Fakat bozulacak şeylerden ise, tercih edilen görüşe
göre men edildiği açıkça belli olmadıkça alınıp yenilebilir.
Ağaç üzerinde bulunan meyvalara gelince bunlar, her nerede bulunurlarsa bulunsun sahiplerinin
izinleri olmadıkça, daha faziletli olan alınıp yenilmemesidir. Ancak pek bol olup da yenilmeleri
sahiplerine ağır gelmezse, o halde o meyvalardan bir miktar alınıp, orada yenilebilir. Fakat toplanıp başka
bir yere götürülemez, bu caiz değildir.
155- Akar ırmak suları üzerinde bulunan meyvaları çok olsa da, toplayıp yemek caizdir. Çünkü
bunlar, bu halde bırakılırsa, çabuk bozu-lurlar, bunları toplamaya delâleten izin vardır. Fakat böyle bir
su üze-rinde bulunan ağaçlara gelince bakılır. Eğer sudan çıkarılacakları zaman kıymetli bulunmayacak
şeyler ise, alınmaları helâl olur. Fakat kıymetli bulunacak şeyler ise, helâl olmaz, haklarında lukata
“kayıp eşya” muamelesi yapılır.
156- Bahçelerin, bostanların içinde, duvarların dibinde değil de, başka yerlerde dağınık veya
toplu olarak bulunan meyvalar hakkında da lukata hükmü geçerli olur. Bunlar malûm ise, sahibine,
değilse fakirlere verilir. Bunları bulan fakir değilse, bunlardan istifade edemez.
157- Yollara dökülmüş olan ağaç yaprakları, eğer dut yaprakları gibi kendisiyle istifade olunacak
şeyler ise, bunları, onun-bunun topla-yıp alması caiz değildir. Aksi takdirde kıymetini sahibine borçlu
olurlar. Fakat istifade olunmayacak şeyler ise, toplanıp alınabilirler, ödenmeleri lâzım gelmez.
158- Ekin tarlalarında veya karpuz, hıyar bostanlarında ekinler alındıktan ve karpuzlar, hıyarlar
toplandıktan sonra başkalarının topla-malarına âdeten izin verilmiş olan başak ve benzeri döküntülerini
onun-bunun toplamaları caizdir.
159- Sünnet veya düğün cemiyetlerinde şeker veya para serpmek-te bir sakınca yoktur. Bu
serpilen şeyleri hazır bulunanlar, alıp toplaya-bilirler ve bunları almak için avuçlarını veya eleklerini
www.mehmettaluhoca.com
açan kimselerin avuçlarına veya eteklerine düşen şeyler kendilerine ait olur. Bu sebeple bunları
başkaları alamazlar. Alırlarsa, kendilerinden geri alınabilirler.
MÜSLÜMANLIKTA EĞLENCELERİN, MÜSABAKALARIN HÜKMÜ
160- İslam dininde meşrû eğlenceler, mübahtır. Lehv ve leab denilen bir takım zararlı, faydasızeğlenceler ise, caiz değildir. Bunların bir kısmı haramdır, bir kısmı da tahrimen mekruhtur. Bunlar,
aslında boş şeylerdir. İnsanın hayatı ise, pek kıymetlidir, daima faydalı şeylere sarf edilmelidir. Zararlı,
faydasız şeylere sarf edilmesi, doğru olamaz.
Meselâ kumar oyunu haramdır. Çünkü bunun zararı herkesçe ma-lûmdur. Kumar yüzünden ferah
bulmuş kimse gösterilemez, fakat ku-mar yüzünden mahvolmuş, perişan olmuş, kederler, elemler içinde
kalmış binlerce kimseler, aileler gösterilebilir.
Tavla, satranç gibi oyunlar da tahrimen mekruhtur. Bunlar, kıy-metli vakitlerin ziyanına sebep ve
kumara sevkedeceği için iyi şeyler değildir. Yalnız İmam Şafiî Hazretleri ve bir rivayete göre İmam Ebu Yusuf Hazretleri de satrancın mübah olduğunu söylemişlerdir. Fakat bu mübahlık, satrancın kumar yoluyla
oynanmadığı ve bir farz-vâcib vazifenin yapılmasına mâni olmadığı takdirdedir. Yoksa ittifakla haramdır.
