Dördüncü Kitap Oruç - Keffaret - Yemin - Nezir ve İtikaf Hakkındadır



DÖRDÜNCÜ KİTAP
ORUÇ, KEFFARET, YEMİN, NEZİR
VE İTİKAF HAKKINDADIR

İÇİNDEKİLER
• Orucun mahiyeti, nevileri
• Oruçların farziyyetindeki, vücubundaki sebebler
• Orucun meşru olmasındaki hikmet
• Oruçlu için müstehab olan şeyler
• Orucun şartları, hilal vaktinin sübutu
• Oruçlara âit niyetler
• Oruçlu kimse için mekruh olup olmayan şeyler
• Orucu bozup bozmayan şeyler
• Kazaları icap edip etmeyen oruçlar
• Keffareti icap edip etmeyen oruçlar
• Oruç tutmamayı mübah kılan özürler
• Keffaretin mahiyeti ve nevileri
• Yeminin mahiyeti ve yemin sayılıp sayılmayan şeyler
• Kasem suretiyle olan yeminin nevileri ve hükümleri
• Yemine dâir çeşitli meseleler
• Nezrin mahiyeti, nevileri ve şartları
• Muayyen, gayri muayyen, mutlak ve muallak (şarta bağlı) nezirler
• İtikafın mahiyeti, nevileri, meşru olmasındaki hikmet
• İtikafın şartları, âdabı
• İtikafa dâir bazı meseleler
• İtikafı bozup bozmayan şeyler




ORUCUN MAHİYETİ

1- Oruç: “İkinci fecirden itibaren güneşin batışına kadar yemek-ten, içmekten ve cinsel ilişkiden
nefsi menetmek” demektir.
Orucun Arapça’sı: Savm ve sıyam'dır ki, imsak yani nefsi men etmek manasınadır. Sıyam tabiri,
savm'ın çoğulu olarak da kullanılmaktadır.
Şer’an müftirat (orucu bozan) denilen şeylerden nefsi hakikaten veya hükmen men etmek bir
imsaktır. Yanılarak veya unutularak bir şey yiyilip içildiği takdirde hükmen imsak mevcut bulunmuş
olaca-ğından oruç yine bozulmuş olmaz. Nitekim ileride izah olunacaktır.
2- İmsak'in karşılığı iftardır. Şöyle ki hiç oruç tutmamak bir iftar olduğu gibi, güneşin batmasını
müteakib orucu açmak da bir iftardır. Oruç esnasında orucu bozacak bir şeyin yapılması da bir iftardır.
İftar eden kimseye “müftir” denildiği gibi, orucu bozan şeylerden her birine de “müftir” denilir.
Çoğuluna da “muftirât” denir.
3- Ramazan-ı şerif ayına: “Şehr-i sıyam” (oruç ayı), Ramazan bayramına da imsaka nihayet
verileceği için: “İd-i fıtr” (iftar bayramı) denilir. İd’in çoğulu: A’yâd’dır.
4- Ramazan-ı şerif orucu, Peygamberimiz (S.A.V)in hicretinden bir buçuk sene sonra Şaban-ı şerif’in
onuncu günü farz kılınmıştır, bunun farziyyeti kitap ile sünnet ile icma ile sabittir. Nitekim: oruç size farz kılındı” ayet-i kerimesi bunu emretmektedir.


ORUCUN NEVİLERİ

5- Oruçlar; farz, vacip, nafile ve mekruh nevilerine ayrılır. Farz ve vacip oruçlar da muayyen ve
gayri muayyen kısımlarına ayrılmıştır. Şöyle ki: Ramazan-ı şerif orucu, muayyen bir farzdır. Kazaya
kalan Ramazan-ı şerif oruçları ile keffaret olarak tutulacak oruçlar da birer gayri muayyen farzdır,
bunlar istenilen mübah günlerde tutulabilir.
Muayyen bir günde tutulması nezredilen (adanan) bir oruç, muay-yen bir vaciptir. Herhangi bir
gün, bir hafta, bir ay gibi tutulması nez-redilen bir oruç da gayri muayyen bir vaciptir. Nezredilen itikaf
oruçları da birer muayyen vacip demektir ki, itikaf zamanlarına mahsustur. Nite-kim ileride izah
edilecektir.
6- Hak Teâla’nın rızası için tutulacak nafile oruçlar da müstakil bir nevi teşkil etmektedir ki, bunlar
sünnet, müstehap, mendup diye isimlendirilirler. “Aşura” günüyle beraber ondan bir gün evvel, bir gün sonra
tutulan oruçlar ve “Eyyam-ı biyz” denilen her ayın onüçüncü, ondördüncü ve onbeşinci günü tutulan oruçlar
gibi ki, bunlar müstehaptırlar.
“Eşhur-u hurum = haram aylar” denilen Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarının Perşembe,
Cuma ve Cumartesi günlerinde ve Zilhiccenin evvelinden dokuz günde tutulacak oruçlar da müstehaptır.
7- Ramazan-ı şerif bayramının birinci gününde ve kurban bayramının dört gününde tutulacak oruçlar
tahrimen mekruhtur. Çünkü o günler ALLAH Teâla’nın kullarına birer ziyafet günüdür. Bu ziyafetten
kaçınmak uygun değildir. Bununla beraber bu günlerde tutulan oruçlar yine oruçtur. Şu kadar var ki, bozulursa
kazası lazım gelmez. Zira câiz görülmeyen bir şey gerekli kılınmıştır. Diğer bir görüşe göre ise, kazası gerekir.
8- “Nevruz” denilen ilkbahar gününde ve “Mihrican” denilen sonbahar gününde kasden tutulan
oruçlar tenzihen mekruhtur. Çünkü bu günlere tazim edilmiş gibi olur. Halbuki bunlara tazim haramdır.
Ancak âdet üzere tutulan bir oruç, bu günlerden birine tesadüf ederse, bu mekruh değildir.
9- Yalnız cuma veya yalnız cumartesi gününde ve bilhassa muhar-remin “Aşûre günü” denilen
yalnız onuncu gününde tutulan oruç da tenzihen mekruhtur.
10- Geceleyin iftar edilmeyip iki-üç gün peş peşe oruç tutulması da mekruhtur ki, buna “Savm-i
visal” denir. Nafilede beğenilmiş olan, bir gün oruç tutup bir gün iftar etmektir ki, buna da “Savm-i
Dâvud’î = Dâvud (A.S)ın orucu” denilir.
11- Hacılar için zâfiyet vereceği takdirde “Terviye” (Arefe’den bir önceki gün) ve “Arefe”
günlerinde oruç tutmak mekruhtur. Çünkü sonra hac fiillerini yerine getirmekten aciz kalabilirler.
12- “Şek günü”nde Ramazan-ı şerif’e veya bir vacibe niyet edi-lerek tutulan oruç da mekruhtur.
Şek günü, Şaban-ı şerif’in otuzuncu günüdür. Hatta havada bir kapalılık bulunmasa bile. Çünkü o
gün başka bir beldede hilalin görün-müş olması muhtemeldir. Bu, hilalin muhtelif yerlerde doğuşuna
itibar olunmamasına göredir. Hilalin muhtelif yerlerde doğuşunu muteber sa-yan ulemaya göre, bir
günün “şek günü” sayılabilmesi için hava bulutlu bulunmalıdır, veya gecenin otuzuncu gece olduğuna
dair bir alâmet bulunmamalıdır, mesela hilalin görüldüğüne dair olan şahitlik redde-dilmiş olmalıdır.
13- Şek günü, Ramazan-ı şerif’e veya bir vacibe niyet edilerek oruç tutulsa bakılır: Eğer Ramazan
olduğu anlaşılırsa, bu oruç Rama-zan-ı şerif orucundan olmuş olur. Ramazan olmadığı anlaşılırsa,
Rama-zan-ı şerif orucuna niyet edilmiş olduğu takdirde bir nafile olmuş olur, iftar edilirse, kazası lazım gelir. Fakat bir vacibe niyet edilmiş olduğu takdirde o vacip sahih olur.
Şâyet o günün Şaban’dan mı, yoksa Ramazan’dan mı olduğu anlaşılmazsa, bir vacip namına niyet
edilmiş olan oruç, o vacip namına sahih olmaz. Çünkü o günün Ramazan'dan olması ihtimali vardır.
14- Şek gününde tatavvua = nafileye niyet edilse, -sahih olan görüşe göre- bunda bir sakınca
yoktur. Ramazân-ı şerif olduğu anlaşılırsa, Ramazan orucu tutulmuş olur. Şaban olduğu ortaya çıkarsa,
bu oruç bir nafile olmuş bulunur. Bu halde iftar edilse, kazası lazım gelir. Çünkü bunun tutulması,
gerekli kılınmıştır.
15- Şek gününde: “Ramazan ise oruç tutmaya, değilse iftar etme-ye” niyet etmiş olan bir kimse,
oruç tutmuş olmaz. Zira oruca niyette kesinlik lazımdır. Böyle tereddütle oruca karar verilmiş olamaz.
16- Şek gününde insanlara yaymaksızın oruç tutmak, ümmetin ile-ri gelenleri için daha
faziletlidir, avam (umumi halk) hakkında ise, bek-lemek daha faziletlidir. Yani onlar ihtiyata riâyet
ederek zeval (öğle) vaktine kadar orucu bozan şeylerden sakınır, bir şey yiyip içmezler, beklerler.
Ramazan olduğu anlaşılmayınca, iftar ederler. Böylece Rama-zan’dan olmayan bir günü Ramazan
sanmış olmasınlar.
Bu hususta “havas” (ümmetin ileri gelenleri), şek gününde oruca nasıl niyet edileceğini bilen ve
o günün Ramazan olduğuna kat’î sûrette inanmış bulunmayan kimseler demektir. Bu suretle niyet
etmesini bil-meyenler de “avam” sayılırlar.
17- Şaban-ı şerif ayını tamamen oruçlu geçiren veya son üç gü-nünde oruçlu bulunan kimse için
de şek gününde oruç tutmak daha faziletlidir.
18- Sükût orucu tutmak, yani oruç tutup bununla beraber bir ibadet inancı ile bir şey
söylemeyerek sükût etmek mekruhtur. Fakat te-fekkür için veya lüzumsuz lakırdılardan kaçınmak için
sükût etmekte kerâhet yoktur.
19- Bir kadın için kocasının izni olmaksızın nafile oruç tutmak mekruhtur. Kocası bu orucu
bozdurabilir. Kadın da daha sonra kocası izin verince veya kocasından ayrı düşünce bunu kaza eder.
Bununla beraber bir erkek, hasta veya oruçlu olur veya hac için, umre için ihrama girmiş bulunursa,
hanımını nafile oruçtan men edemez. Çünkü bu durumda hanımına cinsel ilişkide bulunması mümkün
değildir.
20- Ücretle hizmet eden kimse, hizmetine noksanlık verecek ise, iş verenin rızası olmadıkça,
nafile oruç tutamaz. Fakat böyle bir zarara sebebiyet vermeyince iş verenin iznine bakmaksızın oruç
tutabilir.
21- Üzerinde Ramazan-ı şerif’ten kazaya kalmış oruç bulunan kimsenin nafile oruç tutması
mekruh değildir.
22- Oruç tutulması haram kılınan bayram günlerinde iftar edilmeksizin tam bir sene aralıksız oruç
tutulması mekruhtur. Buna “Savm-i Dehr = Yıl boyu oruç” denir. Bayram günleri iftar edildiği takdirde
ise, böyle bir oruçta sakınca yoktur. Ancak sahibini zayıf düşürecek olursa, veya sahibince bir âdet
mahiyetini alırsa, o zaman mekruh olur. İbadet ise, âdete muhalif olarak sırf Hak Teâlâ’nın rızası için
yapılması lazım gelir.
23- Şevval ayında ayrı ayrı günlerde, yani haftada iki gün olmak üzere altı gün oruç tutmak
müstehaptır. Bununla beraber aralıksız altı gün tutulmasında da -tercih edilen görüşe göre- bir sakınca yoktur. Bazı alimlere göre ise, böyle aralıksız tutulması mekruhtur.
24- Şek gününde ihtiyaten bir şey yemeden bekleyen bir kimse unutarak bir şey yedikten sonra, o
günün Ramazan-ı şerif olduğu anla-şılmakla oruca niyet etse, bu kafi olmaz. O günü kaza etmesi lazım
gelir. Şu kadar var ki, o gün akşama kadar bir şey yiyip içmemesi de icap eder.
Diğer bir görüşe göre, bu halde niyet ederek tutacağı oruç yeterli olur. Çünkü niyetten evvel vuku
bulan nisyan = unutma niyetten son-raki nisyan gibidir.

ORUÇLARIN FARZ VE VACİP OLMASINDAKİ SEBEPLER

25- Ramazan-ı şerif orucunun sebebi: Ramazan-ı şerif günlerin-den herhangi birinin oruca
başlamaya müsait bir kısmına yetişmektir. Bu kısım ikinci fecirden itibaren “Dahve-i Kübra” denilen ve
şerî gün-düzün yarısı bulunan kaba kuşluk = İstiva (güneşin tam tepeye gelmesi) zamanına kadar
devam eder.
Bundan dolayı bu müddete yetişen veya bu müddet içinde oruca ehliyet kazanan her müslüman
için o günün orucu bir farz olmuş olur.
Ramazan-ı şerif orucunun kazasına sebep olan da yine Ramazan ayına evvelce yetişilmiş
olmaktan başka bir şey değildir.
26- Keffaret olarak tutulan oruçların sebepleri, mahiyetlerine göre değişir. Şöyle ki, Ramazan
orucuna ait keffaretin sebebi: Bu orucu bir isyan eseri olarak kasten bozmaktan ibarettir.
Zihar keffaretinin sebebi: Helal olan bir vücudu veya bir uzvu, haram olan bir vücuda veya uzva
benzetip sonra cinsel ilişki kurmaya azmetmektir.
Yemin keffaretinin sebebi: Yapılan bir yeminde durmamak o ye-mine riayet etmemektir.
Adam öldürme keffaretinin sebebi de: Suçsuz bir insanı hata yo-luyla öldürmektir. İleride bunlar
izah edilecektir.
27- Vacip oruçların sebebi: Bunların adanması suretiyle gerekli kılınmış olmalarıdır. Bunların
kazasının sebebi de benimsenip başlan-mış olan bir ibadetin tamamlanmasının lazım olmasıdır.
28- Nafile oruçların tutulmalarını dinen mecburi kılacak bir sebep yoktur. Bunlar yalnız sevaba
nail olmak için isteyenlerin tutacakları oruçlardır. Şu kadar var ki, bunlardan biri tutulduktan sonra
bozulacak olursa, kazası vacip olur. Bu kazanın sebebi de böyle bir ibadete hak rızası için başlanılmış
olmasıdır ki, bunun yarıda bırakılması câiz olma-yacağından, kaza suretiyle tamamlanması gerekli bir
vazife bulunur.

ORUCUN MEŞRU OLMASINDAKİ HİKMET

29- Orucun meşruiyetindeki hikmet, pek âşikardır. Bir kere şüphe yok ki, ALLAH Teâlâ
Hazretleri, bir hâkimi mutlaktır. Elbette onun kullarına emrettiği, caiz kıldığı şeylerde bir çok
maslahatlar, faydalar vardır. Hatta biz bunları hakkıyla tayin ve takdir edemesek bile.
Bununla beraber orucun dînî, uhrevî faidelerinden başka sıhhî, sosyal, ahlakî bir nice faydalarını
bizler de pek iyi takdir edebilmek-teyiz. Bu hususta yazılmış bir hayli makaleler, risaleler vardır.
Bir hadis-i şerifte:
“Her şeyin bir zekatı vardır. Bedenin zekatı da oruçtur. Ravi Muhriz, kendi rivayetinde Resulullah
(S.A.V.)in: Oruç sabrın yarısı-dır.”1 buyurduğunu da ilave etmiştir.
İnsan oruç sayesinde hayvani duygularını azaltır, ruhunu safileş-tirir, melekiyet sıfatıyla vasıflanmaya başlamış olur.
Oruç sayesinde cemiyetin sosyal, ahlaki hayatında başka bir ge-lişme, başka bir fazilet açıkça
ortaya çıkar.
Oruç tutan kimse, nefsini bir kısım şiddetli arzuların saldırısına karşı dayanmaya-direnmeye
alıştırır, nefsin taşkınlıklarına karşı idmanlı bulunmuş olur.
Oruç tutan zat, bir müddet mahrumiyete katlanır. Bu mahrumiyet yiyecek içecek bulamayan
herhangi bir canlının aşağılanmış-horlanmış bir halde olan mahrumiyeti gibi değildir. Bilakis bu irade ile, gerekli kılınmış yüksek bir gayeye yönelik bir mahrumiyettir, bir nefis müca-delesidir. İnsan bu
mahrumiyet sayesinde yoksulların, mahrumların hallerini tecrübe ile anlamış olur. Kendisinde merhamet, şefkat, yardım-laşma duyguları artar. İnsaniyet için pek faideli bir hale gelir, kendisinin duyacağı manevi hazlar ise her türlü düşüncelerin üstündedir.
Ma’bud'unun mukaddes emrine sarılarak rabbinin meşru nimetle-rinden bir müddet mahrumiyete
katlanan bir insan, artık başkalarının ni-metlerine göz diker mi? Başkalarının zararlarına çalışır mı?
Kısacası, böyle toplumun yararına hizmet eden kutsal bir ibadetin meşru kılınmasındaki hikmet
apaçıktır. Bunu takdir etmemek için insa-nın düşünce hassasiyetinden büsbütün mahrum olması lazım
gelir.

ORUÇLU İÇİN MÜSTEHAB OLAN ŞEYLER

30- Oruç tutacak kimsenin sahur yemeği yemesi müstehabtır. Bu-nun vakti gecenin sonudur.
Ebu’l-leys’e göre gecenin son altıda biridir. Sahur yemeği oruç için insana kuvvet verir. Sahurun tehiri
müstehab ise de, ikinci fecrin doğup doğmadığında şüphe edilecek zamana kadar tehir edilmesi
mekruhtur.
“Sahur” seher vaktinde yiyilecek yemektir. Bu yemeği yemeğe “tesehhur = Sahur yemeği
yemek” denir. “Seher”de ikinci fecirden biraz evvel olan vakit demektir.
31- İftarı acele yapmak, yani akşam namazından evvel oruç aç-mak müstehaptır. Ta ki oruç hali
namazda kalbin huzuruna mani olma-sın. Fakat hava bulutlu olursa, acele edilemez, hatta ezan okunsa
bile. Yüksek bir yerde, mesela pek yüksek bir minarede bulunan kimse, gü-neşin batışını görmedikçe
iftar edemez. Hatta aşağıda bulunanlar, ken-dilerince vuku bulan güneş batışından dolayı iftar etseler
bile.
32- Akşamleyin iftar esnasında: “ALLAH’ümme leke sumtü ve bike amentü ve aleyke tevekkeltü ve ala rizkıke eftartü ve
savme’l-gadi min şehr-i Ramazane neveytü fağfirli ma kaddemtü ve ma ehhartü.”
“Ey ALLAH’ım! Senin rızan için oruç tuttum, sana iman ettim, sana tevekülde bulundum, senin
rızkınla orucumu açtım, Ramazan-ı şerif ayının yarın ki günü orucuna da niyet ettim. Artık benim
geçmiş ve gelecek günahlarımı bağışla.” diye dua edilmesi sünnettir.
“Ya Vasia’l-mağfirati iğfirli ve livalideyye ve li’l-müminine yevme yekumü’l-hisab.”
“Ey mağfireti bol mabudum! Beni anam ile babamı ve bütün mü-minleri hesab gününde mağfiret
buyur.” diye de dua edilir.
33- Orucu hurma gibi tatlı bir şey ile açmak mendubtur.
34- Oruçlunun akrabalarına, fakirlere fazla ihsanda, sadakada bu-lunması müstehabtır.
35- Oruçlunun mümkün olduğu kadar gece ve gündüz Kur’an-ı Kerim’i okumakla, zikir ile,
Rasülü Ekrem Efendimiz’e salat ü selam ile, ilim ile meşgul olması müstehabtır.
36- Oruçlunun fuzuli kelamdan, yani lüzumsuz fazla lakırdılardan dilini tutması da müstehabtır.
Gıybetten, söz taşımaktan kaçınmak ise, her zaman uyulması gerekli bir vazifedir. Bu vazife Ramazan-ı
şerif'te ise, daha çok kuvvet kazanır.
37- Oruçlu için itikaf damüstehabtır. Nitekim ileride bildirilecektir.
38- Ramazan-ı şerif'te oruç tutmaya mani olacak derecede vücuda zafiyet verir işlerde bulunmak
caiz değildir. Öğleye kadar iş görüp son-ra dinlenmelidir ve mümkün ise, bazı işleri başkasına dengi
ücret ile gördürmelidir.
Kısacası, kat’i bir zaruret bulunmadıkça, nefsini pek ağır işlerde yorarak oruç tutamaz bir hale
getirmek caiz görülemez.

ORUCUN ŞARTLARI

39- Orucun farziyetine ve edasının farziyeti ile sahih olmasına dair şartlar vardır. Şöyle ki:
1. Oruç ile mükellef olmak için: İslam, akıl, büluğ şarttır. Bu bakımdan bu vasıfları bulunmayan
bir şahıs için oruç farz değildir. Şu kadar var ki, akıllı-mümeyyiz olan (doğruyu yanlıştan ayıran) bir
islam çocuğunun orucu bir nafile olarak sahih bulunur.
2. Orucun edası farz olmak için sıhhat ve ikamet şarttır. Bundan dolayı hasta ve seferi olan
kimselerin bu halde oruç tutmaları icap et-mez. Bunlar daha sonra kaza ederler.
Bir orucun edası sahih olmak için, niyet ve hayız ile nifastan taharet şarttır.
Bundan dolayı niyet edilmeksizin tutulan bir oruç, müçtehidlerin ekseriyetine göre şer’an muteber
değildir. Hayız veya nifas halinde bu-lunan bir kadının oruç tutması da sahih olmaz. Ramazan-ı şerif
orucunu daha sonra kaza etmeleri lazım gelir. Nitekim ileride izah edilecektir.

ORUCUN VAKTİ

40- Orucun vakti, ikinci fecirden güneşin batışına kadar olan müddettir. Bununla beraber bu,
ikinci fecrin ilk doğuşu anına mı, yoksa aydınlığının ufukta uzanıp dağılmaya başladığı zamana mı
itibar olunacaktır meselesinde ihtilaf vardır. Bazı ulemaya göre fecrin ilk do-ğuşu anı muteberdir. En
ihtiyatlı olan da budur. Diğer bazı alimlere göre de aydınlığın biraz uzayıp dağılmaya başladığı zaman
muteberdir. Oruç tutacaklar hakkında daha müsait olan da budur.
Bundan dolayı birinci görüşe göre fecri sadıkın ilk doğuşundan itibaren, ikinci görüşe göre de
fecrin belirmesiyle aydınlığının dağıl-maya başlamasından itibaren oruca başlamak icap eder.
41- Fecrin doğuşunda şüphe eden kimse için daha faziletli olan, yiyip içmeyi terk etmektir.
Bununla beraber yiyip içecek olsa, orucu yi-ne tamamdır. Ancak fecirden sonra yemiş veya içmiş
olduğu daha sonra anlaşılırsa, orucu bozulmuş olur. O halde kaza etmesi lazım gelir. Fe-cirden sonra
sahur yapılmış olduğunda kuvvetli zan bulunan başka bir delil bulunmazsa, -Zahirurrivayeye görebuna
itibar olunamaz. Fakat bu halde kaza edilmesi ihtiyatlı olmaya daha uygundur.
42- Oruçlu kimse güneşin batışında şüphe etse, iftar etmesi helal olmaz. İftar edip de gerçek durum
anlaşılmazsa, üzerine kaza lazım gelir. Keffaretin lüzumu hakkında ise, iki rivayet vardır. Fakat güneş
batımından evvel iftar etmiş olduğu anlaşılırsa, üzerine keffaret de vacip olur.
Güneşin batmış olduğu hakkında kuvvetli bir zannı bulunduğu halde iftar eden kimse hakkında da
hüküm böyledir. Güneşin batmasından evvel iftar etmiş olduğu daha sonra anlaşılsın, anlaşılmasın
müsavidir.
43- Taharrî (araştırma ile) sahur ve iftar etmek caizdir. Şöyle ki, oruç tutacak kimse, başka vasıta
bulunmayınca kendi kuvvetli zannına göre sahur yemeği yer ve fecrin doğduğuna kanaat edince oruca
başlar, güneşin batışını da araştırarak yine kuvvetli zannına göre orucunu açabilir.
Bununla beraber fecrin doğup doğmadığını iyice kestiremeyen kimse için bir an evvel oruca
başlamak ve güneşin battığını kestireme-yen için de hemen orucunu bozmamak ihtiyat gereğidir.
44- Davul veya top sesi ile veya kandil yakılmasıyla oruca baş-lamak veya oruçtan çıkabilmek
için de bunların itimat edilebilecek şekilde muntazam olmasına ve her taraftan görülüp işitilir bir halde
bulunmasına dikkat etmek lazımdır. Saatlerin muntazam bir halde işlemekte olduğu da tecrübe ile
malum bulunmalıdır.


RAMAZAN-I ŞERİF VE DİĞER (AYLARIN) HİLÂLLERİNİN SÜBUTU

45- Ramazan-ı şerif, kamerî aylardandır. Bunların sübutu, hilâl-lerin yani yeni ayların
görülmesiyledir. Bundan dolayı Şaban-ı şerif’in yirmi dokuzuncu günü güneşin batış vaktinde
insanların hilâli araştır-maları, yapmaları gerekli bir vazifedir. Hilâli görürlerse ertesi günü Ramazan
orucuna başlarlar. Hava mağmum yani bulutlu, dumanlı bulunup da hilâl görülemezse Şaban-ı şerif’i
otuz gün olarak tamamlar, sonra oruca başlarlar.
Bununla beraber Şaban-ı şerif’in hilâlini de Receb-i şerif’in yirmi dokuzunda araştırmak
münasiptir. Bu şekilde Şabanın kaç gün olduğu daha iyi anlaşılmış olur.
46- Ramazan-ı şerif’in yirmi dokuzuncu günü de güneşin batışını müteakip Şevval ayının hilâli
araştırılır. Görülürse bayram yapılır, görülmezse Ramazan-ı şerif otuz gün tutulur.
47- Kameri aylar bazen otuz, bazen yirmi dokuz gün olur. Yay şeklinde görülen her yeni aya
üçüncü gecesine kadar “hilâl” denildiği gibi, her ayın yirmialtıncı, yirmiyedinci gecelerine de hilal
denir. Diğer günlerdekine “Kamer-Ay” denilir.
48- Her kameri ayın başlangıcı, ya hilâl görülmekle veya ondan evvelki ayın günleri otuza
yetiştirilmekle tesbit edilir.
Hilâl’in çoğulu “Ehille”dir. Hilâl görüldüğü zaman: “Hilâl! Hilâl!” diye işaret etmek mekruhtur, bir
cahiliyye adetidir.
Hilâl görülünce üç kere tekbir ve tehlilden sonra üç kere:
“Hilale hayrin ve rüşdin! Amentü billahillezi halekake.”
“Ey hayır ve salah hilali! Seni yaratan ALLAH Teâlâ’ya iman ettim.”
demeli, sonra da:
“Elhamdü lillahillezi zehebe bişehri keza ve cae bişehri keza. ALLAH’ümme ehlilhü aleyna bil
emni vel iman. Vesselameti vesselam.”
“Şu ayı -mesela Şabanı- götürüp bu ayı -Ramazan-ı şerifi- getiren ALLAH Teâlâ’ya hamdolsun. Ey
ALLAH’ım bu ayı bizlere emniyetle, iman ile selamet ve selam ile hazır buyur.” diye dua etmelidir.
49- Hilâlin güneşin batışını müteakip görünmesi muteberdir. Bundan dolayı bir yerde hilâl, zeval
(öğle) vaktinden evvel veya sonra görülse, bununla o gün ne oruca başlanır, ne de oruçtan çıkılır,
bilakis bu hilâl gelecek geceye ait bulunmuş olur.
Bu, İmam-ı A’zam ile İmam Muhammed’e göredir. İmam Ebu Yusuf’a göre zevalden sonra
görülen hilâl, gelecek geceye ait ise de, zevalden evvel görülen bir hilâl, evvelki geceye ait bulunur.
Bundan dolayı bununla Ramazan-ı şerif veya bayram kesinlik kazanır. Çünkü bir hilâl, iki gecelik
olmadıkça, adete göre zevalden evvel görülemez.
(Diğer üç mezheb imamına göre gündüzün görülen hilale itibar olunmaz, bu hilal mutlaka gelecek
geceye aittir. Bu konuda astrologla-rın sözleri de muteber değildir. Her halükarda geceleyin
görülmelidir.)
50- Hava kapalı olunca, Ramazan-ı şerif hilaline müslüman, akıllı, adaletli, bülûğa ermiş bir kimsenin
şahitliği yeter. Onun hilali görmüş olduğunu ifade etmesine dayanarak oruca başlamak lazım gelir. Bu
kimsenin erkek ya da kadın olması müsavidir. Bu halde böyle bir kimsenin şahitliğine yine böyle bir
kimsenin şahitlik etmesi de muteberdir.
Bu hususta âdil’den maksat: Hasenatı (iyiliği), seyyiatı (kötülü-ğü)ne galip olan kimse demektir.
Bu hususta hali kapalı olan kimsenin şahitliği de -sahih olan görüşe göre- kabul olunur.
Bu şahitlik bir haber demektir, dini bir hususu haber vermekten ibarettir. Bunda şahitlik lafzı,  dava, mahkeme, hakimin hükmü şart de-ğildir. İhtiyatlı olmak bunu kabul etmektir.
51- Hilali görenin bunu tefsir etmesi, yani “Ben beldenin şu mevkiinden veya dışından baktım. Hilali
ufkun şu tarafında, bulutun hemen kenarında veya iki bulutun açık bulunan arasında şu şekilde gördüm.”
diye izah eylemesi lazım mıdır, değil midir? Bazı zatlara göre lazımdır. Fakat zahiri rivayete göre lazım
değildir, böyle tefsir edilmeksizin de şehadet muteber olur. Bu şehadeti işitenler için oruca başlamak icap
eder.
52- Ramazan-ı şerif hilalini gören bir müslüman için hemen o gece şehadette bulunmak lazımdır.
Hatta bu, evinde beklemesi gereken bir kadın bile olsa, kocasının veya efendisinin izin vermesine
bakmak-sızın çıkıp gördüğü hilal hakkında şahitlik eder. Çünkü bu, yapılması gerekli dini bir vazifedir.
53- Hilali gören kimse, bir beldede ise hemen hâkimin huzuruna gider, şahitlik yapar. Hâkim de
durumu ilan eder. Hâkim bulunmayan bir yerde ise, mescide gider, şehadette bulunur. Âdil bir zat ise,
onun bu şahitlik yapmasına dayanarak insanlar oruca başlarlar.
(Şafiiler’e göre hâkimin hükmü ile bütün insanlar üzerine oruç tutmak farz olur. Hattâ bu hüküm,
yalnız âdil bir şahsın hilâli gördüğüne dâir olan şahitliğine dayanmış olsa bile. Hakimin hükmü ihtilafı
kaldırır, oruç başka mezheb sahiplerine de lazım gelir.)
54- Hilalin görülmesi, bir ayın girmesi, doğrudan doğruya değil, bir olaya bağlı olarak hüküm
altına alınabilir. Meselâ, bir kimse, mah-kemede bir şahsın yüzüne karşı: “Benim bu şahısta Ramazan-ı
şerif’in ilk gününde vermek üzere, şu kadar kuruş alacağım vardır, şimdi ise Ramazan-ı şerif’in hilali
görülmüştür. Bu sebeble bu alacağımı bana vermesini isterim” diye dava etse, o şahıs da: “Evet o
şekilde borcum vardır, fakat henüz Ramazan-ı şerif ayı girmemiştir” diye inkar etmekle hâkim, o
davacının hilali gördüklerine dâir getireceği iki şahidin şahit-liği üzerine o borcun verilmesine
hükmetse, Ramazan hilaline de dola-yısıyla hükmetmiş olur.
Hilali isbat için bu şekilde dava açılması, İmam-ı A'zam'a göre münasiptir. İmameyn’e göre böyle
bir davaya lüzum yoktur.
55- Yalnız başına hilali gören kimsenin şahitliği kabul edilmese de kendisinin oruç tutması lazım
gelir. Şayet o gün oruç tutmazsa, kaza eder, bundan dolayı keffaret lazım gelmez. Çünkü gördüğü şeyin
hilal değil, bir hayal olması muhtemeldir. Şahitliği henüz hâkim tarafından red edilmeden iftar ettiği
takdirde de yine keffaret icap etmez. Zira red etmek şüphesi vardır. Keffaretler ise şüphe ile bertaraf
olur. Fakat şahit-lik kabul edildikten sonra iftar edecek olsa, keffaret lazım gelir. Çünkü bu takdirde
şahitliği hâkimin hükmü ile kuvvet bulmuş olur.
56- Hava kapalı olmayınca Ramazan, Şevval ve Zilhicce hilâlleri hususunda bir-iki kimsenin
değil, haberleri ile kuvvetli bir zan meydana getirecek miktarda çok kimselerin şahitlikleri kabul edilir.
Bunların miktarını tayin, veliyyülemr'in görüşüne bağlıdır. Bir görüşe göre bunların elli erkek olması
lazımdır.
Bu hususta şahitlerin belde dışından olup olmamaları arasında -zahiri rivayete göre- fark
yoktur. Bir görüşe göre bu halde dışardan gelen iki âdil şahidin şahitliği kabul olunur. Onların daha
müsâit bir yerden hilali görmüş olmaları muhtemeldir.
İmam-ı A’zam’dan bir rivayete göre de bu halde taşradan gelmiş olsun olmasın, iki âdil şahidin
şahitliği ile yetinilebilir.
Deniliyor ki, zamanımızda herkes yapılması gerekli hilâli araş-tırma vazifesini yapmaya çalışmaz
olduğundan, şimdi böyle iki şahidin şahitliğine itimat edilmesi münasiptir.
57- Hava kapalı olunca, Şevval ve Zilhicce hilalleri hakkında âdil iki erkeğin veya bir erkek ile
iki kadının şehadetleri kabul olunur. Bu hususta adalet, hürriyet, şahit sayısı şarttır. Şahitlerin, şahitliğe
ehil ve güvenilir kimse olup olmadıklarının araştırılması da yapılmalıdır. “Şahitlik” tabirinin ve
“dava” (konunun hakim huzurunda kararlaştı-rılması)nın şart olup olmamasında ise ihtilaf vardır.
Hakimi, valisi bulunmayan bir yerde hava kapalı olduğu halde iki âdil kimse, Şevval hilalini
gördüklerini haber verecek olsalar insanların iftar etmelerinde bir sakınca yoktur.
58- Kapalı bir havada Ramazan-ı şerif hilalini yalnız hâkim görecek olsa, dilerse yerine birini
vekil tayin ederek onun huzurunda hilali gördüğüne şehadet eder ve dilerse doğrudan doğruya
insanların oruç tutmalarını ilan eyler. Fakat bayram hilalinde böyle bir kişilik şe-hadet muteber olmaz.


Çünkü bununla bir ibadete nihayet verilecektir. Bununla beraber bunda insanların hukukuna şehadet
manası da vardır. Zira oruçtan çıkacaklardır. İnsanların hukukunda ise ikiden noksan kim-senin
şehadeti muteber değildir.
Bu bakımdan veliyyülemr veya hâkim, yalnız başına Şevval hila-lini görecek olsa, ne musallâya
çıkar, ne musallâya çıkmalarını insan-lara emreder, ne de aşikar veya gizlice orucunu açar. Çünkü
gördüğü hilalin bir hayâl olması muhtemeldir.
59- Şevval hilali, Ramazan-ı şerif’in yirmi dokuzuncu günü gü-neşin batışı akabinde araştırılır.
Bunu yalnız başına gören kimse, ibadet hususunda ihtiyatlı olmaya riayet ederek iftar etmez. Şayet iftar
ederse, yalnız kaza etmesi icap eder. Şehadeti kabul edilmediği halde iftar etse, yine yalnız kaza lazım
gelir, keffaret lazım gelmez.
60- Bir kimsenin şehadetine dayanarak- Ramazan-ı şerif orucuna başlamış olan kimseler,
otuzuncu günü Şevval hilalini görmeseler de -en doğru görüşe göre- oruca son verirler. Hava bulutlu,
kapalı olduğu takdirde ise, ihtilafsız bayram yaparlar.
(Şafilerce tercih edilen görüşe göre Şevval için de bir âdil şahidin şehadeti yeterli olur, hakim
bununla hükmedince bayram yapılır.)
61- Hava, bulutlu olduğu halde iki kimsenin şehadetini hakim kabul ederek otuz gün oruç
tutulduktan sonra Şevval hilali görülmese bakılır: Eğer hava yine bulutlu ise, ertesi gün iftar ederler.
Bunda ittifak vardır. Fakat hava açık ise, bir görüşe göre iftar etmezler. Ancak sahih olan diğer bir
görüşe göre, bu halde de iftar edip bayram yaparlar.
62- Bir belde halkı, yirmi dokuz gün oruç tuttuktan sonra iki âdil kimse: “Biz Ramazan hilalini sizin
oruca başlamanızdan bir gün evvel görmüştük” diye şahitlikte bulunsalar bakılır: Eğer bunlar, o belde
halkından iseler, layık olan, şahitliklerinin kabul edilmemesidir. Çünkü bunlar ALLAH rızası için yerine getirilmesi gerekli olan bu şahitliği vaktiyle terk etmiş bulunmuşlardır. Fakat uzak bir mahalden gelmiş iseler, şahitlikleri câiz olur. Zira bunlar bu şahitliklerinde töhmetten beridirler.
63- Ramazan-ı şerif’ten başka ayların sübûtu için hava kapalı ise, en az iki âdil erkeğin veya bir
erkek ile iki kadının şahitlikleri lazımdır. Hava açık ise, büyük bir topluluğun şahitlikleri icap eder. Bu
topluluk, tevâtür (yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayacak) derece-sinde olunca,
şahitliklerinin kabulü için islamiyet şart bulunmaz.
Diğer bir görüşe göre ramazân-ı şerif ile Şevval ve Zilhicceden başka dokuz ayın hilalini ispat
için hava, bulutlu olsun olmasın, iki adil şâhidin şahitlikleri yeterli olur. Çünkü bu ayların hilalini
görmek için büyük bir topluluk alakadar bulunmaz.
64- Bir belde halkı, hilali görmeksizin yirmi sekiz gün oruç tutup da sonra Şevval hilalini görecek
olsalar bakılır: Eğer Şaban hilalini görüp onu otuz gün saymışlar ise, yalnız bir gün kaza ederler, Ramazan- ı şerif yirmi dokuz gün bulunmuş olur. Fakat Şaban hilalini gör-meksizin onu otuz gün saymışlar ise, iki gün kaza etmeleri lazım gelir. Çünkü Şabanın yirmi dokuz gün olması muhtemeldir.
Fakat bu belde halkı, yirmi dokuz gün oruç tutup da sonra Şevval hilalini görseler, üzerlerine kaza
lazım gelmez. Zira Ramazan-ı şerif, yirmi dokuz gün olabilir.
65- Bir beldede Ramazan-ı şerif orucu hilalin görülmesiyle yirmi dokuz gün tutulmuş olsa, o
beldedeki hastalar da ileride bu Ramazan orucunu yirmi dokuz gün olarak kaza ederler. Fakat böyle bir
hasta, o belde halkının ne şekilde hareket etmiş olduklarını bilemezse, bor-cundan kesin bir halde
kurtulması için tam otuz gün kaza orucu tutar.
66- Ayın ve güneşin metla’ları - doğdukları yerler, beldelere ve kıtalara göre muhtelif bulunur. Fakat
oruç hususunda zahiri rivayete göre hilalin muhtelif yerlerde doğuşuna itibar olunmaz. Fetva bu şekildedir.
Bu bakımdan batı bölgesinde bulunanlar, Ramazan-ı şerif hilalini görecek olsa, bundan haberdar
olan doğu bölgesindeki müslümanlar üzerine de oruç tutmak icap eder. Şu kadar var ki, bir beldedeki
görünüş diğer bir belde halkı hakkında muteber olabilmesi için, bu görünüş hak-kında şehadetin hakim
huzurunda olumlu bir karara bağlanmış olması lazımdır. Sadece- yalnız bir görüşü haber vermek, hilali
görmeyen bel-de halkı hakkında bir delil olamaz. Şöyle ki, bir belde hakimine iki adil kimse gelip:
“Filan beldede hilali gördüklerine dair şahitlerin şehadet-lerini, o belde hakimi şartları dahilinde kabul edip hüküm verdi” tarzın-da şehadet etmelidirler. Hakimin hükmü kesin bir delildir, bunlar da bu
hükme şehadet etmiş olurlar. Artık bu belde hakimi de şehadeti kabul ederek ona göre hüküm verebilir.