161- Bir hadis-i şerife göre:
“Müslümanın her oyunu haramdır, yalnız üç oyun müstesna; bun-lar, ailesi ile eğlencesinden,
atını terbiye ve eğitmesinden ve ok atma oyunundan ibarettir.”1
Bunlar meşru, faydalı birer eğlencedir. Aile ile eğlence, aile hayatının bir sevgi ve neşe içinde
devamına yardım eder. Binek hayvan-larını eğitip ve yetiştirmek ile silâh oyunları da cihad bakımından
pek lüzumlu olup İslâm yurdunun müdafaasına hizmet eder. Bu sebeple bunlar, bu kıymetli
gayelerinden dolayı caiz bulunmuştur.
162- Eğlence maksadı ile ve kumar şeklinde değil de, harb için idman yapmak ve kuvvet
kazanmak maksadıyla yapılan bir kısım müsa-bakalar, caizdir. Bunlar ile birer meşru gaye takib
edilebileceği için bunlar, lehv ve leab “boş eğlence” sınıfından sayılmaz. Bunlar birer spordur, cihad
için hazırlıktır. Güreşler, silâh atmalar, piyade ve at, deve gibi binek hayvanlarıyla süvari olarak yapılan
yarışlar bu kıs-mındandır. Bu müsabakalarda bulunanlara bahşiş olarak bir para, bir hediye verilmesi de
caizdir. Bunlar, cihad sebeplerini temin etmek için bir teşvik mahiyetindedir.
MÜSLÜMANLIKTA İNSANLARIN HAYATÇA VE ORGAN-CA KORUNMA ALTINDA
OLMALARI163- İnsanların bizzat kendileri ve uzuvları hayatta olduğu gibi, öldükten sonra da her türlü
saldırıdan korunmuş, hürmet edilmeye lâyıktır. Bu sebeple herhangi bir insanın hayatına haksız yere
kas-tedilmesi haramdır, bir cinayettir. Aynı şekilde bir insanın herhangi bir uzvunu, kendi hayatına ait
bir zaruret bulunmaksızın haksız yere kesmek, yaralamak da haramdır, bir suçtur. Nitekim bir insanı
hadım yapmak, haksız yere dövmek de caiz değildir.
164- İnsan, muhterem yaratılmış bir varlık olduğundan onun âza-sından hiç biriyle koparılarak
faydalanılamaz. Onun herhangi bir parçası: meselâ saçları, tırnakları veya çıkmış dişleri satılamaz,
bunları gömmek lâzım gelir. Bu sebeple bir kadının saçları alınıp başka bir ka-dının saçlarına ilâve
edilemez. Böyle bir hareket insanın şerefine bir tecavüzdür, bir çeşit sahtekârlıktan ibarettir ve diğer bir
insanın bir parçasıyla faydalanmak mahiyetindedir. Hattâ bir kadın, kendi saçlarına kendisinin dökülmüş
olan saçlarını da ilâve edemez, bu mekruh olmaktan uzak değildir. Fakat başka temiz bir yaratığın saçlarını
ilâve edebilir.
165- Yiyecek bir şey bulamayıp mecbur bir hale gelen bir insan, kendi vücudundan bir parça et
koparıp yiyemez. Başka birisinin uzuv-larından birini de müsaadesiyle kesip yiyemez. Böyle bir emir
ve müsaade sahih değildir. Fakat böyle zor durumda kalan bir kimse, bu-lacağı bir ölüden, hayatını
kurtarabilecek miktarda yer, eğer yemez de ölürse, günaha girmiş olur. Nitekim oruç tutan bir kimse de
ölünceye kadar bir şey yemezse günahkâr olur. Yine yenilecek bir şey bulunduğu halde yemeyip
açlıktan ölen kimse de günahkar olur.