Başka bir beldede hilalin görülmüş ve karara bağlanmış olduğunu gelip haber verenler, tevatür
mertebesinde olunca, böyle bir hükme ihtiyaç görülmeksizin gereği ile amel olunur.
67- Oruç hususunda hilalin muhtelif yerlerde doğuşuna itibar olunmaması:
Ramazan hilalini görünce oruç tutunuz, Şevval hilalini görünce bayram yapınız”1
hadis-i şerifine ve benzeri hadis-i şeriflere dayanmaktadır. Bu hadis-i şerifte oruç tutul-maya
başlanılması ve bayram yapılması, hilalin görülmesine bağlanmış-tır. Bundan dolayı müslümanlardan
bir kısmının hilali görmesiyle alakalı hükmün bağlı olduğu, “Rü’yet-i hilal = hilali görmek” meydana
gelmiş, artık oruç tutmak gereği veya bayram yapmak lüzumu hepsine yönelmiş bulunur.
Dinimiz hilalin muhtelif yerlerde doğuşuna itibar edilmesini, veya hesap (takvim) ehlinden
sorulmasını emretmemiştir. Hilalin ilerlemiş fen tekniklerine dayanarak görülmesinin mümkün olup
olmadığını araş-tırmak da icap etmemektedir. Çünkü bu fenni araştırmayı yapmak her yerde, her vakit
mümkün olmaz ve dinin gösterdiği kolaylığa da uymaz.
Yine böylece, iki haberciden birinin fenne dayanarak haberini, di-ğerinin görmeye dayanan
haberine tercih etmek de çok kere uygun ola-maz. Çünkü her ikisinin de -birinin takvim hesabında,
diğerinin de gör-mesinde- hataya maruz kalması muhtemeldir.
(Malikiler ile Hanbeliler’in mezheblerine göre de hilalin muhtelif yerlerde doğuşuna itibar
olunmaz. Şafiiler’e göre aralarında yirmi dört fersah (120 km) veya daha fazla bir mesafe bulunan iki
beldede hilalin değişik doğuşlarına itibar olunur, birinde hilalin görülmesi, diğeri için görülme
sayılmaz.)
68- Hilalin muhtelif yerlerde doğuşuna itibar olunmadığına naza-ran bir belde halkı Ramazan-ı
şerif hilalini görüp yirmi dokuz gün oruç tuttuktan ve bayram yaptıktan sonra diğer bir belde halkının
yine hilali görerek otuz gün oruç tutmuş oldukları ortaya çıksa, evvelki belde halkının bayramdan sonra
kaza olarak bir gün daha oruç tutmaları lazım gelir. Çünkü ilk hilali görüşe itibar olunur. Bu belde
halkının hilali bir gün sonra görmüş olmaları muhtemeldir.
69- Hanefi fıkıh alimlerinden bazılarına göre hilalin muhtelif yerlerde doğuşuna itibar edilir.
Bu bakımdan batıda hilalin görünmesinden dolayı doğuda bulu-nan Müslümanlar için de o gün
oruç tutmak veya bayram yapmak icap etmez. Bu hususta her belde kendi hilali görmesine göre amel
eder, oruç tutar, bayram yapar, kurban keser. Bununla beraber aralarında yirmi dört fersah (120 km.)
den az bir mesafe bulunan iki belde arasında bu ihtilaf mümkün olmaz. Bu sebeple böyle biri birine
yakın iki beldeden birinde görülen hilal, diğerince de muteber olur.
70- Ramazan-ı şerif ve bayram yapılması için astronomi ilmine vakıf, adalet sahibi takvim
uzmanlarının sözlerine müracaat edilip edil-meyeceği hususunda fıkıh alimleri arasında iki görüş
vardır. En sahih kabul edilen bir görüşe göre, bunların bu husustaki sözleri kabul edil-mez. Hatta bir
takvim uzmanı için bu konuda yaptığı takvim hesabı ile kendisinin de amel etmesi caiz değildir. Gerçi
matamatiksel hesaplar kat’i ise de, bu hesapları yapanların hatadan beri olmaları kat’i değildir. Bu
yüzdendir ki takvimler arasında daima ihtilaf görülmektedir.
Bununla beraber her yerde böyle ince hesapları yapabilen zatlar bulunamayacağından bunların
sözlerine müracaat lüzumu, bilhassa köy, yaylalar ve göçebe halde yaşayan müslümanlar için zorluğu
gerektirir. Halbuki dinimiz, bu hususta kolaylık göstermiş, bir hadis-i şerifte: “Hilâli görüldükten sonra
oruç tutunuz, hilâli gördükten sonra iftar edi-niz, bayram yapınız, size hava kapalı olunca da Şabanı
otuza tamam-layınız.”2 diye buyurulmuştur.
Demek ki, dinimiz orucu ebediyen değişmeyecek sabit, basit herkes tarafından anlaşılıp kabul edilecek
bir delile bağlamıştır ki, o da hilalin görülmesidir. Astronomların sözleri gerçi matematiksel kaidelere dayanır, fakat aralarında çok kere ihtilaf bulunmakta, sözleri düzenli görülmemek-tedir. Bir de takvim hesabına
nazaran kameri aylar mutlaka otuz veya yirmi dokuz gün olmayıp az çok küsuratlı bulunmaktadır. Dinimiz ise, orucun ya tam otuz veya tam yirmi dokuz gün tutulmasını emretmiştir.
Azınlıkta olanlara ait diğer bir görüşe gelince, buna göre bu hu-susta vakit uzmanlarının, astronomların sözlerine müracaat edilebilir. Bu sözlere itimat etmekte bir sakınca yoktur, Fıkıh
alimlerinden “Mu-hammed ibn-i Mukatil” onların aralarında ittifak ettikleri sözlerine iti-mat eder,
onlardan sualde bulunurdu. Şu kadar var ki, bu hususta onlar-dan bir cemaatin ittifakı lazımdır. “Kadı
Abdülcebbar” da : “Astronom-ların sözlerine itimat etmekte bir sakınca yoktur” demiştir.
Memleketimizde bir müddetten beri bu görüşe uygun olarak ka-meri aylar, rasathane tarafından
bir cetvel halinde tayin edilmektedir.
(Maliki ve Hanbeli fıkıh alimlerine göre astronomların sözlerine itimat olunmaz. Bu bakımdan
bunların sözleriyle umum hakkında oruca başlamak vacip olmaz. Yalnız Malikilerce itimat edilen bir
görüşe göre astronomlar, kendi hesabıyla amel ederek oruç tutabilir. Astronomlar-dan işitip doğru
olduğuna kuvvetli bir zannı bulunan kimse de onun takvim hesabına dayanarak oruca başlayabilir.
Şafiilerce de astronomun sözü, kendi hakkında ve kendisini tasdik eden kimse hakkında muteber
ise de, tercih edilen görüşe göre bütün insanlar hakkında muteber değildir. Bundan dolayı bu söz
üzerine herkesin oruca başlaması vacip olmaz.
Şafiilerden yalnız “İmam Subki”nin bu hususta bir eseri vardır. Bu zat takvim hesabının kat’i olduğunu
göz önüne alarak astronomların sözlerine itimat edileceğini kabul etmiş, fakat diğer Şafiiler tarafından
reddedilmiştir.)

ORUCA AİT NİYETLER

71- Herhangi bir oruca kalb ile niyet kâfidir. Oruç için sahura kalkılması da bir niyet demektir. Fakat
niyetin dil ile de yapılması menduptur.
72- Eda edilen Ramazan-ı şerif, zamanı tayin edilmiş adak, her-hangi bir nafile oruç için niyetin
vakti güneşin batışından, yani gecenin başlangıcından istiva-kaba kuşluk zamanına kadar devam eder.
Bu müddet içinde niyet edilebilir. Fakat güneş batmadan önce veya tam istiva zamanında ve ondan
sonra akşama kadar hiçbir oruca niyet edilemez. Bu hususta mukim ile misafir, sağlıklı ile hasta
arasında fark yoktur.
Bununla beraber istiva (kaba kuşluk) zamanına kadar böyle niyet edilebilmesi, ikinci fecirden
itibaren yiyip içmek gibi oruca mani bir şey bulunmadığı takdirdedir. Böyle bir şey kasten veya
unutarak vuku bulmuş olsa, artık niyet caiz olmaz.
(Malikiler’e göre nafile oruç için böyle günün yarısına kadar niyet edilemez. Çünkü sabahleyin
niyet edilmeyince, o gün iftar için taayyün etmiş olur. Bir günün ise, hem oruç, hem de iftara ihtimali
olamaz.
Şafiiler’e göre ise, güneş batmadan öncesine kadar niyet edilebilir. Yeter ki sabahtan beri oruca
aykırı bir şey bulunmamış olsun. Çünkü nafile için dinen takdir edilmiş bir zaman yoktur. Bu oruç
tutacak kimsenin isteğine bağlıdır. İnsan olabilir ki zevalden sonra oruç tutmak arzusunu duyar.)
73- Bütün kaza, keffaret ve zamanı tayin edilmemiş adak oruçları için niyetin geceleyin veya
ikinci fecr (şafak)ın tam ilk kısmında -başlangıcında- yapılması şarttır. Ve bunları niyette tayin etmek
de lazımdır. Bu bakımdan bunlardan herhangi biri için fecirden sonra niyet edilirse veya bunlardan
hangisinin tutulacağı kalben olsun tayin edilmezse, tutulmaları sahih olmaz. Çünkü bu oruçlar için
muayyen bir ölçü, yani muayyen bir gün yoktur.
Bunlara hangi günlerin tahsis edilmiş olması, ancak böyle tayinle beraber olan bir niyet ile
belirlenmiş olur.
Ramazan-ı şerif, zamanı tayin edilmiş adak ve herhangi bir nâfile orucu için sadece oruç tutmaya
niyet kâfidir. Meselâ “Yarınki günün orucunu tutmaya veya “Yarın oruç tutmaya, yahut yarınki gün
nâfile oruç tutmaya” diye niyet yapılabilir. Bununla beraber bunlar için gece-leyin niyet yapılması ve
bu oruçların tayin edilmesi, meselâ: “Yarınki Ramazan-ı şerif orucunu tutmaya niyet ettim” denilmesi
daha faziletlidir.
74- Ramazan-ı şerif’in her günü için ayrıca bir niyet lâzımdır. Çünkü araya geceler girmektedir ve
her günün orucu başlıca bir ibadet bulunmaktadır. Bunun içindir ki, bir günün orucundaki bir bozukluk,
diğer günün orucundaki sıhhate mani olmaz.
75- Bir kaza orucuna fecrin doğuşundan sonra niyet edilecek olsa, bununla kaza sahih
olmayacağından nâfile oruca başlanılmış olur. Şa-yet bozulacak olsa, kazası lâzım gelir. Çünkü
başlanılmış bir ibadeti ya-rım bırakmak câiz olamaz.
76- Bir kimse, daha güneş batmadan “Yarın oruç tutayım” diye niyet edip de, sonra yarınki günün
istiva-kaba kuşluk zamanına kadar uyusa ve gafil veya baygın bir halde bulunsa, oruç tutmuş olmaz.
Fakat güneşin batmasından sonra böyle niyet etmiş olursa, orucu câiz bulunmuş olur.
77- Bir kimse Ramazan-ı şerifte Ramazan olduğunu bildiği halde ne oruca, ne de iftara niyet
etmemiş bulunsa, -en sağlam rivayete göre- oruçlu bulunmuş olmaz.
78- Bir kimse, geceleyin herhangi bir oruç için niyet ettiği halde fecrin doğuşundan evvel bu
niyetinden dönse, bu dönmesi sahih olur. Fakat oruçlu bir kimse, orucunu bozmaya niyet ettiği halde
bozmazsa, sadece bu niyetle orucu bozulmuş olmaz.
79- “İnşaALLAH yarın oruç tutmaya niyet ettim” diye yapılan bir niyet sahihtir. Fakat: “Yarın
davete çağırılırsam iftar etmeye, çağırıl-mazsam oruç tutmaya” diye yapılan bir niyet muteber değildir.
Böyle tereddütlü bir niyetle oruç tutulmuş olmaz
80- İstiva-kaba kuşluk zamanına kadar niyet câiz olan oruçlarda gündüzün niyet edileceği
takdirde, o günün başlangıcından itibaren oruçlu bulunmuş olmaya niyet edilmesi icap eder, niyet
edileceği andan itibaren oruç tutmaya niyet edilecek olsa, bununla oruç tutulmuş olmaz.
81- Ramazan-ı şerif gecesinde veya gündüzünde bayılan veya deliren kimse, istiva-kaba kuşluk
zamanından evvel ayılıp oruca niyet edince, oruçlu bulunmuş olur.
82- Bir kimse, Ramazan-ı şerifte başka bir vacip oruca niyet ede-cek olsa, bu Ramazan orucuna
niyet etmiş sayılır. Bu hususta İmamey-ne göre mukim ile misafir arasında fark yoktur. İmam-ı
A’zam’a göre misafir olunca niyet ettiği vacip için oruçlu bulunmuş olur. Çünkü onun Ramazan
orucunu tutmaya mecburiyeti yoktur.
Nâfileye niyet edilecek olsa, –en sahih olan görüşe göre- Rama-zan orucuna niyet edilmiş olur.
Hastanın da bu şekilde olan niyetleri -sahih olan görüşe göre- Ramazan-ı şerif yerine vuku bulmuş
olur.
Misafir ile hastanın sadece oruç tutmak şeklindeki niyetleri de Ramazan-ı şerif orucu yerine
sayılır.
83- Zamanı tayin edilmiş bir adak gününde, keffaret veya Rama-zan orucunu kaza gibi başka bir
vacibe niyet edilerek oruç tutulmuş olsa, bu oruç -en sahih olan görüşe göre- o vacip için sayılır, o
zamanı tayin edilmiş adak orucunun kazası lâzım gelir.
84- Bir oruç ile hem keffarete, hem de nâfileye niyet edilse, kef-faret olarak câiz olur. Fakat bir
oruç ile hem kazaya, hem de yemin kef-faretine niyet edilecek olsa, hiç birinden muteber olmaz. Çünkü
bun-ların aralarında zıtlık vardır. Bu halde bu oruç, bir nâfile olmuş olur.
85- Bir veya birden fazla Ramazanlardan orucu kazaya kalmış kimse için lâyık olan, bunları kaza
ederken “üzerine kazası ilk icap et-miş olan oruca” niyet etmektir. Bununla beraber böyle tayin
etmeksizin yalnız kazaya niyet etmesi de kâfidir.
86- Bir kadın, henüz âdet içinde iken geceleyin oruca niyet edip fecirden evvel temiz olacak olsa,
orucu sahih olmuş olur.
87- Esir bulunan bir kimse, Ramazan-ı şerif ayının girip girme-diğini bilemezse araştırır,
kanaatine göre oruç tutar, daha sonra bakılır: Eğer Ramazan-ı şerif’e rastlamış ise veya Ramazandan
veya oruç tutulması yasak olan günlerden sonra geceleyin niyet ederek tutmuş ise, orucu Ramazan-ı
şerif yerine câiz olur, Ramazan günlerinden noksan tutmuş olunca, bu noksanı kaza eder. Fakat
Ramazan-ı şerif’ten evvele tesadüf etmiş olursa, câiz olmaz,yalnız nâfile bir oruç olmuş olur.

ORUÇLU KİMSELER İÇİN MEKRUH OLUP OLMAYAN ŞEYLER

88- Oruçlu kimse için su ile ıslatılmış bir misvakı (macunsuz diş fırçası) kullanmak, İmam Ebu
Yusuf’a göre mekruhtur. Fakat diğer alimlere göre sabahleyin veya gün ortasından sonra yaş veya kuru
misvağı kullanmak da mekruh değildir.
İmam Şafii’ye göre gün ortasından sonra misvak kullanılması mekruhtur.
89- Oruçlu kimsenin istinca (büyük abdest temizliğin)de veya abdest alırken ağzına ve burnuna su
almakta aşırı davranması, mesela ağzını su ile doldurup bu suyu ağzında fazla tutmak mekruhtur.
90- Oruçlu kimse için bir özür bulunmaksızın pişirilen yemeği yalnız ağzı ile tatmak mekruhtur.
Bu hususta kocasının kötü huylu olması, kadın için bir özürdür, pişireceği yemeğin tuzuna, tadına
yutmaksızın bakabilir.
91- Oruçlu kimsenin satın alacağı yağ, bal gibi bir şey iyi olup olmadığını anlamak için yalnız
ağzı ile tatması mekruhtur. Bir görüşe göre mutlaka alınması lazım ise veya aldatılmaktan korkulursa,
boğaza gitmemek şartı ile tatmasında bir sakınca yoktur.
92- Oruçlu kimse için evvelce çiğnenmiş, beyaz, parçalanmaz bir sakızı çiğnemek mekruhtur.
Yeni bir sakızı ağza alıp çiğnemek ise, caiz değildir.
Erkekler için oruçlu bulunmadıkları zamanlarda da sakız çiğne-mek kerih (mekruh) görülmüştür.
Bir özür sebebi ile gizlice çiğnemeleri ise müstesnadır.
93- Oruçlunun kan aldırması, orucunu muhafaza edemeyecek halde zayıf düşmesinden korkulursa
mekruhtur. Korkulmazsa, mekruh değildir. Bununla beraber uygun olan, bunu güneşin batışından
sonraya tehir etmektir.
94- Ramazan-ı şerifte harareti azaltmak için ağza, burna su almak ve soğuk su ile yıkanmak,
İmam-ı Azam’a göre mekruhtur. Çünkü böyle bir hareket, ibadet hususunda ıstırap göstermek demektir.
Fakat İmam Ebu Yusuf’a göre bunda mekruhluk yoktur. Zira bu şekilde ibadete yardım edilmiş,
yaratılıştan olan ıstırap giderilmiş olur, fetva da bu şekildedir.
95- Nefsinden emin olmayan bir oruçlunun hanımını öpmesi, okşaması mekruhtur.
96- Oruçlu kimsenin hanımı ile çıplak oldukları halde boyun bo-yuna sarılmaları nefsinden emin
olsun olmasın, her halükarda mek-ruhtur ki, buna “fahiş mübaşeret” denir. Hanımının dudaklarını
emmesi de her halükarda mekruhtur ki, buna da “fahiş kuble” denilir.
97- Oruçlu kimsenin cünüp olarak sabahlaması veya gündüzün uyuyup ihtilam (hamamcı) olması,
orucuna zarar vermez. Fakat mümkün olduğu takdirde geceleyin yıkanmaması, mekruh olmaktan uzak
olamaz.
98- Oruçlu kimsenin gül ve misk gibi bir şeyi koklaması da mekruh değildir. Sürme çekmesi, bıyık
yağı da kullanması mekruh değildir.
Fakat erkeklerin ziynet kasdıyla sürme çekmeleri, bıyıklarına yağ sürmeleri mekruh olmaktan
uzak olamaz.