166- Henüz ana rahminde bulunan bir cenîni düşürmek de caiz değildir, çirkin bir iştir, bir nevi
cinayettir. Şu kadar var ki henüz hayat bulmamış bir cenîn, geçerli bir zaruret sebebi ile, tıbbî bir
gerekçe neticesinde düşürülebilir.
Bir de gebe bulunan bir kadın, vücudunun sıhhati için ilâç içebilir. Bunun tesiri ile vaki olacak
düşükten dolayı mesul olmaz.
167- Çocuk olmasın diye “azil”de bulunmak, yani meniyi cinsel organı dışarısına akıtmak uygun
değildir. Hanımının rızası olmadıkça caiz olmaz. Ancak bir hastalıktan veya bir fitne fesattan
korkulursa, o zaman caiz olur. Kısacası müslümanların nüfusunu azaltacak şeylere kalkışmak doğru
görülemez.
168- Bir müslüman için intihar, kendi kendini öldürmek ahirette büyük azapları gerektiren bir
cinayet olduğu gibi, kendi ölümünü te-menni etmek de caiz değildir. Bir kızgınlık veya geçim sıkıntısı
yüzün-den ölümü temenni etmek mekruhtur. Bir hadîs-i şerifte buyurulmuştur ki:
“Sizden biri kendisine gelen bir zarardan, bir felâketten dolayı ölümünü mutlaka temenni edecek ise,
“Ya Rabbi! Benim hakkımda hayat hayırlı ise, beni yaşat ve eğer ölüm hayırlı ise, beni öldür.” diye dua
etsin.”1
169- Bazı hayatî zaruretlerden dolayı insanlar üzerinde ameliyat yapmak caizdir. Meselâ içinde
taş bulunan bir mesaneyi usulü daire-sinde yarmak veya bütün vücuda yayılacak bir hastalıktan dolayı
bir uzvu kesmek caizdir, bunda bir sakınca yoktur.
170- Ölen bir kadının rahminde diri bir çocuk bulunsa, bu çocuğu kurtarmak için o kadının
karnını sol tarafından yarmak lâzım gelir.
Aynı şekilde bir çocuk, anasının karnında enine bir vaziyet alıp çıkarılması için parça parça
edilmesinden başka bir yol bulunmazsa, bu vaziyet ise, anası için bir tehlike teşkil etse bakılır. Eğer
çocuk canlı değilse parça parça edilerek çıkarılır. Canlı ise, bu şekilde çıkarılması caiz görülmemiştir.
Çünkü bir hayat sahibini kurtarmak için diğer ma-sum bir hayat sahibini parçalamak lâzım gelecektir.2
171- İnsanlara faydalı, maddi-manevi temizliğe sebep olduğundan dolayı “Hitan=sünnet” ameliyesi, çok
eski zamanlardan beri bir sünnet bulunmuştur.
Malûm olduğu üzere erkek çocukların sünnet edilmelerine “hi-tan” denir. Bu, bir İslâm
alâmetidir. Bunun müstehap olan vakti çocu-ğun yedinci yaşından on ikinci yaşına kadardır. Daha
evvel de sünnet yapılması caizdir.
Buluğ çağına eren bir kimse, sünnet edilmemiş ise, ya bizzat kendisi veya yapabilirse hanımı
tarafından sünnet edilir. Bu mümkün olmayınca bir sünnetçiye müracaat olunur.
172- Müslüman olan bir gayrimüslimin ihtiyarlığı sebebi ile sünnete tahammül edemeyeceği işin
ehli tarafından haber verilirse bu sünnetten istisna edilebilir. Çünkü bir özür sebebi ile vacibin bile terki
caizdir. O halde sünnetin terki öncelikle olur.
HAYVANLARA MERHAMET İLE MUAMELENİN LÜZUMU
173- İslâm dininde bütün yaratılmışlara şefkatle muamele yapıl-ması, bir vazifedir. Bilhassahayvanlara zulüm edilmeyip iyi bakılması lâzımdır. Hayvanları pek fazla yormamalıdır, dövmemelidir.
Hay-vanlara zulmün cezası ağırdır. Çünkü hayvanların Hak Tealâ'dan başka yardımcısı, müdafaa edeni
yoktur.