ORUCU BOZUP BOZMAYAN ŞEYLER

99- Kasden yiyilip içilen ve oruca aykırı oldukları halde yapılan şeyler, orucu bozarlar. Bunların
bir kısmı yalnız kazayı, bir kısmı da kaza ile keffareti gerektirir. Nitekim izah edilecektir.
100- Unutularak bir şeyi yemekle, içmekle veya cinsel ilişki ile oruç bozulmaz. Bu hususta farz
ile vacip ve nafile oruçlar arasında fark yoktur. Çünkü yanılma ile unutma affedilmiştir.
(Malikiler’e göre bunların herhangi biri ile farz olan bir oruç bozulur. Kazası lazım gelir. Çünkü
orucun rüknü olan imsak elden kaçırılmış olur.)
101- Yanılarak yemekte olan bir oruçluya tesadüf edilince bakılır: Eğer orucunu tamamlamaya
kudretli görülüyorsa, kendisine oruçlu bu-lunduğunu hatırlatmamak tercih edilen görüşe göre tahrimen
mekruhtur. Fakat çok yaşlı veya zayıf bir zat olup oruç ile daha zayıf düşeceği anlaşılırsa -diğer
ibadetleri edaya kuvvetli bulunması maksadı ile- sükût edilebilir.
Uykuya dalmış bir kimseyi vakti geçmeden namaz kılmak için uyandırmak da bir vazifedir.
Uyuyan mazur olabilir. Fakat uyandır-mayan mazur olmayıp günaha girer.
102- Uyku halinde bir şey yemek veya içmek orucu bozar. Bu yanılma mesabesinde değildir.
103- Oruçlu olduğu halde yanılarak yemek yiyen bir kimseye: “Sen oruçlusun” denildiği halde,
hiç uyanmayarak (aldırış etmeyerek) yemesine devam etse, sahih olan görüşe göre orucu bozulmuş,
kendisine kaza lazım gelmiş olur.
104- Hata yoluyla olan yiyip içmekle de oruç bozulur.
Bu bakımdan bir kimse, oruçlu olduğunu bildiği halde herhangi bir kastı olmaksızın hata ile bir
şey yese veya içse, mesela abdest alırken içerisine su kaçsa veya ağzına kar suyu veya yağmur
damlaları düşüp içerisine gitse, orucu bozulup üzerine kaza lazım gelir. Fakat oruçlu olduğu hatırında
bulunmazsa, bunlardan dolayı orucu bozulmaz.
105- Mazmazadan sonra ağızda kalan yaşlığın tükürük ile beraber yutulması orucu bozmaz.
Aynı şekilde, baştan burun içerisine gelip kasten çekilmekle boğaza giden akıntı da oruca zarar
vermez.
106- Dişlerin arasından çıkan kan boğaza gidecek olsa, bakılır: Eğer az olup cevfe (içeriye)
gitmezse, orucu bozmaz. Çünkü adete göre bundan kaçınmak mümkün değildir. Çok olmakla beraber
tükürüğe mağlup olduğu halde de hüküm böyledir. Ancak tadı hissedilirse, oruç bozulur. Fakat bu kan
tükürükten daha çok veya ona eşit olduğu halde içeriye giderse, orucu bozar.
Çıkarılan dişten akan kan hakkında da bu açıklamalar geçerlidir.
107- Ağızdan kesilmeyip çeneye doğru iplik halinde akıp uzamış bulunan bir ağız salyası geriye
çekilerek yutulacak olsa, bununla oruç bozulmaz, çünkü bu halde henüz ağızdan çıkması tamam
olmamıştır.
Yine aynı şekilde bir sebepten dolayı ağızdan çıkıp yine ağıza girerek boğaza giden bir su ile de
oruç bozulmaz.
108- Konuşmaktan veya diğer bir şeyden dolayı tükürük ile ıslan-mış olan dudakları sahibinin
emmesi, orucunu bozmaz. Çünkü bunda bir zaruret vardır.
109- Göz yaşı veya yüz teri ağıza girecek olsa, bakılır: Eğer bir iki damla gibi az bir şey ise,
orucu bozmaz. Çünkü bundan kaçınmak mümkün değildir. Fakat tuzluluğu bütün ağız içinde
hissedilecek derecede fazla olup da oruç hatırda iken yutulacak olursa, orucu bozar.
110- Yenilmesi kast edilmeyen ve kendisinden kaçınmak müm-kün bulunmayan bir şeyin içeriye
gitmesi orucu bozmaz. Bu sebeple ilaçların tadı, mesela ağrıyan dişe konulan karanfilin tükürükle
boğaza giden tadı ve havada dağılan bir duman, topraklardan ve öğütülen veya tokmakla dövülen
şeylerden kalkan toz orucu bozmaz. Uçan bir sineğin boğaza gitmesi de böyledir. Fakat ilacın, mesela
dişe konulan karan-filin içeriye gitmesi orucu bozar.
Yine böylece, oruçlu olduğunu hatırladığı halde kokladığı bir buhurun dumanı içerisine gitse veya
bir sineği tutup yutacak olsa, orucu bozulur, bunu kaza etmesi lazım gelir.
111- Renkli bir ip parçasını defalarca ağza alıp çıkarmak orucu bozmaz. Fakat oruçlu olduğunu
hatırlayan bir kimse, ağzına aldığı bir ipin siyah, yeşil, sarı veya kırmızı rengiyle boyanmış olan
tükürüğünü yutacak olsa, orucu bozulur.
112- Dişlerin arasında kalmış bir yiyecek yutulsa bakılır: Eğer az bir şey ise orucu bozmaz, fakat
çok bir şey ise bozar.
Nohut tanesinden ufak olan şey az, nohut tanesi kadar olan şey de çok sayılır. Bu bir ölçüdür.
113- Dişlerin arasında kalan pek az bir şey, mesela bir susam veya bir buğday tanesini yutmak orucu
bozmaz. Fakat böyle bir şey dışarıdan alınıp yutulsa, orucu bozar. Bu halde tercih edilen görüşe göre
keffaret de lazım gelir. Şu kadar var ki, böyle pek az bir şey ağza alınıp çiğnense, oruca zarar vermez.
Çünkü bu ağızda dağılır, birer zerre mesabesinde kalır. Ancak bunun tadı boğaza gidecek olursa, oruç
bozulur.
Nohut miktarından az olup dişler arasında bulunan bir şey ağızdan çıkarılıp daha sonra yenildiği
takdirde orucu bozar. Ancak en sahih görüşe göre bu halde keffaret lazım gelmez. Çünkü böyle bir şeyi
yemek, tabiat gereğine aykırıdır.
114- Bir kay = kusuntu, kendi kendine gelince bakılır. Eğer ağız dolusu olmayıp kendi kendine
içeriye giderse, ittifakla orucu bozmaz. Fakat içeriye iade edilirse, orucu İmam Muhammed’e göre bozar. Çünkü orucu bozan şeylerden sakınmak yok olmuş olur. İmam Ebu Yusuf’a göre bozmaz. Zira
bu az olduğundan, abdesti bozmayacağından orucu da bozmaz.
Fakat bu kusuntu ağız dolusu olup içeriye kendi kendine dönecek olursa, orucu İmam Ebu
Yusuf’a göre bozar. Çünkü bu, abdeste manidir. İmam Muhammed’e göre bozmaz. Zira orucu bozan
şeylerden sakınmak kasden terkedilmiş değildir.
Fakat içeriye kısmen veya tamamen iade olunursa, orucu ittifakla bozar.
115- Bir kusuntu kasden getirilince bakılır: Eğer ağız dolusu ise, orucu ittifakla bozar. Çünkü bu
hal, abdeste ve orucu bozan şeylerden sakınmaya manidir, Bu halde içeriye az-çok bir şey geri gider.
Bu bakımdan orucun kazası lazım gelir. Fakat ağız dolusundan noksan olup içeriye kendi kendine
dönerse, orucu İmam Muhammed’e göre bozar. Çünkü bu orucu bozan şeylerden sakınmaya manidir.
İmam Ebu Yusuf’a göre bozmaz. Zira az olduğundan abdeste mani bulunmaz.
Bu kusuntu, içeriye iade edildiği takdirde ise, hem İmam Muham-med’e hem de İmam Ebu
Yusuf’tan bir rivayete göre orucu bozar. İmam Ebu Yusuf'tan diğer bir rivayete göre ise, bozmaz.
Ağız dolusu kusuntu hakkındaki bu açıklama, kusuntunun yiye-cek, su veya safra olduğuna
göredir. Balgam olduğu takdirde İmam-ı Azam ile İmam Muhammed’e göre orucu asla bozmaz.
116- Yalnız tutmakla, öpmekle, oynamakla oruç bozulmayacağı gibi sadece bakmak ve düşünmek
neticesi olarak meni akmakla da bozulmaz. Bu yüzden bir kimsenin orucu, hanımını sadece öpmesi ile,
okşaması ile bozulmaz.
Yine aynı şekilde hanımının veya başkasının yüzüne veya herhan-gi bir uzvuna birden fazla olsa
bile bakışından veya bunları düşünü-şünden dolayı menisinin şehvetle gelmesiyle de bozulmaz.
117- Mâ dûne’l-ferc, yani iki yoldan başka herhangi bir uzva cinsel ilişki neticesinde meni
gelmezse, oruç bozulmaz. Meni gelirse oruç bozulup yalnız kaza lazım gelir. El ile meniyi getirmek de
bunun gibidir. Hayvana, ölüye cinsel ilişki halinde de bu hüküm geçerlidir.
118- Hanımını elbisesi üstünden tutmakla menisi gelen kimse, ha-nımının cildinin sıcaklığını
hissetmiş ise, orucu bozulur. Hissetmemişse orucu bozulmaz. Yine böylece kadın, kocasının menisi
gelinceye kadar kocasını tutacak olsa, kocasının orucu bozulmaz. Fakat bu tutması, kocasının teklifi
üzerine ise, o halde orucunun bozulup bozulmama-sında ihtilaf vardır.
119- Bir erkek hanımını veya bir kadın kocasını öpüp de, erkekten meni veya kadından bir yaşlık
belirse, orucu bozulmuş, kendisine kaza lazım gelmiş olur. Kadın, bu öpme neticesinde bir yaşlık değil,
bir lez-zet duyacak olsa, orucu İmam Ebu Yusufa göre bozulur, İmam Muham-med’e göre bozulmaz.
Okşamak, el tutuşmak, boyna sarılmak da öpme hükmündedir.
120- Oruçlu olan kimse, istinca (büyük abdest temizliği) halinde nefes alıp vermemelidir ki,
içerisine su geçmesin. Bu taharet hususunda aşırılığa gidilir de su, hukne yerine kadar erişirse, orucu
bozar.
Hukne: Bir ilaçtır, hukne kullanmaya “İhtikân” denir. Hukneye mahsus alete de “Mihkıne”
(şırınga) denilir. Bu şırınganın ucu, aşağı-dan nereye kadar yetişirse oraya varacak derecede yapılacak
bir istinca, orucu bozar. Bununla beraber böyle bir istinca, pek az yapılabilir. Bunun yapılması sıhhate
zararlıdır.
121- İhtikân ve burna akıtılan ilaç, kulağa damlatılan yağ orucu bozar, kazayı icap eder. Fakat
kulağa giren su, orucu bozmayacağı gibi kulağa dökülen su da - tercih edilen görüşe göre - orucu
bozmaz.
Nitekim üzerinde kulak kiri bulunan bir kulak çöpü kulağa defalarca sokulması da orucu bozmaz.
(Şafiilere göre bozar)
122- Erkeğin sidik deliğine damlatılan su veya yağ, sidik torbasına kadar gitse de İmam-ı Azam ile
İmam Muhammed’e göre orucunu bozmaz. Sidik torbasına kadar gitmeyip de sidik deliği içinde kalsa
ittifakla bozmaz. Fakat tenasül aletine damlatılan su veya yağ, orucu bozar. Bu bir hukne mesabesindedir.
İçeriye kadar geçer, bunda ihtilaf yoktur.
123- Su veya yağ ile ıslanmış bir parmağın ön veya arka tarafa so-kulması, hatırda bulunan bir
orucu bozar, unutma halinde ise, bozmaz. Kuru bir parmağın sokulması ise, her iki takdirde de orucu
124- Vücudun gözeneklerinden içeriye sızan şeyler orucu boz-maz. Bundan dolayı vücuda
sürülen bir yağ veya yıkanılıp soğukluğu içeriye sızan bir su, orucu bozmaz.
Yine böylece göze dökülen bir ilaç orucu bozmaz, hatta boğazda hissedilse bile. Göze sürülen bir
sürme de böyledir, hatta eseri ve rengi tükürükte görülse bile. Çünkü bunların böyle içeriye sızması
gözenekler vasıtasıyladır.
125- Oruçlunun kendi işiyle ağzından başka vücudunun herhangi bir kısmından içerisine
tamamen girdirilip kaybolan veya başkası tara-fından girdirilip vücudun menfaatine yarayan herhangi
bir şey orucu bozar. Bu hususta içeriye giden şeye itibar olunur gittiği yola itibar olunmaz. Bu
bakımdan bir kimse tarafından kendi vücudunun herhangi bir uzvundan saplanıp içerisinde tamamen
kaybolan şey, mesela bir odun veya demir parçası, orucunu bozar. Fakat böyle bir şeyin bir tarafı
dışarıda kalmış bulunursa, orucunu bozmaz, kısmen içeriye sokulmuş olan bir süngü, bir odun parçası
gibi.
Yine bu şekilde, içeriye veya dimağa kadar derin bulunan bir ya-raya konulan yaş bir ilaç, içeriye
veya dimağa kadar sızınca, orucu bozar, kazayı icap eder.
Bu mesele; “İmam Serahsi’nin Mebsut isimli kitabında beyan olunduğu üzere” İmam-ı Azam’a
göredir. Bu esasa göre Ramazan-ı şerif’te gündüzün vücuda yapılan iğne de orucu bozup kazayı gerektirir.
Çünkü bu, bir kere oruçlunun kendi rızası ile yapılmaktadır. Sonra da bu, vücudun yararına
elverişli bulunmaktadır. İğne vasıtasıyla vücut-ta bir yol açılıyor, ilaç tam içeriye akıtılmış bulunuyor.
Artık ilacın bu suretle içeriye gitmesi suyun gözeneklerinden içeriye gitmesi gibi sayılmaz.
Bundan dolayı derhal hayati bir tehlike, bir zaruret bulunmayınca iğneleri iftardan sonra yapmak
gerekir. İhtiyatlı olmaya uygun olan da budur.
Hatta bir görüşe göre başkası tarafından sokulup vücudun içinde kaybolan bir demir parçası,
mesela bir ok, demir bile bedenin yararına olmadığı halde yine orucu bozar.
İmameyn’e gelince, bu iki zata göre bir şey, tabii bir yoldan içeriye gitmedikçe oruç bozulmaz.
Çünkü oruç: “Yaratılış itibariyle bir yol, bir kanal olan bir uzuvdan bir şeyi içeriye götürmemek
suretiyle olan kendini tutmaktır”. Biz böyle bir orucu bozucu şeylerden kendi-mizi tutmakla
emrolunmuşuz. Bu hususta ârızi olan yola, bir kanala itibar olunmaz.
Bu yüzden vücudun dışındaki bir yaraya konulan ilaç, içeriye ka-dar gitse de, oruca zarar vermez.
Vücudun cildini yırtarak içeriye gidip kaybolan bir demir, bir kurşun parçası hakkında da hüküm
böyledir. Bu halde iğne ile de orucun bozulmaması lazım gelir. Vakti ile Fetvahâne-i Âli tarafından da
bu şekilde fetva verilmiştir. Fakat her halükarda ihti-yata riayet edilmesi daha iyidir.
126- Baştaki veya karındaki bir yaraya konulup yaranın rutubeti ile ıslanarak dimağa veya içeriye
gitmeyen bir ilaçtan dolayı ittifakla oruç bozulmaz. Fakat böyle bir yaraya konulup dimağa veya içeriye
gidip gitmediğinde şüphe edilen sıvı bir ilaç, İmam-ı Azam'a göre orucu bozar. Çünkü böyle bir ilaç
genellikle içeriye sızar. İmameyn’e göre bununla oruç bozulmaz. Zira böyle şüphe ile oruç
bozulmayacağı gibi, tabii olmayan bir yoldan giden bir ilaç ile de oruç bozulmuş olmaz.

KAZA EDİLMELERİ İCAP EDİP ETMEYEN ORUÇLAR

127- Yolculuk veya hastalık özrü ile Ramazan-ı şerif orucunu tut-mamış olan kimse, daha bunları
kazaya müsait bir vakit bulmadan vefat etse, üzerine ne kaza, ne de fidye lazım gelmez. Şu kadar var ki,
fidye verilmesini vasiyet etse, malının üçte birinden verilmesi icap eder.
Fidye, fakir bir kimsenin sabahlı ve akşamlı bir günlük yiyece-ğidir ki, bir fıtır sadakasına
müsavidir.
128- Yolculuk veya hastalık sebebi ile Ramazan-ı şerif orucunu tutmamış olan kimse, bunu
tamamen veya kısmen kaza edebilecek bir müddet bulmuş olduğu halde kaza etmeden vefat edecek
olsa, -eğer malı var ise- kazası icap eden her gün için bir fidye verilmesini vasiyet etmesi lazım gelir.
Bu fidye, malının üçte birinden fakirlere verilir. Özürsüz yere Ramazan-ı şerif orucunu kasten tutmayan
kimse üzerine de -malı var ise- vefat ettiği takdirde fidye verilmesini vasiyet etmek yapılması gerekli
bir vazife olur. Hatta kaza edecek vakit bulamamış olsa, bile. Çünkü mümkün olan edayı terk etmiştir.
Vasiyet bulunmadığı takdirde fidyeyi varislerinin vermeleri lazım gelmez. İsterlerse kendi mallarından
bir teberru olarak verebilirler. Varisler veya başkaları ölen kişi adına orucu kaza edemezler. Bu gibi
bedeni ibadetlerde vekalet geçerli değildir. Şu kadar var ki, kendileri için tuttukları oruçların sevabını
buna bağışlayabilirler.
(İmam Şafii’ye göre böyle bir kimsenin mirasının tamamından kazaya kalmış oruçlarının fidyesi
verilir. Kendisi vasiyet etmiş olsun olmasın, müsavidir ve böyle bir kimse adına velisi oruç tutabilir.)
129- Tutulamayan oruçlardan dolayı fidye verilmesi, Ramazan-ı şerif orucuyla bunun kazasına ve
adak oruçlarına mahsustur. Yemin ve adam öldürme keffaretleri için lazım gelen oruçları tutmaktan
aciz kalan kimsenin daha hayatta iken fidye vermesi caiz değildir. Fakat bunun için vasiyet etmesi
caizdir.
130- Bozulan herhangi bir nafile orucun kazası lazım gelir. Bu bozulma, oruçlunun gerek kendi
işi ile olsun ve gerek olmasın müsa-vidir. Bundan dolayı nafile oruç tutmaya başlayan bir kadın adet
göre-cek olsa, -en sahih olan görüşe göre- bu orucu kaza etmesi icap eder. Çünkü bir ibadeti yarıda
bırakmamak, üstlenilen bir itaatı, bir kulluk vazifesini iptal etmemek, yapılması gerekli olan bir
vazifedir.
(Şafiiler’e göre böyle bir oruçlu serbesttir. Dilerse bunu kaza eder, dilerse etmez. Çünkü esasen
nafile bir ibadettir, tamamlamadığı nafile bir ibadet kendisine lazım gelmez.)
131- Bir kimse kaza orucuna fecrin doğuşundan sonra niyet etse, bu oruç, kaza adına sahih
olmayıp bir nafile olmuş olur.
Bu yüzden bunu bozacak olsa, ayrıca kazası lazım gelir.
132- Ramazan-ı şerif’in evvelinden sonuna kadar baygın bir hal-de bulunmuş olan kimse, daha
sonra kendine gelince kaza ile mükellef olur, bunda icma’ vardır. Çünkü bayılma hali bir hastalıktır.
Bununla beraber böyle bir halin bu kadar uzaması nadirdir. Nadir olan şeylerdeki meşakkat-zorluk ise,
ruhsat (kolaylık)a sebep olamaz.
133- Bir deli, Ramazan-ı şerif içinde iyileşse, geçmiş günleri kaza eder. Fakat bir kimsenin
deliliği, Ramazan-ı şerif’in evvelinden sonuna veya son gününün zevali (öğle vakti)n den sonraya kadar
devam etse, daha sonra iyileşmekle kendisine kaza lazım gelmez. Çünkü bunda meşakkat-zorluk vardır.
Sahih olan da bu görüştür.
Böyle bir deli Ramazan-ı şerif gecelerinden birinde kendine gelip iyileşip de, sonra fecirden
itibaren yine deli olsa, üzerine kaza lazım gelmez.
Bir delinin iyileşmesi, kendisindeki deliliğin tamamen yok olma-sıyla tahakkuk eder.
(Malikiler’e göre delilik de bayılma gibidir. Bundan dolayı kazası lazım gelir.)
134- Kazaya kalmış orucu bulunan kimse, bunu kaza etmeden tekrar Ramazan-ı şerif’e yetişince,
bu Ramazan orucunu kazadan önce tutar. Çünkü kaza için zaman müsaittir.
(Şafiiler’e göre bir Ramazana mahsus kaza orucunu diğer Rama-zan gelmeden tutmak lazımdır.
Tutulmadan ikinci bir Ramazan-ı şerif gelince hem kaza, hem de her gün için bir fidye lazım gelir.
Çünkü kaza vaktinden çıkarılmıştır. Kazayı vaktinden sonraya bırakma ise, edayı tehir etmek gibidir.)
Hanefilerce kaza böyle bir vakitle sınırlandırılmamıştır. Bu husustaki ayeti celile genel anlamdadır.
135- Bir gayri müslim, Ramazan-ı şerif içinde müslüman olduğu halde geri kalan günlerde oruç
tutmayacak olsa, bakılır: Eğer dar-ı harp-te hidayete erip müslüman olmuş ve Ramazan-ı şerif çıkıncaya
kadar orucun farz olduğunu bilmemiş ise, mazur sayılır, hidayete erip müslü-man olmasından sonraki
Ramazan günlerini kaza etmesi lazım gelmez. Fakat islam yurdunda hidayete erip müslüman olmuş ise
her halükarda kaza etmesi lazım gelir. Çünkü islam diyarında bu gibi cehalet bir özür sayılmaz.
136- Çocuklara göre oruç, namaz gibidir. Bundan dolayı on yaşın-da bulunan bir çocuğa oruç
tutması emir olunur, tutmazsa hafifçe dövü-lebilir. Bununla beraber tutmazsa, kazası lâzım gelmez. Bir
de çocuğun oruca gücü yetmelidir. Oruçtan zarar görecek bir çocuğa “oruç tut” diye emir olunmaz.

KEFFARETİ İCAP EDİP ETMEYEN ORUÇLAR

137- Ramazan-ı şerif orucundan başka hiçbir orucun bozulmasın-dan dolayı keffaret, yani bir
ceza, elden kaçırılanın bir telafisi olarak iki ay oruç tutmak lazım gelmez. Çünkü bu keffaretin vacip
olması hakkındaki Kur’an-ı Kerim’in açık beyanı,1 yalnız eda edilen bir Ramazan orucunu bozmaya
mahsustur.
138- Ramazan-ı şerif orucunun bozulmasından dolayı keffaretin lazım gelmesi için, hem şeklen
hem de manen oruç bozmak vuku bulmalıdır. Bu da adeten gıdalanmak, tedavi veya lezzetlenmek kastı
ile yiyilip içilen şeylerden birini isteğiyle kasten yutmakla veya diri bir insana ön veya arka tarafından
isteyerek kasten cinsel ilişkide bulun-makla meydana gelir, hatta menisi gelmese bile.
Bundan dolayı gıda sayılmayan, bedenin yararına olmayan tabiatı ile murdar olup kendisinden
nefret edilen bir şeyin isteyerek kasten yiyilip içilmesinden veya bir ilacın ağızdan başka bir taraftan
içeriye akıtılmasından dolayı keffaret lazım gelmez.
Yine böylece, diri bir insana başka bir taraftan veya ölü bir insa-na veya ölü veya diri bir hayvana
herhangi bir tarafından isteyerek cin-sel ilişkide bulunup menisi gelen cinsel temaslar da bu
hükümdedir. Yalnız kazayı icap eder. Ve bu gibi gayri meşru cinsel ilişkiler ayrıca ilahi azaba sebep
olur.
(Şafiilerce ölü veya hayvan hakkındaki cinsel ilişki, keffareti gerektirir. Çünkü bu halde oruca mani
olan bir cinsel ilişki bulunmuş olur.)
139- Keffaret, oruç tutmamanın değil, orucu bozmanın bir cezasıdır.
Bu sebeple bir kimse Ramazan-ı şerif’de oruca asla niyet etmediği gibi, hiç orucu bozucu bir şey
yapmadan durmuş bulunsa, üzerine yalnız kaza lazım gelir.
Fakat İmam Züfer’e göre oruç için sadece orucu bozucu şeylerden sakınmak kafidir. Bundan
dolayı niyet bulunmasa da, yalnız orucu bozucu şeylerden sakınmak ile oruç tutulmuş olur. Artık ne
kaza, ne de yalnız keffaret lazım gelir. Bu halde kasten vuku bulacak bir oruç bozma, hem kazayı hem
de keffareti icap eder.
Yine böylece, oruca asla niyet edilmediği halde gündüzün kasten oruç bozulsa yalnız kaza lazım
gelir, bu cüretten dolayı ayrıca mesu-liyet yüz gösterir, tevbe edip istiğfar etmesi icab eder. Fakat
keffaret lazım gelmez.2
Yine aynı şekilde, geceleyin niyet edilmeyip sabahleyin zevalden, yani nehar-i şer’i (fecri
sadıktan güneşin batışına kadar olan süre)nin yarısından evvel oruca niyet edilip de, daha sonra kasten
oruç bozulacak olsa, yine yalnız kaza lazım gelir, keffaret icap etmez.
Bu, İmam-ı Azam’a göredir. İmameyne göre niyet bulunmaksızın orucu bozucu şeylerden sakınsa
veya ba’dezzeval (öğleden sonra) oruç bozulsa, kaza lazım gelip keffaret icap etmezse de, kablezzeval
(öğle-den önce) oruç bozulsa hem kaza, hem de keffaret lazım gelir. Çünkü zeval (öğle)den evvel oruca
niyet edilmesi mümkündür.
(İmam Malike göre dinen geçerli bir mazereti olmadığı halde oruç bozan her mükellef üzerine
keffaret lazım gelir.
İmam Şafii’ye göre yalnız cinsel ilişkiden dolayı keffaret icab eder ve cinsel ilişki tekrarlanınca
keffaret de tekrarlanır. Çünkü keffa-retlerde ibadet manası daha çok bulunmaktadır. İbadetlerde ise iki
ya da daha fazla şeyin iç içe girmesi meydana gelmez.)
140- Ramazan-ı şerifte oruca niyet etmiş bir kimse için isteyerek, kasten yiyilmesi veya içilmesi
keffareti icabeden şeylerden bir kısmı şunlardır: Ekmek, yiyecek, yağ, peynir, buğday, kavrulmuş arpa,
yağ ile yoğrulmuş darı otu, pişmiş veya çiğ et, su, kar, dolu, sebze suları, kar-puz, kavun, yaş ve kuru
meyveler, yaş olup temiz bulunan karpuz kabuğu, üzüm tanesi, taze küçük üzüm yaprağı, yiyilen diğer
yapraklar, bitkiler, safran, misk, kafuru, herhangi bir ilaç, yiyilmesi alışılmış olan çamur, kilermeni,

1 Not: Ramazan orucu ile alakalı keffaret sahih hadis-i şeriflerle sabittir. Bu konuda bir ayet-i kerime bulunmamaktadır.
Kur’an-ı Kerim’deki keffaret ile alakalı ayet-i kerimeler katl (Bak. Nisa suresi: 92), zıhar (Bak. Mücadele suresi: 2-4) ve yemin
(Bak. Maide suresi: 89) keffaretini açıklamaktadır.
2 Not: Çünkü keffaret, böyle lâkayd kalmanın günahını karşılayamamaktadır. Tıpkı kasten adam öldürmede ve yalan yere
yapılan yeminde keffaret olmadığı gibi.

gebenin canı isteyip yiyeceği çamur, bütün içecekler: Tütün, nargile, enfiye, emilen bir şekerin boğaza
giden tadı.
Bunlarda yiyilip içilmek itibarıyla şeklen oruç bozucu olduğu gibi, bedenin yararına olmaları
veya kendilerinden lezzet alınması iti-barı ile de manen oruç bozma vardır.
141- Kasten yutulacak bir taş, bir demir, bir kurşun, bir çekirdek, kuru kabuklu bir fındık veya
badem orucu bozar, kazayı icab ederse, de keffareti icap etmez. Çünkü bunlarda şeklen bir oruç bozma
var ise de, yiyilmeleri alışılmış olmadığından manen oruç bozma yoktur.
Yine böylece yutulan bir kağıt, bir pamuk, yiyilmesi alışılmış olmayan bir çamur, bir toprak, kuru
bir ot, bir saman parçası, yetişme-miş ayva tanesi, kuru veya yaş kabuklu ceviz tanesi, kabuklu
yumurta, kazayı gerektirirse de keffareti gerektirmez. Çünkü bunlar ile genel olarak gıdalanma veya
tedavi kast edilmez. Kuru fıstık ise, içerisi olduğu halde çiğnenir ise, keffareti icap eder, çiğnemeden
yutulursa, keffareti icap etmez. Hatta başı yarılmış bulunsa bile.
142- Kuru pirinç, kuru darı, mercimek, fiğ de keffareti gerektirici değildir. Çünkü bunlar ile bu
halde gıdalanma alışılmış değildir.
Buruna kaçan su veya akıtılan ilaç da böyledir. Zira bunlarda isteyerek yutmak suretiyle oruç
bozma yoktur, sadece bir menfaat ise, yalnız kazayı gerektirir.
143- Başkasının tükürüğünü veya başkasının ağzından çıkarılmış lokmasını veya kendisinin
ağzından çıkarılıp biraz dışarıda kalmış olan lokmasını alıp yutmak da yalnız kazayı icap eder.
Keffareti icap etmez. Çünkü bunlardan (insan) tabiatı nefret eder. Zahir-i rivayete göre kan da böyledir.
Fakat dostun tükürüğünü alıp yutmak, Ramazan-ı şerif orucu dikkate alınarak keffareti gerektirir. Zira
bununla lezzetlenilir. Afyon gibi sarhoşluk veren kuru otlar da bu kısımdandır.
Özetle, keffaret engel olmak içindir, engel olmak ise, yiyilip içilmesi alışılmış kendisine tabiat
itibari ile meyledilen şeylerden dolayı tatbik edilir. (İnsan) tabiatının kendisinden tiksineceği şeylerden
ise, insanlar zaten kaçınacakları için bunlardan dolayı engelleyici tedbirler almaya ihtiyaç yoktur.
144- Yiyilmesi alışılmış olan bir şeyin Ramazan-ı şerifte unutarak ağzına atan kimse, oruçlu
olduğunu hatırlayınca hemen ağzından çıkarıp atması lazımdır. Bu halde çıkarmayıp da yutarsa, üzerine
keffa-ret lazım gelir. Fakat ağzından çıkarır da soğuduktan sonra yutacak olursa, yalnız kaza icab eder.
Çünkü böyle bir şey, insan tabiatı itiba-rıyla iğrençtir.
145- Bir kimse fecir doğmuş olduğu halde henüz doğmadı zannı ile sahur yapsa veya güneş
batmamış olduğu halde battı zannı ile iftar etse, üzerine kaza lazım gelir, keffaret lazım gelmez. Çünkü
kasten iftar etmiş değildir.
146- Bir kimse Ramazan-ı şerif’te hanımına hitaben: “Bak fecir doğmuş mu doğmamış mı?”
demekle, kadın baktıktan sonra gelip: “Henüz doğmamış” olduğunu haber vermekle, o kimse oruca
aykırı bir harekette bulunup da, fecrin doğmuş olduğu daha sonra anlaşılsa, ken-disine yalnız kaza
lazım gelir, keffaret lazım gelmez. Fakat kadın fecrin doğuşunu bilerek böyle bir hareket de bulunmuş
ise, kendisine keffaret de lazım gelir.
147- İki kimse güneşin battığına, iki kimse de henüz batmamış olduğuna şahitlik ettiği halde iftar
edilecek olsa da, güneşin batmamış olduğu daha sonra anlaşılırsa, bundan dolayı ittifakla yalnız kaza
lazım gelir, keffaret lazım gelmez.
148- İnsanların haklarında olduğu gibi oruç hususunda da ispat etmeye şahitlik etmek muteber,
olmadığına dair şahitlik etmek muteber değildir. Bundan dolayı iki kimse fecrin doğduğuna, iki kimse
de doğ-madığına şahitlik ettiği halde Ramazan orucunu tutacak kimse yemek yiyip de fecrin doğmuş
olduğu daha sonra ortaya çıksa, üzerine hem kaza, hem de keffaret lazım gelir. Bunda ittifak vardır. Bu
hususta doğmadığına dair şahitlik ispat hususundaki şahitliğe karşı çıkamaz.
Fakat bu hadisede böyle şahitlik edenler birer kimse olsa, yalnız kaza lazım gelir, keffaret lazım
gelmez. Çünkü fecrin doğuşu hakkında bir kimsenin şahitliği tam bir delil değildir.
149- Unutarak bir şey yiyen veya fecir doğmuş iken henüz doğmadı zannı ile veya uyku halinde
oruca aykırı harekette bulunan kimse, artık orucunun bozulmuş olduğunu sanarak tekrar kasten orucunu
bozsa, üzerine keffaret lazım gelmez. Orucunun bu unutma ile bozulmayacağını bildiği halde iftar
etse, İmam-ı A’zam’a göre yine keffaret icap etmez. Sahih olan da budur. Çünkü bu hal orucun bozulması şüphesinden, karışıklıktan uzak değildir.
150- Kendisine kusuntu bastıran veya mazmaza ederken bir hata neticesi olarak boğazına su
kaçan veya bir kadının güzelliğine bakan kimse, bununla orucun bozulduğunu sanarak Ramazanda
kasten orucu-nu bozacak olsa, üzerine keffaret lazım gelmez. Fakat bununla orucun bozulmayacağını
bildiği halde orucunu bozsa, keffaret de lazım gelir. Çünkü bu hususta hiçbir şüpheye yer yoktur.
151- Bir kimse Ramazan-ı şerifte gündüzün misvak kullansa veya birisini gıybet etse de, bu
yüzden orucunun bozulduğunu zannederek kasten oruç bozacak olsa, üzerine keffaret lazım gelir.
152- Ramazan günü ihtilam (hamamcı) olan kimse orucunu bozsa bakılır. Eğer bu ihtilam ile
orucunun bozulmuş olduğunu zannetmiş ise, üzerine keffaret lazım gelmez. Fakat bununla orucunun
bozulmayaca-ğını biliyorsa, keffaret lazım gelir.
153- Ramazan-ı şerif’te oruçlu olduğunu unutarak cinsel ilişkide bulunan kimse oruçlu olduğunu
hatırlar hatırlamaz kendini geri alsa, orucu bozulmuş olmaz. Hatta sonradan menisi gelse bile. Bu bir
ihtilam gibi olmuş olur. Fakat hiç hareket etmeksizin meni gelene kadar dura-cak olsa, kendisine yalnız
kaza lazım gelir. Nefsini tahrik ettiği takdirde ise, keffaret icap eder. Çünkü bu takdirde yasaklanmış bir
iş tam yapıl-mış olur. Nitekim kendisini geri alıp tekrar cinsel ilişkiye başlaması takdirinde de hüküm
böyledir.
Böyle bir cinsel ilişkinin ikinci fecir zamanına rastlaması halinde de bu hüküm geçerlidir.
154- Bir kadın oruca niyet ettikten sonra uyuduğu veya geçici olarak cinnet geçirdiği halde
kendisine kocası cinsel ilişkide bulunsa, orucu bozulmuş olur, üzerine yalnız kaza lazım gelir, keffaret
lazım gelmez.
155- Ramazan günü nefsini bir çocuğa veya bir deliye teslim edip cinsel ilişkide bulunan oruçlu
bir kadın hakkında ittifakla keffaret lazım gelir.
156- Ramazan günü cebren, yani “İkrah-ı mülci”ye bağlı vuku bulan cinsel ilişki korkutulup
zorlanan hakkında yalnız kazayı icap eder, keffareti icap etmez.
“İkrah-ı mülci”: Öldürmek veya bir organı kesmek veya bunlardan birine sebebiyet verecek
derecede şiddetli dövmek ile yapılan zor kullanma ve tehdittir. Yalnız gam ve elem verecek derecede
olan dövmek veyahut yalnız hapsetmek de gayri mülci olan bir ikrahtır ki, bundan dolayı orucu bozmak
keffareti düşürmez.
157- Bir yolcu, Ramazan günü zeval (öğle)den evvel beldesine dönmekle bir şey yememiş olduğu
halde oruca niyet edip daha sonra kasten orucunu bozacak olsa, üzerine keffaret lazım gelmez.
Zevalden evvel iyileşip oruca niyet etmiş iken sonra orucunu bozan bir deli hakkında da hüküm
böyledir.
158- Orucunu bozan kimseye o gün oruç tutmamasını mübah kılacak bir hal başına gelse,
kendisinden keffaret düşer.
Mesela sıhhatte bulunan bir kimse Ramazan-ı şerif’te oruca niyet etmiş iken gündüzün orucunu
bozsa da aynı günde bayılsa veya adet görmeye başlasa, yahut oruç tutamayacak bir halde hastalansa
üzerine yalnız kaza lazım gelir, keffaret lazım gelmez. En sahih olan görüş budur. Bunlar insanın elinde
olmayan dinen geçerli birer mazerettir.
Fakat böyle bir kimse, kendisini yaralayıp da oruç tutamaz bir hale gelse -sahih olan görüşe görekeffaret düşmez. Çünkü bu hale kendisi sebebiyet vermiştir.
Yine böylece orucu açtıktan sonra isteyerek veya istemeyerek sefere çıksa, yine keffaret düşmez.
Zira yolculuk kişinin elinde olmayan bir özür değildir.
Sefere çıktıktan sonra orucu bozmak ise, yalnız kazayı gerektirir. Zira o gün esasen oruç tutmakla
mükellef bulunmamıştır.
159- Ramazan-ı şerifte oruçlu olarak yolculuğa başlamış bir kim-se, unutmuş olduğu bir şeyi
almak için ailesi arasına dönüp de hanesin-de bir şey yedikten sonra tekrar yola çıksa üzerine keffaret
lazım gelir. Çünkü aile yanına dönmekle yolculuktan çıkmış, yemek yediği esnada mukim bulunmuş
sayılır. Fakat beldenin evlerini geçtikten sonra bir şey yiyip de daha sonra beldesine dönüp yine bir şey yiyecek olsa, üzerine keffaret lazım gelmez. Hatta böyle yedikten sonra yolculuktan büsbütün vazgeçse bile. Çünkü bu yemesi, bir ruhsat haline rastlamıştır.
(Zahiriye mezhebine göre yolculuk halinde oruç tutmak ayeti kerime - hadis-i şerif’e muhalif
olacağından esasen caiz değildir. Diğer mezheplere göre yolcu, serbesttir, dilerse orucunu tutar, dilerse
tutmaz, daha sonra kaza eder. Hatta kendisine zarar vermezse, orucunu tutması bizce menduptur.)