“ALLAH Tealâ'dan başka yardımcısı bulunmayanlara zulm eden-ler hakkında ise, Hak Tealâ'nın
gazabı pek şiddetli olacaktır.” diye buyurulmuştur.
ÖNEMLİ NOT: Bu gibi hususlarda günün tıbbi, teknolojik gelişmelerine göre hareket edilmelidir. Sezeryanla doğum gibi.
174- Hayvanların riayet edilecek hakları vardır. Mesela ehli hayvanların yiyeceklerini, içeceklerini
vaktinde vermek, tımarlarına bakmak, haklarında yumuşaklık ile, merhamet ile muamelede bulunmak lâzımdır.
Her cins başka bir hizmet için yaratılmıştır. Buna muhalefet etmemelidir.
Meselâ, sığır hayvanları, arabalara koşulmak, tarlalarda çalıştırıl-mak için yaratılmıştır, bunlara
binilmemeli, bunların sırtlarına merkep-ler gibi yük yükletilmemelidir.
175- Zararlı olmayan serçe, hüdhüd gibi küçük kuşları, hayvanları boş yere öldürmemelidir. Hiç
bir hayvanın yüzüne vurmamalıdır. Ve yüzünü dağlamamalıdır. Hiç bir hayvanı nişan almak için hedef
tutma-malıdır, kuşların yuvalarına geceleyin gitmemelidir. Geceler onlar için bir emniyet, bir yerleşme
zamanıdır.
176- Zararlarını gidermek için yılan, akrep, fare, çaylak, kara karga, kudurmuş köpek gibi
hayvanlar öldürülür. Bununla beraber hiç bir hayvanı ne kadar zararlı olursa olsun, ateşe atmak
suretiyle öl-dürmek caiz değildir.
177- “Öldürülecek bir yılanın veya akrebin eşi, intikam alır” diye söylenilen sözlerin aslı yoktur.
Bunların intikamından korkmak, fazla bir korkaklık eseridir, erkeklere yakışmaz.
MÜSLÜMANLIKTA MADDÎ VE MANEVÎ TEMİZLİK
178- İslâm dini, gerek maddî ve gerek manevî, ruhî taharet ve te-mizliğe büyük bir ehemmiyetvermiştir. Bu iki kısım temizlik arasında büyük bir ilgi vardır. Bunlardan biri diğerinden ayrılamaz.
Hattâ bun-lardan her biri bir bakımdan maddî ise, diğer bir bakımdan da mane-vîdir. Abdest gibi.
179- Müslümanlıkta maddî şeyler ile kirlenen bir vücudu bir elbi-seyi, bir mekânı temizlemek bir
vazife olduğu gibi, günah denilen manevî fenalıklarla kirlenmiş olan bir ruhu temizlemek de bir
vazifedir.
180- Başlıca maddî temizlikler şunlardır:
1- Müslümanlıkta her ne sebeple kirlenen bir vücudu, bir elbiseyi, bir yeri ve benzeri şeyleri su ile
temizlemek bir esastır. Bu temizlik işi, temizlenecek şeyin haline göre farz, sünnet veya müstehaptır.
2- Müslümanlıkta namaz kılabilmek için abdest almak ve icab edince gusl etmek farz olan bir
temizlik vazifesidir.
3- Müslümanlar için yüzde, kulakta, burunda, tırnaklarda saç ve sakalda bulunan kirleri gidermek,
saçları tarayıp bağlamak, insanların nefretine meydan vermemek, sünnet olan bir temizlik vazifesidir.
4- Her müslüman için haftada bir kere olsun vücudunu yıkamak müstehaptır. En faziletli olan
Cuma gününde yıkanmaktır. Çünkü Cuma müslümanların bir bayramıdır, bir toplantı zamanıdır, o
günde her yö-nüyle temiz olmak pek güzeldir.
5- Müslümanlar için uzanan tırnakları ve fazla uzanan bıyıkları kesmek müstehaptır. Sakalda
sünnet olan bir tutam miktarıdır. Ondan fazlasını kesmekte bir sakınca yoktur.