ORUÇ TUTMAMAYI MÜBAH KILAN ÖZÜRLER

160- Aşağıdaki on türlü sebepten dolayı oruç tutmamak veya tutulmuş bir orucu açmak mübahtır.
1. Müsaferet (yolculuk). Şöyle ki; Ramazan-ı şerifte en az üç günlük, yani on sekiz saatlik bir yere
gidecek kimse, geceden oruca niyet etmeyebilir. Bu yüzden o gün yola çıkınca, oruçlu bulunmamış olur.
Fakat bir kimse, oruç tuttuktan sonra gündüzün sefere çıksa, bu yolculuk o ilk gün için bir özür sayılmaz, orucuna devam etmesi lazım gelir. Şu kadar var ki, o gün yola çıkar da daha sonra orucunu açarsa, kendisine keffaret lazım gelmez, yine yalnız kaza icap eder
2. Hastalık. Şöyle ki; bir hasta, kendisinin ölümünden veya aklının gitmesinden veya hastalığının
artmasından veya uzamasından korkacak olursa, oruç tutmayabilir veya tutmuş olduğu orucu açabilir.
Daha sonra iyi olunca, yalnız kaza ile mükellef olur. Artmasından korkulan göz ağrısı da böyledir. Çünkü bu da bir hastalıktır.
Bununla beraber bu hususta sadece hayali bir korku kâfi değildir. Ya hastanın tecrübesinden veya
görülen alametlerden dolayı kendisince kuvvetli bir zan bulunmalıdır.Yahut fasıklığı açıkça belli olmayan bir müslüman doktor tarafından haber verilmelidir.
Oruç tuttuğu takdirde hasta olacağından bu şekilde korkan, yani hasta olacağı, delilden
kaynaklanan kuvvetli bir zanna veya müslüman bir doktorun haberine dayalı bulunan sıhhatli bir
kimse de hasta hükmündedir.
Aynı şekilde ağır sıtma nöbetine tutulan kimse, henüz sıtma beli-rip ortaya çıkmadan orucunu
bozacak olsa, bunda bir sakınca yoktur. Fakat gün aşırı sıtmaya tutulan kimse, alışılmış gününde
sıtmanın dönmesiyle kendisini zayıf düşüreceğini düşünerek orucunu bozduğu halde sıtma meydana
gelmese, kendisine keffaret de lazım gelir.
3. Düşman ile cihad. Şöyle ki; Ramazan-ı şerifte düşman ile savaşta bulunacak bir islam
mücahidi, düşman karşısında zayıf düşece-ğinden korkarsa, oruç tutmayabilir. Hatta daha sonra savaş
vuku bulma-sa da kendisine kazadan başka bir şey lazım gelmez.
4. İkrah hali. Şöyle ki; ölüme veya bir organın yok olmasına sebep olacak surette yapılan bir zor
kullanma ve tehditten dolayı oruç açılabilir, bu caizdir. Bununla beraber seferî veya hasta olmayan bir
kimse, böyle bir zorlama ve tehdide rağmen Ramazan-ı şerif orucunu açmaz da zulmen öldürülecek
olursa, günahkar olmaz. Bilakis büyük bir sevap kazanmış, dinindeki dayanıklılığını göstermiş olur.
Fakat mi-safir veya hasta olan kimse, bu zorlamaya rağmen orucunu açmaz da öldürülecek olursa,
günaha girmiş olur. Çünkü bunlar için zaten oruç-larını açmak için şer'an ruhsat vardır. Bu ruhsattan da
zor kullanma-tehdit halinde istifade etmemeleri doğru olmaz.
5. Şiddetli açlık veya susuzluk. Şöyle ki; oruçlu bir kimse, aç-lıktan veya susuzluktan dolayı
öleceğinden veya aklına eksiklik geleceğinden bir tecrübeye veya alamete veya müslüman bir doktorun
haberine dayanarak korkarsa, orucunu daha sonra kaza etmek üzere açabilir.
6. Gebelik, süt analık. Şöyle ki; Ramazan-ı şerifte gebe bulunan veya kendisinin veya başkasının
çocuğuna süt veren bir kadın, kendisi veya çocuk hakkında bir zarar gelmesinden korkarsa, orucunu
açabilir, daha sonra kaza eder. Şu kadar var ki, süt analığı kesinleşmiş bulunma-lıdır. Yani çocuğa
kendisinden başka süt veren bulunmamalı veya bu-lunduğu halde memesini çocuk emmemelidir.
7. Hayız ve nifas hali. Şöyle ki; bir kadın, Ramazan-ı şerifte gündüzün adet görmeğe başlasa veya
çocuk doğursa, orucu bozulmuş olur. Artık adet günlerinde ve lohusa bulundukça oruç tutması caiz olmaz.
Fakat bir kadın, adet günü sanarak orucunu bozduğu halde o gün adet görmese, kendisine keffaret de
1azım gelir. En açık olan görüş budur.
Ramazan-ı şerifte adet gören bir kadın, geceleyin temizlenecek, yani adeti kesilecek olsa, bakılır:
Eğer adet günleri tam on gün ise, ertesi günü Ramazan orucuna başlar. Fakat on günden az ise, adeti kesildikten sonra imsak vaktine kadar yıkanmasına yeterli, cüz’i bir mik-tarda fazla bir vakit bulunursa
yine oruca başlar. Bu kadar bir vakit bu-lunmazsa, mesela yıkanmasını müteakip hemen imsak zamanı
olursa, o gün oruca başlamaz. Çünkü böyle on günden noksan adet görenler hak-kında yıkanma
müddeti de adet vaktinden sayılır.
8. Ziyafet. Şöyle ki; ziyafet vermek veya ziyafete davet olun-mak, nafile oruçları açmak
hususunda bir özür sayılabilir. Bundan dola-yı daha sonra kaza edeceğine emin olan kimse, vereceği
veya çağırıldığı bir ziyafetten dolayı nafile olarak tutmuş olduğu orucunu bozabilir. Çünkü orucuna
devam ettiği takdirde bir müslüman kardeşini gücendir-mesi düşünülebilir.
Bir görüşe göre nafile oruç, ziyafet için zeval (öğle)den evvel açılabilirse de zevalden sonra artık
açılamaz. Ancak bu orucun açılma-ması, ananın veya babanın hukukuna riayetsizliğe sebep olursa, o
za-man yine açılabilir.
Ziyafet, ne farz ve ne de vacip oruçlar hakkında bir özür değildir.
9. Talaka yemin. Şöyle ki; nafile veya kaza orucuna başlamış olan bir kimseye orucunu açması
için bir şahıs, kendi hanımının boş olmasına yemin etse, yani orucunu açmazsa, karısının boş olacağını
söylese, bu kimse için o şahsı bir zarardan, bir eziyetten kurtarmak maksadı ile orucunu açmak mendup
bulunmuş olur.
Bazı alimlere göre daha kaba kuşluk zamanı olmamış ise, bu, menduptur ve aksi takdirde mendup
değildir. Ancak böyle yemin eden, o kimsenin babası bulunmuş olursa, o zaman menduptur.
10. Yaş büyüklüğü. Şöyle ki; oruç, tutmaya gücü yetmeyen, kendisine: “Şeyh-i fani” denilen pek
yaşlı bir kimse, oruç tutmayabilir.
Şeyh-i fani, o ihtiyar kimsedir ki, ölünceye kadar vücuduna eksiklik gelmekte olup tekrar kuvvet
bulmadan vefat eder. Böyle bir kimse için, her Ramazan gününün orucuna bedel olarak bir fidye
vermek icap eder.
Bu fidye, Ramazan-ı şerif’in evvelinde verilebileceği gibi sonra da verilebilir. Bunda fakirlerin
birden fazla olması şart değildir. Bu sebeple otuz günün fidyesi, birden fazla fakirlere verilebileceği
gibi bir fakire de bir defada verilebilir. Hatta İmam Ebu Yusuf’a göre bir günün fidyesi de bir kaç
fakire dağıtılabilir.
Fidyede böyle fakire mülk yapmak caiz olduğu gibi, mübah kılmak da caizdir. Şöyle ki her günün
orucuna bedel bir fakire sabah ve akşam doyacak kadar yemek yedirilmesi de yeterli olur.
161- Kendi hayatında lazım gelen fidyeleri vermemiş olan kimse -malı var ise- bunların
verilmesini vasiyette bulunması icap eder. Vasiyet edilen veya başkası tarafından teberru edilerek
verilen bir mik-tar, ölünün zimmetinde kalmış olan farz ve vacip oruçların fidyelerine yetişmediği
takdirde “devr” yapılır. Buna “ıskat-ı savm” denilir. Na-maz kitabı, madde: 476 ve devamındaki
“ıskat-ı salat”a da müracaat!
162- Kendisini şeyh-i fani sanıp fidye vermiş olan kimse, daha sonra oruç tutmaya gücü yetse,
fidyenin hükmü kalmaz. Oruç tutması, geçmiş günleri kaza etmesi lazım gelir.
163- Yolcu, hasta, hayızlı, lohusa için kendilerini oruçlu gibi gös-termek icap etmez. Yolcu ile
hasta, açıkça yiyebilirler. Ancak kendile-rini misafir veya hasta tanımayan topluma karşı aşikâre yiyip
içmeleri mahzurdan uzak değildir. Töhmetten korunmak ve oruçlu bulunan din kardeşlerine karşı
saygı göstermek lazımdır. Hayızlı ile lohusa için de gizlice yiyip içmek adaba daha uygundur.
164- Oruç tutması icap etmeyen bir kimse, oruç tutmasını gerekti-rici olan bir hale, Ramazan-ı
şerif günlerinden biri esnasında sahip olsa, o günün geri kalan kısmını orucu bozucu şeylerden
sakınmak ile geçirmelidir.
Mesela imsak vaktinden sonra temizlenen hayızlı veya lohusa bir kadın, artık o günün akşamına
kadar orucu bozucu şeylerden sakınmalıdır.
Yine böylece bir yolcu, oruçlu olarak sabahlayıp da daha sonra beldesine dönse veya başka bir
beldeye girip ikamet etse, veya oruçlu olmadığı halde imsak vaktinden sonra ikametgâhına dönse, artık
o günün akşamına kadar orucu bozucu şeylerden sakınmalıdır. Orucunu açması mekruhtur.
Aynı şekilde imsak vaktinden sonra sıhhat bulan hasta, iyileşen deli, bülûğ çağına eren çocuk,
müslüman olan şahıs ve her ne sebeple orucu bozulan kimse için gerektir ki, o günün geri kalan
saatlerinde oruçlu gibi bulunsun. Dînî terbiye bunu emretmektedir, hatta böyle bir vaziyette bulunmak, sahih olan görüşe göre vaciptir. Diğer bir görüşe göre de müstehaptır.
Bülûğ çağına eren çocuk ile müslüman olan şahsa o günün oru-cunu ayrıca kaza etmek icap
etmez. Çünkü bunlar imsak anında mükel-lef bulunmamışlardır. Diğerlerine ise, kaza etmek icap eder.
165- Bir yolcu için meşakkatli olmayacak ise, Ramazan-ı şerif orucunu tutması daha faziletlidir.
Fakat meşakkatli olacak ise, veya arkadaşları oruçsuz bulunup, yiyecekleri aralarında müşterek
bulunmuş ise, oruç tutmaması daha faziletlidir.
166- Nafakasını kazanmaya muhtaç olan bir işçi, bir sanat sahibi, bu iş ile uğraştığı takdirde
orucunu bozmasını mübah kılacak bir has-talığa uğrayacağını bilecek olsa da, daha hasta olmadan oruç
tutmaması helal olmaz.

KEFFARETİN MÂHİYYETİ VE NEVİLERİ

167- Keffaret, lûgatta mahvetmek ve gidermek manasındadır. ALLAH Teâlâ Hazretleri bazı
kusurları, günahları, bir takım vesilelerle affettiği ve örttüğü için bu vesilelerden her birine: “Kefaret”
denil-miştir. Çoğulu “Keffarat”dır. Nitekim günahları affetmeye de “Tekfir-i zünûb” denilir.
168- Keffaretler: Keffareti savm, keffareti zihar, keffareti halk, keffareti katil, keffareti yemin
adıyla başlıca beş nevidir. Bu keffaretler, yasak olan şeyleri yapmaktan insanları men etmeye ve
alıkoymaya hizmet eder, yapılan bir günaha bir ceza mahiyetinde bulunur. Aynı za-manda bir ibadet
mahiyetinde de bulunduğundan günahların bağışlan-masına vesile olur. Bunları sırası ile yazıyoruz.


KEFFARET-İ SAVM (ORUÇ KEFFARETİ)

169- Kefaret-i Savm, Ramazan-ı şerifte bir özrü bulunmaksızın muayyen şartlar dahilinde
orucunu bozan bir mükellefin müslüman veya gayrimüslim bir köle veya cariye azat etmesinden, buna
gücü yetmiyorsa iki ay aralıksız oruç tutmasından, buna da gücü yetmiyorsa altmış fakire yemek
yedirmesinden ibarettir.
Keffaret-i savm, böyle mübah kılmak sureti ile olabileceği gibi, fakire mülk yapmak sureti ile de
olabilir.
(Keffaret-i savm hususunda bu tertibe riayet Hanefilerce ve Şafiilerce lazımdır. Malikiler’e göre
lazım değildir, mükellef muhayyer-dir. Bunu dilerse azat sureti ile ve dilerse oruç ile veya yemek yedirmekle
yapabilir.)
170- Aç, bülûğ çağına ermiş veya bülûğa yaklaşmış altmış fakire sabahlı ve akşamlı doyacakları
kadar yemek yedirmek bir mübah kılma-dır. Bu yedirilecek yemeğin yalnız buğday ekmeği de olması
kafidir, mutlaka katığa ihtiyaç1 yoktur. Fakat katıksız arpa ekmeği kafi değildir.
171- Şayet yüzyirmi fakire, yalnız bir vakit yemek yedirilecek olsa, bu ancak altmış fakire
yedirilmiş gibi sayılır. Bunlardan altmış fakire tekrar sabahleyin veya akşamleyin yemek yedirmek
lazım gelir. Böyle altmış fakire bir defa yemek yedirildikten sonra bunlar çekip gitseler, hazır
bulunmaları beklenmelidir veya tekrar altmış fakire sabahlı-akşamlı yemek verilmelidir.
172- Keffaret-i savm’ın, fakire mülk yapmak sureti ile yapılması-na gelince altmış fakirden her
birine yarım sâ’, yani beşyüzyirmi dir-hem buğday veya bir sâ’, yani binkırk dirhem arpa veya hurma
veya kuru üzüm verilmesinden ibarettir ki, bu tam bir fıtır sadakası miktarıdır. Bunların kıymetlerini
vermek de caizdir.
173- Keffaret-i savm’da bir fakire altmış gün sabah ve akşam veya yüzyirmi sabah veya akşam
yemek yedirmek de kafidir.
Aynı şekilde bir fakire iki ayda her gün ya fıtır sadakasında veri-len malın bizzat kendisini veya
değerinden birerden altmış fıtır sadakası verilmesi de yeterli olur. Fakat bir fakire bir günde birden veya altmış defada verilecek altmış fitre miktarı, yalnız bir günlük fitre miktarı yerine sahih olur.
174- Keffaret-i savm sadakasının, salih amel sahibi olan fakirlere verilmesi daha faziletlidir.

1 Not: Bu hüküm örf ve adet üzere buğdaydan yapılan ekmeğe göre değişir. Mesela susamlı ve yumurtalı yapılmış bir ramazan pidesinin yanında elbette katığa gerek yoktur.

İmam Ebu Yusuf’a göre bu, gayrimüslim fakirlere verilemez. Fetva da bu şekildedir.
175- Keffaret-i savm, oruç tutmak sureti ile olunca, bunda ardı ar-dına olması şarttır. Bundan
dolayı bu oruca başlamış olan kimse, peş peşe iki ay oruç tutar. Şayet daha iki ay tamam olmadan ya
özürsüz yere veya yolculuk ve hastalık gibi bir özür sebebi ile bu oruca bir gün ara verecek olsa bile, bu
keffaret orucuna yeniden başlaması lazım gelir. Bundan kadınların lohusa halleri değilse de, adet halleri
müstesnadır. Bundan dolayı vuku bulacak ara verme, keffaretin devamına mani olmaz. Çünkü bu
halden kurtulmak müşküldür.
Ramazan-ı şerif orucunun veya muayyen bayram günlerinin araya girmesi de keffaretin ardı
ardına olmasına manidir.
176- Keffaret hususunda mükeffirin; yani üzerine keffaret lazım gelen şahsın keffaret
zamanındaki haline itibar olunur.
Bundan dolayı bir mükeffir, keffaretin lüzumu zamanında zengin iken keffareti yerine getireceği
zaman fakir düşmüş bulunsa, keffaretini oruç ile yapar. Fakat daha orucunu bitirmeden tekrar zengin
olup köle azad etmeye gücü yetse, bir köle veya cariye azad etmek suretiyle keffarette bulunması icap
eder.
177- Keffaret orucuna kameri aylardan birinin ilk gününde başla-nırsa, kameri ayların ilk
günlerine itibar olunur, tam iki ayın oruçlu geçmesi ile keffaret de tamam olmuş olur. Fakat ayın ilk
gününde başlanılmazsa, ilk ay, üçüncü aydan tamamlanmak üzere otuz gün hesap edilir, ikinci ayda ise,
ayın ilk gününe itibar olunur. Bu, imameyne göredir. İmam-ı Azam’a göre bu taktirde tam altmış gün
oruç tutulmak icap eder, ayın ilk gününe bakılmaz.
178- Bir kimse, bir Ramazanda veya iki üç Ramazan-ı şerifte özürsüz yere birkaç defa orucunu
kasten bozmuş bulunsa, bunlardan dolayı yalnız bir keffaret lazım gelir. Sahih olan görüş budur. Çünkü
keffarette ceza yönü daha çok bulunmaktadır. Sebebi bir olan cezalarda ise, iç içe girmek geçerlidir. Bu bir ceza, hepsine yeterli olur. Fakat keffaret yapıldıktan sonra tekrar orucunu bu şekilde bozacak
olursa, bundan dolayı da ayrıca bir keffaret lazım gelir. Birinci keffaret ile tam bir uyanma, ders
alınmanın meydana gelmediği anlaşılmış olur.

KEFFARET-İ ZIHAR=BENZETME KEFFARETİ

179- Kefaret-i zıhar: Karısının tamamını veya onun yarısı gibi yaygın bir parçasını veya boynu
gibi şahsiyetinin tamamını ifade eden bir uzvunu, kendisine nikahı ebediyyen haram olan bir kadının
tamamı-na veya bakması haram olan bir uzvuna benzeten, mesela: “Sen bana anam gibisin” veya
“Anamın arkası gibisin” veya “Senin boynun vali-demin arkası gibidir” diyen bir mükellef müslümana
lazım gelen keffa-retden ibarettir ki, bu keffareti yerine getirmedikçe karısı ile cinsel ilişkide bulunması
helal olmaz. Bu kimse yalan söylemiş, helal olan bir şeyi haram göstermiş olur. Keffaret-i zıhar da
tamamen keffareti savm gibidir. Buna dair (Hukuk-ı İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye) adındaki
eserimizde tafsilat vardır.

KEFFARET-İ HALK = HACDA TIRAŞ OLMA KEFFARETİ

180- Kefaret-i halk: Hac için ihrama girip de bir özür sebebiyle saçlarını vaktinden evvel tıraş
ettiren kimsenin tutacağı üç günlük oruçtan ibarettir. Bu orucun, ardı ardına olması şart değildir. Bu
oruç ayrı ayrı günlerde de tutulabilir. Hac bahsine müracaat!..

KEFFARET-İ KATL = İNSAN ÖLDÜRME KEFFARETİ

181- Kefaret-i katil: Bir müslümanı veya bir gayrimüslim vatan-daşı kasden değil, bir hata
neticesinde olarak öldüren bir müslümana lazım gelen keffarettir ki, gücü yetiyorsa, bir mümin köle
veya cariye azad etmekten, buna gücü yetmiyorsa, iki ay peş peşe oruç tutmaktan ibarettir. Ava atılan
bir kurşun ile bir şahsın öldürülmesi, hata yolu ile insan öldürme kısmındandır.

KEFFARET-İ YEMİN = YEMİN KEFFARETİ

182- Kefaret-i yemin: Yaptığı bir yemine riayet etmeyip hanis olan, yani yeminini bozan bir müslümana lazım gelen keffarettir ki, gücü yetiyorsa müslüman veya gayrimüslim bir köle veya cariye azad
etmekten veya on fakiri akşamlı sabahlı doyurmaktan veya on fakire orta halde birer parça elbise
giydirmekten, bu üç şeyden birine gücü yetmeyince de, üç gün peş peşe oruç tutmaktan ibarettir. Bu orucun
arasına hayız sebebiyle bir ara verme girse bile, yeniden tutulması icap eder.
(Şafiiler’e göre bu oruçta böyle tevali, yani birbiri ardına tutmak şart değildir.)
183- Kefaret-i yemin için on fakire fıtır sadakası miktarı bir şey verilmesi de yeterli olur. Bir
fakire on gün birer fitre verilmesi veya on gün sabahlı ve akşamlı yemek yedirilmesi de yetişir. Çünkü
bir fakir, ayrı ayrı günlerde birden fazla fakir mesabesindedir. Bir vakit yemek verip bir vakit de yemek
bedeli vermek de caizdir.
184- Kefaret-i yemin için bir fakire on gün birer elbise verilmesi de caizdir. Fakat on elbise bir
fakire bir günde verilse, yalnız bir elbise verilmiş gibi olur. Nitekim bu keffaret için on fitre miktarı bir
fakire bir günde verilse, yalnız bir fitre verilmiş sayılır.
Keffaret için her fakire verilecek elbise, onun hiç olmazsa, vücu-dunun tamamını veya ekseri
kısmını örtecek bir halde bulunmalıdır. Boylu bir entari gibi. Bundan dolayı yalnız kısa bir gömlek
veya yalnız bir don verilse yeterli olmaz. Çünkü bunlardan yalnız birini giyinen kimse, örfen çıplak
sayılır. En sahih olan görüş budur. Bu elbisenin iki üç parçadan ibaret olması ise, daha iyidir. Bununla
beraber bir elbise kısa da olsa, yemek yerine bir bedel olarak da verilebilir.
185- Bir kimse yeminini daha bozmadan keffarette bulunamaz. Çünkü keffaret, bir tevbe
demektir. Tevbe ise, günahtan sonra yapılır. Bir de keffaret, yeminde barr = sadık olmanın bir
halefidir. Asıl müm-kün oldukça, halefine = yerine geçecek olan şeye gidilemez.
186- Mal ile yapılan keffaretler, ölülerin kefenlerine, borçlarına veya mescidlerin yapımına sarf
edilemez. Çünkü bunların fakirlere mübah kılınması veya mülk edilmesi şarttır. Bu sarfda ise, mübah
kılma ve mülk yapma bulunmuş olamaz.

YEMİNİN MAHİYETİ VE YEMİN SAYILIP SAYILMAYAN ŞEYLER
187- Yemin, lûgatta kuvvet manasınadır. Şer’an: “Bir işi yapmak veya yapmamak hususunda
azimli olmaya veya iddiaya kuvvet vermek için ya ALLAH Teâlâ’ya yemin veya boşamak veya köle
azadı gibi bir şeye bağlamak sureti ile yapılan bir akitten ibarettir ki, buna Türkçemizde “and” da
denir.
Mesela: “Vallahi falan işi yaptım veya yapmadım” demek ALLAH adı ile yemin etmek sureti ile
bir yemin olduğu gibi, “filan işi yaptımsa veya yaparsam kölem azat olsun” demek de şarta bağlamak
sureti ile bir yemindir.
188- Yemin edene: “Halif = and içen” denir. Yemini muhafaza et-meye: “Berr”, yemini
muhafaza edene de: “Barr” denir.
Bilakis yemini bozmaya veya hakikate muhalif yemin etmeye: “Hins” denildiği gibi, yemini
bozan veya hakikate aykırı and içen kimseye de: “Hanis” denilir.
189- ALLAH adı ile yemin etmek sureti ile olan yemin ya “Vallahi, Billahi, Tallahi” denilmesi
gibi, ALLAH Teâlâ’nın zat ismine veya üzerine yemin edilmesi adet haline gelmiş olan “Rahman,
Rahim” gibi mübarek isimlerinden birine veya “İzzet-i İlahiye, Kudret-i İlahiye” gibi zati sıfatlarından
birine and içmekle yapılır.
Başkalarına, mesela: Peygamberlere, Kabe-i Mu’azzama’ya yemin edilemez. Yaratıklardan birinin başına veya
hayatına yemin edilmesi de caiz olmaz.
190- “Kasem ederim”, “yemin ederim”, “şehadet ederim”, “ALLAH Teâlâ ile ahd olsun”, “ALLAH
Teâlâ ile misakım olsun”, “üzerime yemin olsun”, “üzerime ahdolsun” sözleri de birer yemin sayılır.
191- Bir şahsa hitaben: “Sen, vallahi bugün şöyle yapacaksın” veya “yapmayacaksın” tarzındaki
sözler de birer yemindir.
Bundan dolayı o şahıs, buna muhalefet ederse, bu sözü söylemiş olan kimse yeminini bozmuş
olur. Ancak bu sözü ile o şahsa yemin ver-dirmek istemiş olursa, o halde ikisine de bir şey lazım
gelmez.
192- Helali haram kılmak da yemin sayılır. Mesela: “Şu yiyeceği yemek benim için haram olsun”
demek bir yemindir. Bu yüzden bu yi-yeceği daha sonra yemek, keffareti gerektirici olur.
193- Bir kimse “şöyle yaparsam kafir olayım” veya “Yahudi veya Hristiyanım” veya
“ALLAH’ın kulu, Peygamberin ümmeti olmayayım” veya “kıblem başka tarafa olsun” veya “ALLAH
ruhumu imansız alsın” veya “ALLAH'a iki demişlerden olayım” veya “Ümmet-i Muhammed’den
olmayayım” veya “Haşa Resul-ü Ekrem'e dil uzatmış olayım” dese, itikadına, maksadına bakılır. Eğer
böyle bir sözü sadece yemin inancıyla iddiasına kuvvet vermek için söylemiş ise, bu bir yemin olur.
Yeminini bozunca üzerine keffaret lazım gelir. Fakat bu sözü bununla kafir olacağına inanmış olduğu
halde söylemiş ise, bu yemin olmaz, kendine tevbe ve istiğfar ile imanını ve evli ise, nikahını
yenilemesi lazım gelir. Yemini bozulsun, bozulmasın müsavidir.
Dine, imana, -haşa- cinsel ilişkiyi ifade eden sözlerle sövmek de bu hükümdedir. İmanın, nikahın
yenilenmesi icap eder.
194- Bir kimse “şöyle yaparsam ALLAH Teala’nın azabına” veya “lanetine” veya “gazabına
uğrayayım” veya “hırsız, zinakâr olayım” de-se, bununla yemin etmiş olmaz. “Namazım, orucum şu
kafirin olsun” demesi de böyledir.
Bununla beraber bir görüşe göre namazın ve orucun bir ibadet ve manevi yakınlık olmak üzere
kafire ait olması kast edilirse, bu bir ye-min olur, fakat yalnız sevapların ait olması kastedilirse, yemin
olmaz.
Bu gibi sözler, İslam terbiyesine, adabına aykırıdır, bunlardan sakınmalı, şayet bunlardan biri
vuku bulursa, hemen tevbe ve istiğfar etmelidir.
195- “Mushaf hakkı için”, “Kur’an-ı Azim hakkı için”, “okuduğum Kur’an hakkı için filan işi
işlemem” dediği halde o işi işleyen kimseye keffaret lazım gelmez. Yalnız tövbe ve istiğfar etmesi lazım
gelir.
Bununla beraber Kur’an-ı Kerim ALLAH kelamı olduğundan, bir görüşe göre Kur’an’a olan
yemin muteberdir.
196- Yalan yere: “ALLAH bilir ki; şu şöyledir” veya “şöyle değildir” denilmesi bir görüşe göre
kafir olmayı gerektirir. Çünkü ALLAH Teala’ya –haşa- cehalet nisbet edilmiş olur. Diğer bir görüşe
göre ise, kafir olmayı gerektirmez. Zira bununla kafir olmak değil, bilakis yalan bir şeyin geçerli
kılınması kastedilmiş olur. Şu kadar var ki, bu, büyük bir günah olduğundan hemen tövbe edilmesi
lazım gelir.
Yalan yere: “ALLAH Teâlâ şahittir ki,” denilmesi de keffareti değil, tövbe ve istiğfarı icap eder.

ALLAH ADI İLE YAPILAN YEMİNİN NEVİLERİ VE HÜKÜMLERİ

197- ALLAH adı ile yapılan yeminler: Yemin-i lağv, yemin-i gamus, yemin-i mün’akide
nevilerine ayrılır. Şöyle ki:
1- Yemin-i lağv: Yanlışlıkla veya doğru olduğu zannı ile yalan yere yapılan yemindir. Bir
kimsenin kastı ile beraber olmaksızın başka bir şey söyleyecek iken, “Vallahi” diye yemin etmesi bu
kısımdandır.
Yine bunun gibi borcunu ödemiş olmadığı halde ödemiş olduğunu sanarak: “Vallahi borcumu
ödedim” diye yemin etmesi de böyledir.
Bu nevi yeminden dolayı keffaret lazım gelmez. Bunun bağışla-nacağı umulur.
2- Yemin-i gamus: Yalan yere kasten yapılan yemindir. Mesela borcunu ödememiş olduğunu
bilen bir şahsın: “Vallahi ben borcumu ödedim” diye yemin etmesi bu kısımdandır. Bu, pek büyük
günahtır. Böyle yalan bir yemin; yurtları viran, yalancıları mahv-u perişan eder. Bunun bağışlanması
için keffaret yeterli olmaz. Bundan dolayı yalnız tevbe ve istiğfar etmek ve bu yüzden bir kimsenin bir
hakkı zayi olmuş ise, onu yerine getirip helallık almak lazım gelir.
İmam Şafi’ye göre yemini gamustan dolayı da keffaret icap eder.
3- Yemin-i mün'akide: Mümkün ve geleceğe ait bir şey hakkında yapılan yemindir. “Vallahi ben
yarın borcumu vereceğim” veya “Val-lahi ben filan kimseyle konuşmayacağım” denilmesi gibi.
Böyle bir yemine riayet edilirse, keffaret lazım gelmez. Fakat ria-yet edilmezse, mesela; yarınki
gün borç ödenmezse veya o kimseyle konuşulursa yemin bozulmuş, keffaret lazım gelmiş olur.
İşte bizce, yalnız bu nevi yeminlere ister zorlanarak veya yanılarak veya unutarak riayet edilmemesinden dolayı
keffaret icap eder. Bunun hükmü keffarettir.
Böyle bir yemine riayet etmek lazımdır. Ancak buna riayet edil-diği takdirde yapılması gerekli bir
vazife, bir toplum yararı elden kaçırı-lacak olursa veya bir musibet yapılacak olursa, o halde bu yemine
ria-yet edilmemesi icap eder. Bu yemin bozulur, ondan sonra keffaret veri-lir. Hak Teâlâ'dan affetmesi
dilenilir.
Mesela; bir kimse borcunu vermemeye veya babası ile konuşmamaya yemin etse, buna riayet
edemez. Bilakis borcunu verir, babasıyla konuşur, sonra da keffaretini yerine getirir.