6- Kol altındaki ve kasıklardaki tüyleri yolmak veya tıraş etmek müstehaptır. Bunlar haftada veya
onbeş günde bir temizlenmelidir. Kırk gün kadar hali üzerine bırakmak tahrimen mekruhtur.
7- Erkeklerin veya kadınların temizlenmek için kendilerine mah-sus hamamlara gitmelerinde bir
sakınca yoktur. Umumî bir ihtiyaçtan dolayı bu, caiz görülmüştür. Yeterki avret mahallerini örtsünler.
Erkek-lerin kendi aralarında, kadınların da kendi aralarında peştemal bağ-lamayarak açık bir halde
yıkanmaları haramdır. Hattâ bir kimse, yalnız başına bir yerde yıkanacağı zaman bile peştemal
bağlamalıdır. Edebe uygun olan budur. Tenha bir mahalde peştemalı sıkmak veya temizlik yapmak için
az bir müddet peştemalsız durmak caiz olabilir.
8- Hamamda vücudun baştan göbeğe ve dizlerden topuklara kadar olan kısmını tellak “keseci”ye
oğdurmakta bir sakınca yoktur. Fakat bazı alimlere göre bir zaruret bulunmadıkça, bu oğdurmak
mekruhtur. Göbek ile dizler arasındaki kısmı oğdurmak ise, caiz görülemez. Ayak-ları oğdurmak da
mürüvvete aykırıdır. İhtiyacından dolayı bu hizmeti gören bir şahsı o kadar aşağılamamalıdır.
181- Başlıca manevî temizlikler de şunlardır:
1- Kalbleri güzel ahlak ile, güzel ameller-emeller ile temizlemeye, süslemeye, nurlandırmaya
www.mehmettaluhoca.com
çalışmalıdır. Manevî temizlik, bunlar ile or-taya çıkar.
2- Günahlar ile kirlenen ruhları, kalbleri tövbe ile, istiğfar ile temizlemeğe çalışmalıdır.
Malumdur ki, günahlar kebair “büyük” ve sağair “küçük” diye iki kısımdır. Kebâirin, yani büyük
günahların baş-lıcaları şunlardır: ALLAH Tealâ’yı inkâr etmek, ALLAH Tealâ’ya şirk (ortak) koşmak,
kesin olarak sabit olan bir dinî hükme inanmamak ki, bu üçü -El'iyazübillâh = Bundan ALLAH’a
sığınırız- kafirliktir. ALLAH’ın rahmetinden ümidini kesmek, ALLAH’ın azabından, gaza-bından emin
olmak, günah üzerine ısrar etmek, yani herhangi bir günahı daima işleyip durmak, namazı orucu
terketmek ALLAH yolunda cihad-dan kaçınmak, anaya, babaya asi olmak, yalan yere şahitlik ve yemin
etmek, bir kimseyi haksız yere öldürmek, bir kimsenin bir uzvunu haksız yere kesmek veya sakat bir
hale koymak, faiz alıp vermek ve hır-sızlık yapmak, rüşvet almak, yetimlerin mallarını yemek, zina ve
livata denilen rezaletleri işlemek, iffetli kadınlara fuhuş isnad etmek. İşte bunlar, dereceleri farklı birer
büyük günahtır, Diğer bir çok günahlar da birer küçük günahtır.
3- Günahların bir kısmı, yalnız ALLAH Teala'nın hakkına aittir. Diğer bir kısmı da insanların
haklarıyla alakalıdır. Birinci kısımda in-san, kalben pişman olup ALLAH Tealâ'dan af ve rahmet
dilemeli, bir daha öyle bir günahda bulunmamaya kesinlikle karar vermelidir. Ve o günah, kafir olmayı
gerektirecek bir mahiyette ise, hemen tecdid-i iman (imanı tazelemek), tecdid-i nikâh (nikahı
tazelemek)de bulunmalıdır. Namaz gibi, oruç gibi kazası lâzım gelen bir ibadetin terkinden ibaret ise,
hemen bunu kazaya çalışmalıdır.
Günahların insanlarla alakalı kısmında ise, yine kalben bir pişmanlık duyarak hem ALLAH Tealâ'dan af
dilemeli, hem de hakkına tecavüz edilen kimseden, mümkün ise, helâllik istemelidir, kendisini razı etmeye ve
tecavüz edilen hakkı ödemeye çalışmalıdır. Ruhların “Seyyiât” denilen günah kirlerinden temizlemesi, ancak
bu sayede mümkün olabilir.
182- Görülüyor ki, mukaddes İslâm dini hem maddî, hem de manevî temizlikleri birer dinî hükme
bağlamış, bunları sadece insanların keyiflerine bırakmamıştır. Resul-ü Ekrem (S.A.V) Efendimiz de:
” Nezafet imandandır.”
mealindeki bir hadîs-i şerîfiyle temizliğe bir kutsallık vermiş, onun ehemmiyetini göstermiştir. Diğer bir
hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmuştur:
“Şüphe yok ki ALLAH Tealâ temizdir, temizi sever, naziftir, nezafeti sever, kerîmdir, keremi sever,
cömerttir, cömertliği sever. Artık evlerinizin çevresini temiz tutunuz, yahudilere benzemeye çalışmayınız.”
183- Malûmdur ki ALLAH Tealâ bizleri bir imtihan için yaratıp bu dünyaya getirmiş, bir takım
vazifeler ile mükellef tutmuştur. Bizim maddi-manevi temizliğimiz, saadetimiz ancak bu vazifelere
riayetle gerçekleşir. Bu vazifeleri yapmayanlar, yaratıcımızın mukaddes emir-lerine muhalefet etmiş
olurlar. Böyle bir kimsenin kıymeti alçalmış, kalbi kararmış, ruhu kirlenmiş, kendisi azaba müstehak
olmuş olur. Artık bu halde yapılacak şey tövbedir, istiğfardır, hayatın gayesine göre harekettir. Kirlenen
bir ruhun temizliği ancak bunlar ile mümkündür.
184- İnsan, tertemiz günahsız bir halde dünyaya getirilmiştir. Artık kirli, günahkâr bir halde
ahirete gitmekten sıkılmalıdır. İnsan bir kere düşünmelidir, kendi yaratıcısının, mabudunun mukaddes
emirleri-ne karşı nasıl isyan edebilir? İnsanın ruhu böyle bir isyandan dolayı sızlamalı değil midir?
İnsan, kudret ve azametinin sonu olmayan büyük yaratanından korkmalı, O'nun, her an nail olduğu
nimetlerini düşünerek utanmalı değil midir?
Bununla beraber insan, insanlık hali, günahdan uzak kalamıyor. Yeter ki bu günahtan dolayı kalbi
sızlasın, ruhunda pişmanlık duysun, hemen ALLAH'ına yönelsin, günahının affedilmesini dilesin, daha
töv-be imkânları elde iken günahtan kurtulmaya çalışsın.
ALLAH Tealâ Hazreteri:
“Ey müminler! Hepiniz ALLAH’a tevbe ediniz ki, kurtulabile-siniz”1 buyuruyor. Resul-ü Ekrem
(S.A.V) Efendimiz de:
“Günahından tövbe eden günah işlememiş kimse gibidir.”2 buyurmuştur.
Artık bizim vazifemiz, günahlarımızdan dolayı, için için yanıp ya-kılarak hakka yürümektir. Ve
seyyid-i istiğfar denilen şu mübarek cümle ile Hak Tealâ Hazretlerinden -tevbe ve istiğfar edici olarakaf
ve mağfiretler dilemektir.
“Estağfirullah. el-azim ellezi la ilahe illa hü el-hayye'l-kayyüme ve etübü ileyh.”
“Hayy, Kayyüm ve Yüce olan ALLAH'tan mağfiret dilerim ve Ona tevbe ederim. O'ndan başka
hiçbir ilah yoktur.”
“Yarabbi! Bizi uyandır, bizim dualarımızı, tövbelerimizi kabul buyur, Amîn. Ve’l-hamdüleke ya
rabbe’l-âlemîn. (Bütün hamd-ü senalar sana mahsustur, ey âlemlerin Rabbi!)”