YEMİNE DAİR ÇEŞİTLİ MESELELER

198- Yemin birden fazla olunca, keffaret de birden fazla olur. Hatta yeminlerin yapıldığı yer bir
olsa bile. Bu yüzden bir kimse şöyle yapacağına: “Vallahi ve billahi” diye yemin etse, veya “Vallahi”
diye bir yerde yemin edip sonra başka bir yerde yine “Vallahi” diye yeminde bulunsa, yeminleri birden
fazla olmuş olur. Bu halde yeminini bozunca her yeminden dolayı ayrıca keffaret lazım gelir. Bu
keffaretler birbirine, iç içe girmez.
Fakat İmam Muhammed’e göre yemin keffaretleri çoğalınca bir-birinin yerine geçer, yani bir
keffaretle hepsinin mesuliyetinden çıkıl-mış olur. Tercih edilen görüş de budur.
199- “Vallahi filan ve filan ile konuşmayacağım” veya “filan ve filan yere gitmeyeceğim” gibi
sözler bir yemin sayılır. Bundan dolayı o iki kimseden yalnız birisi ile konuşulsa veya o iki yerden
yalnız birine gidilse, yemin bozulmuş olmaz.
“Vallahi yemek ve su tatmam” denilmesi de bu kısımdandır. An-cak bunlardan herhangi biri ile
konuşmamaya veya herhangi birine git-memeye ve herhangi birini tatmamaya niyet edilmiş olursa, o
halde bunlardan yalnız birini yapmakla de yemin bozulmuş olur.
200- Olumsuzluk edatı ilavesiyle: “Vallahi ne filan ve ne de filan ile konuşurum” veya “Vallahi
ne yemek ve ne de su tadarım” denilse, bu iki yemin olmuş olur. Herhangi biri ile konuşulsa veya
herhangi biri tadılsa yemin bozulmuş, keffaret icap etmiş olur.
201- Yeminlerin hükmü, örfde kullanılan sözlere göredir. Yoksa onu söyleyenin sırf maksadına
göre değildir.
Bundan dolayı bir kimse, bir şahsa hiçbir şey vermemek maksadı ile: “Ben sana para
vermeyeceğim” diye yemin etse, başka bir şey ver-mekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü yemin para
lafzı ile yapılmıştır, başka şeye ise, örfen para denilmez.
Aynı şekilde bir kimse bir evde oturup dışarıya çıkmamak niyeti ile: “Ben bu evin kapısından
dışarıya çıkmam” diye yemin etse, o evin bacasından veya penceresinden çıkmakla yeminini bozmuş
olmaz.
“Şu odaya girmem” diye yemin edildiği halde, onun harabesine girildiği takdirde de hüküm
böyledir. Zira harabe örfen oda sayılmaz.
202- Yeminlerde yapıldıkları beldelerin örflerine itibar olunur.
Mesela bir kimse: “Baş yemeyeceğine dair” yemin etse, bu yemini ile bulunduğu beldede satılan
başlar kastedilmiş olur. Serçe ve çekirge gibi hayvanların başlarını içine almaz. Bunun için bunları
yemekle yemin bozulmaz.
Aynı şekilde meyve yemeyeceğine yemin etse, beldesinde örfen meyve sayılan şeyler kasdedilmiş
olur. Yaş üzüm gibi meyve sayılma-yan şeyleri içine almaz. Demek ki yeminde kullanılan bu gibi
umumi tabirler, örf ile tahsis edilmiş ve kayıtlanmış oluyor.
203- Aklen mümkün ise de, âdeten imkansız olan bir şeye yemin, derhal yeminini bozmuş olmayı
icap eder. Bu sebeble bir kimse: “Ben göğe çıkacağım” veya “şu taşı altına çevireceğim” diye yemin
etse, he-men yeminini bozmuş olur. Fakat böyle bir yemin, bir vakit ile kayıtlı olursa, o vakit
çıkmadıkça yeminini bozmuş olmaz.
“Vallahi on güne kadar şu demiri elmas edeceğim” diye yemin edilmesi gibi. Bu halde daha on
gün çıkmadan yemin eden ölse yeminini bozmuş ve bundan dolayı üzerine keffaret vacip olmuş olmaz.
204- Zaman tayin edilmeksizin yapılan yeminlerde, yemin edilen husus, imkansız olmadıkça,
yemin bozulmaz, keffaret lazım olmaz.
Mesela bir kimse, bir zata hitaben: “Vallahi ben seni ziyaret ede-ceğim” dediği halde uzun bir
müddet ziyaret etmese, yeminini bozmuş olmaz. Fakat ziyaret etmeden kendisi veya o zat vefat etse,
yemini bozulmuş olur.
Zaman tayin edildiği takdirde ise, o zamanın sonuna itibar olunur. “Ben seni yarın ziyaret
edeceğim” diye yemin edilmesi gibi ki, o günün güneşinin batması zamanına kadar devam eder, o gün
ziyaret yapılma-dan güneş batınca yeminini bozmuş olur.
205- Bir gaye ile kayıtlı olan bir yemin, o gayenin yok olması ile düşer.
Çünkü artık barr olmaya = And da gerçek çıkmaya imkan kalmamış olur.
Bundan dolayı bir kimse: “Filan zat izin vermedikçe, ben şu kimse ile konuşmam” diye yemin
ettiği halde o zat izin vermeden vefat etse, artık yemin kalmamış olur. Onun da, o kimse ile
konuşmasından dolayı keffaret lazım gelmez.
“Sen borcunu vermedikçe ben senden ayrılmam” diye yemin yapıldıktan sonra borcun
bağışlanması da bunun gibidir. Artık yemin ortadan kalkmış olur.
Fakat İmam Ebu Yusuf'a göre bu gibi hallerde yemin, devam-lılığını sürdürür. Artık her ne vakit
şart, mesela konuşmak vuku bu-lursa, yemin bozulup keffaret veya şarta bağlı olan ceza lazım gelir.
206- Yemin edilen şeyin yokluğu veya ortadan kaldırılması, ye-minin vaki olmasına mani olur.
Bu bakımdan bir kimse: “Filana şu hakkını yarın veririm” diye yemin ettiği halde bu gün verecek
olsa, artık yeminini bozmuş olmaz.
Bu mesele, İmam-ı Azam ile İmam Muhammed’e göredir.
İmam Ebu Yusuf’a göre ertesi gün olunca, yeminini bozmuş olur.
207- Yeminler, evvelce söylenilen bir söz veya iş ile bağlı kalır.
Bu yüzden bir kimse, muayyen bir yiyeceği yemeğe davet edilmekle: “Vallahi ben yemem” diye
yemin etse, bu yemini bu muay-yen yiyeceğe ait olur. Başka bir yiyecek yemekle, yeminini bozmuş
olmaz.
Yine böylece bir kimse, gitmek üzere bulunan bir şahsa karşı: “Vallahi gitmeyeceksin” diye and
içse, bu yemin o şahsın bu gitmesine ait olur, daha sonra gitmesiyle yeminini bozmuş olmaz.
208- Yeminler, mümkün olan mertebe ile kayıtlanır.
Bundan dolayı: “Filan şahsı şu eve girmeye bırakmayacağım” di-ye yemin edilse, bakılır: Eğer
yemin eden, o evin sahibi ise, o şahsı eve girmekten hem sözlü olarak, hem de mümkün olduğu
mertebe fiilen men etmesi lazım gelir. Aksi takdirde, eve girdiğinde yeminini bozmuş olur. Amma ev
başkasının ise, yalnız sözlü olarak menetmesi yeterlidir.
Kiraya vermiş olduğu bir ev hakkında da böyle sözlü olarak me-netmek yeterli olur. Mesela: “Şu
kiracıyı burada bırakmayacağım” diye yemin eden kimsenin o kiracıya: “Benim bu evimden çık”
demesi ye-terlidir. Çünkü kiradan dolayı onu bilfiil çıkarmak hakkına sahip değildir. Kendisi için
mümkün olan ancak böyle söz ile çıkarmaya teşebbüsten ibarettir.
Yine bu şekilde bir şahsa hitaben: “Ben seni hapis ettirmem” diye yemin eden kimse, o şahsı
alacaklılarının hapsettirmelerine söz ile ça-lıştığı halde mani olamazsa, yemini bozulmuş olmaz. Aynı
şekilde “Filan şahıstaki alacağımı, bu gün onda bırakmayacağım” diye yemin eden kimse, o gün
hakime müracaat edip alacağını dava ve o şahsa inkarı sebebi ile yemin ettirilmesini talep etse, artık
yemini bozulmuş olmaz. Çünkü kendisine mümkün olan bundan başka değildir.
209- Yeminler, ilgi-bağ-münasebetin yok olmasıyla son bulur. Şöyle ki, mesela: “Filan şahsın
evine girmem” veya “yiyeceğinden yemem” veya “elbisesini giymem” veya “hanımıyla veya dostuyla
ko-nuşmam” diye yemin eden kimse, satıldıktan sonra o şahsın evine girse veya yiyeceğinden yese
veya elbisesini giyinse veya kendisinden tamamen ayrılan hanımıyla veya kendisine düşman kesilen
dostuyla konuşsa, yemini bozulmuş olmaz.
Fakat yeniden alacağı bir eve girse veya yemeğinden yese, veya elbisesini giyse veya alacağı yeni
hanımı ile veya edineceği yeni bir dostu ile konuşsa, yeminini bozmuş olur.
Eve, yemeğe, elbiseye işaret edilmiş olsun-olmasın müsavidir. Çünkü bunların şahıslarına
düşmanlık edilmez. Fakat hanımına veya dosta işaret ederek: “Şu karısı ile veya şu dostu ile
konuşmam”, diye yemin edilirse, yemin bunlara sınırlı kalır. Bunlara ait ilgi ve müna-sebetin ortadan
kalkması ile yok olmaz. Bunlar ile nisbetin hanımlık, dostluk ilgisinin yok olmasından sonra da
konuşsa, yeminini bozmuş olur. Zira bunların zatlarına düşmanlıktan dolayı böyle yemin edilmiş
olması mümkündür.
210- Bir kimse, karısına veya borçlusuna: “Benim iznim olma-dıkça, evimden veya şehirden bir
tarafa çıkmayacaksın” diye yemin etse, bu, evliliğin ve alacağın devamı haline bağlı kalır. Bundan
dolayı evlilik sona erdikten veya borç ödendikten sonra çıkılacak olsa, artık o kimse yeminini bozmuş
olmaz.
211- Yeminin bir cümlesinde bulunan bir nekre = bir meçhul, aynı cümledeki diğer bir nekreye
dahil olur. Fakat bir marife = malum, bir nekreye dahil olmaz.
Bu yüzden bir kimse: “Şu eve her kimse girerse şöyle olsun” diye yemin etse, o eve kendisinin
girmesi ile de yemini bozulmuş olur. O ev gerek kendisine ait olsun ve gerek olmasın, müsavidir.
Fakat “Şu evime her kim girerse şöyle olsun” diye yemin etse, oraya kendisinin girmesi ile yemini
bozulmuş olmaz. Çünkü evi kendisine malet-mekle, kendisi marife = malum bulunmuş, artık aynı cümlede
bulunup nekre = meçhul olan “her kim” mefhumuna dahil bulunmuş olamaz.
Başkasına hitaben: “Senin şu evine her kim girerse” veya “senin şu yemeğinden her kim yerse,
şöyle olsun” diye yapılan bir yeminde de muhatabın o eve girmesiyle veya o yemekten yemesi ile
yemin bozul-muş, ceza lazım gelmiş olmaz.
212- Yemin ibaresinin bir cümlesindeki marife = malum, diğer bir cümlesindeki nekireye =
meçhule dahil olur.
Mesela; bir kimse kölesine hitaben: “Bana şu hadiseyi her kim müjdelerse sen azat ol” diye şarta
bağlamak sureti ile yemin etse, o ha-diseyi bizzat bu köle de müjdeleyince azad olur. Demek ki ceza =
yani “sen azad ol”cümlesinde bulunup marife olan köle şart cümlesinde bu-lunup nekire olan “her kim”
mefhumuna dahil bulunmuş oluyor.
213- Bir kimse örf ve adete göre bizzat kendisinin de yapabi-leceği bir muameleyi yapmamaya
yemin ettiği halde o muameleyi kendisi için başkasına vekalet ve emir sureti ile yaptırsa bakılır: Eğer o
muamele, hukuku mübaşirine, yani onu bizzat yapana ait muameleler-den ise, bunun yapılmasından
dolayı o kimse yeminini bozmuş olmaz. Alım, satım, kiraya vermek, kiralamak, bir maldan ikrar yolu
ile sulh olmak, bir malı bölmek, bir davaya kabul veya inkar yolu ile cevap vermek, akıllı ve bülûğ
çağına ermiş olan evladı evlendirmek mua-meleleri bunun gibidir.
Mesela bir kimse: “Vallahi ben şu evi satın almayacağım” diye yemin ettiği halde, onu bir vekil
vasıtası ile satın alsa, yeminini bozmuş olmaz.
Fakat yemin edilen muamele, hukuku onu bizzat yapana ait olma-yıp da müvekkile, âmirine ait
muamelelerden ise, o kimse bunu vekil etmek ve emir sureti ile yaptırmakla da yeminini bozmuş olur.
Evlen-me, boşanma, mal karşılığında kadını boşamak, hibe, sadaka, havale, vasiyet, vakıf, emanet,
ödünç alma-verme, borç alma, kısastan sulh, emanet verme ve alma, borcu ödeme, borcu alma, elbise
dikmek, elbise giydirmek, hayvan kesmek, hayvana bindirmek, bülûğ çağına ermemiş çocuğu
evlendirmek gibi.
Mesela: “Vallahi filan kadınla evlenmeyeceğim” diye yemin eden kimse, o kadınla bir vekil vasıtası ile evlense, yeminini bozmuş, bu sebeple üzerine keffaret lazım olur. Çünkü bu hususta vekil, bir aracıdan, bir elçiden başka değildir, bu muamelenin bütün hukuku o kimseye aittir.
214- “Şunu, şu zata hibe edeceğim” diye yemin eden kimse, o şeyi bağışladığı halde o zat kabul
etmese, yeminini bozmuş olmaz. Ödünç vermek, vasiyet, ikrar gibi diğer teberru sureti ile olan akitlerde de hüküm böyledir.
Fakat “şu malı filan zata satacağım” diye yemin eden kimse o malı sattığı halde o zat kabul
etmese, yeminini bozmuş olur. Çünkü satma muamelesi kabule bağlı olup yalnız satanın icabı ile = sattım demesi ile tam olmadığından satma muamelesi yapılmamış olur. Kirala-mak, nikah, rehin gibi iki
tarafın icap ve kabulü ile yapılan diğer mua-melelerde de hüküm böyledir.
Bunların hakkındaki yemin, olumsuz olarak yapıldığı takdirde de bu hüküm geçerli olur.
Mesela bir kimse: “Şu malı filan zata hibe etmeyeceğim” diye yemin ettiği halde hibe edip de o
zat kabul etmese yeminini bozmuş olur. Bilakis “ satmayacağım” diye yemin ettiği halde satsa da o zat
ka-bul etmese, yeminini bozmuş olmaz.
Demek oluyor ki, hibe gibi teberru edilen şeylerde yalnız müte-berriin = karşılıksız bağışlayanın
icabı kafi oluyor. Fakat alım satım ve kiralama gibi bedelli akitlerde yalnız icap kafi olmayıp, kabule de
ihtiyaç bulunuyor.
215- Yemin, arkadaşlık ile samimiyet, lezzet ile elem, gam ile se-vinç gibi hayat haline mahsus
olan fiillerde yalnız hayat ile bağlı kalır. Ölünün diriye ortak olacağı fiillerde ise, hem hayat, hem de
ölüm hallerine geçerli olur.
Bundan dolayı bir kimse, bir şahsa hitaben: “Seninle konuşur isem” veya “senin yanına girer
isem” veya “seni öper isem”1 veya “seni döver isem şöyle olsun” diye yemin ettikten sonra o şahıs
vefat etse, artık yemin son bulmuş olur. O şahsa ölü halinde hitap etmekle, veya yanına girmekle veya
onu öpmekle veya ona elbise vermekle veya onun cesedine vurmakla yemin bozulmuş, ceza lazım
gelmiş olmaz.
Fakat “seni yıkar isem” veya “sana elbise giydirir isem” veya “sana dokunur isem” veya “seni bir
şeye bindirir isem” veya “seni taşır isem” diye yemin etse, onu öldükten sonra yıkamakla veya
kefenlemek-le veya vücudunu okşamakla veya bir şeye bindirmekle veya taşımakla da yeminini
bozmuş olup ceza lazım gelir.
216- Filan kimse ile konuşmayacağım, söz söylemeyeceğim diye yapılan yemin o kimseye işaret
etmekle, mektup yazmakla veya bir haber göndermekle bozulmuş olmaz. Çünkü bunlar; konuşma,
söyleme sayılmaz.
217- “Konuşmayacağım” diye yemin eden kimse, namazda Kur’an veya tesbih okumakla
yeminini bozmuş olmaz. Namaz dışında ise, bir görüşe göre yeminini bozmuş olur, bir görüşe göre
yeminini bozmuş olmaz. Çünkü bu okuma örfen tekellüm = konuşma sayılmaz.
Diğer kitapları okumak hakkında da bu ihtilaf mevcuttur.
218- “Oruç tutmam” diye yemin eden kimse, oruca niyet edip başlamış olunca, yeminini bozmuş
olur. Çünkü orucun mahiyeti sadece orucu bozucu şeylerden sakınmaktan ibarettir, o da bununla
gerçekleş-miş olur.
“Namaz kılmamaya” yemin eden kimse de namaza başlayıp ilk rekatta secdeye alnını koymakla
yeminini bozmuş olur. Zira böyle bir rekat kılınmadıkça namaz mahiyeti tamamen bulunmuş olmaz.
“Hac etmemeye” yemin eden de sahih bir hacca başlayıp farz olan tavafın ekserisini yapınca,
yeminini bozmuş olur.
219- “Hanımını dövmemeye” yemin eden kimse onun saçlarını çekse veya gerdanını ısırsa veya
sıkıştırsa veya burnuna dokunup kanat-sa bakılır: Eğer bunları kızgınlık halinde yapmış ise, yeminini
bozmuş olur. Oynaşma halinde yapmış ise, sahih olan görüşe göre yeminini bozmuş olmaz.
Bununla beraber bu dövmekte acı vermek şarttır. Kasta gelince, bunda iki görüş vardır. Bir görüşe
göre kasıt da şarttır. Diğer bir görüşe göre şart değildir. Bundan dolayı böyle yemin eden kimse,
başkasını dövmek isterken yanlışlıkla hanımına vuracak olsa, birinci görüşe göre yeminini bozmuş
olmaz. Çünkü bunda kasıt olmadığı gibi buna örfen dövme de denilmez. İkinci görüşe göre yeminini
bozmuş olur. Zira dövme olayı gerçekleşmiştir.
220- “Yeryüzünde oturmamaya” yemin eden kimse, yere bitişik olmayan bir sergi veya hasır veya
deri veya tahta üzerine otursa, yine “Şu döşek üzerinde uyumamaya” yemin eden kimse, onun üzerine
konulan diğer bir döşek üzerinde uyusa, yine “Şu tahta üzerinde uyu-mamaya” yemin eden kimse, onun
üzerine konulan diğer bir tahta üzerinde uyusa, yeminini bozmuş olmaz. Fakat döşek üzerine bir yüz
takılsa veya tahtanın üzerine bir sergi, bir hasır serilse bu, yeminini bozmuş olmamak için yeterli olmaz.
1 Önemli not: Verilen misallere göre burada “veya sana elbise verir isem” cümlesinin bulunması gerekir.

221- “Yatağında” veya “Şu yatakta uyumam” diye yemin eden kimse, bedeninin çoğu ile o yatağa
girip uyumadıkça yeminini bozmuş olmaz.
222- “Bir yere”, mesela: “Bir eve ayağını basmayacağına” yemin eden kimse, o yere daha sonra
yürüyerek veya bir şeye binerek girecek olsa, yeminini bozmuş olur. Çünkü bir yere ayak basmak,
örfen girmek-ten ibarettir. Fakat böyle yemin ederken yürüyerek girmeyeceğini kastetmiş bulunursa bir
şeye binerek girmekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü sözünün hakikatini dilemiş olur.
223- “Bir yere girmeyeceğine” yemin eden kimse, oraya tutulup girdirilirse yeminini bozmuş
olmaz, hatta direnmese, karşı koymasa bi-le. Çünkü yemini; kendi fiiline, yani kendisinin bizzat
girmesine aittir. Fakat bu yere daha sonra kendisi girecek olsa, yeminini bozmuş olur.
224- Zor kullanma ve tehdit, kastı iptal etmediği için yeminin akdini men etmez. Bundan dolayı:
“Şu muayyen şeyi yemeyeceğine” dair isteyerek veya zor kullanılarak yemin eden kimse, o şeyi daha
son-ra vuku bulan zor kullanma ve tehdit sebebiyle yiyecek olsa, yeminini bozmuş olur. Nitekim
baygın veya deli olduğu halde yediği takdirde de hüküm böyledir.
Fakat “içmeyeceğine” yemin ettiği bir şeyi başkaları zorla boğazı-na akıtacak olsalar yeminini
bozmuş olmaz. Çünkü kendi fiili bulunma-mıştır. Daha sonra rızasıyla içerse, yeminini bozmuş olur.
(İmam Şafii'ye göre zor kullanma ve tehdit yemin akdinin gerçek-leşmesine manidir.)
225- “Vallahi yersem veya içersem veya giyersem şöyle olsun.” diye yemin eden kimse her ne
yese veya içse veya giyinse yeminini bozmuş olur. Ben şu yiyeceği, şu suyu veya şu elbiseyi
kasdetmiştim dese, tercih edilen görüşe göre ne kadı tarafından ne de müftü tarafından tasdik olunmaz.
Fakat “Vallahi bir şey yersem veya bir şey içersem veya bir şey giyersem şöyle olsun” diye yemin
eden kimse bununla muayyen bir şeyi kasdetmiş olduğunu söylerse, kadı tarafından değilse de müftü
tarafından tasdik olunur.
226- “Filan şahsın kardeşleriyle veya hanımlarıyla veya dost-larıyla konuşmayacağım” diye
yemin eden kimse, bunların hepsi ile, mesela bütün kardeşleri ile konuşmadıkça yeminini bozmuş
olmaz. Hat-ta bir kaçı ile konuşacak olsa bile. Çünkü bu yemin hepsi ile konuşmak-taki bir mahzurdan
dolayı yapılmış olabilir. Fakat o şahsın yalnız bir kardeşi veya bir hanımı veya bir dostu olduğunu
bildiği halde böyle yemin etse, yalnız bununla konuşmakla da yeminini bozmuş olur.
227- Bir kimse, başkasındaki bir alacağını taksit taksit almayaca-ğına yemin ettiği halde ondan bir
miktarını alacak olsa, daha sonra geri kalanını da almadıkça yeminini bozmuş olmaz.
228- Bir kimse: “Malı bulunmadığına” dair yemin ettiği halde ticaret için olmayan eşyası, gelir
getiren gayrimenkulu veya arazisi bulunsa, bununla yeminini bozmuş olmaz. Çünkü bunlara örfen mal
denilmez, denildiği takdirde yeminini bozmuş olur.
229- “Ben bu işi elbette yapacağım”, mesela: “Şu zatı elbette ziyaret edeceğim” tarzında yapılan
yeminler, bir defaya mahsustur. Bundan dolayı bir kere ziyaret vuku bulunca yemin yerine getirilmiş olur.
230- Çocukların, delilerin, uykuda bulunanların yeminleri mute-ber değildir. Fakat sarhoş edici
şeylerden birini kasten içmiş olan sarho-şun yemini, ayık bir kimsenin yemini gibidir. Çünkü onun bu
sarhoş-luğu, kendisinin kast ve tercihine dayalıdır. Bundan dolayı yaptığı ye-mine riayet etmezse,
yeminini bozmuş olur.
231- İstisnaya, yani “İnşallah = ALLAH dilerse” diye ALLAH’ın dilemesi ile beraber olan
yeminlerde, adaklarda hanis olmak = yemine, adağa muhalefet etmiş bulunma hali düşünülemez.
Bundan dolayı bir kimse “ALLAH’a yemin ederim ki yarın inşallah şu işi yaparım” diye yemin
etse, veya “filan işim olursa, inşallah şu kadar gün oruç tutayım” diye adak adasa da yarın ki gün o işi
yapmasa veya o işi olduğu halde oruç tutmasa yeminini bozmuş, günahkar olmaz. Çünkü bu halde o
işin yapılması veya orucun tutulması, ALLAH Teala’nın dilemesine bağlanmıştır.
Hak Teala'nın herhangi bir şeyi dileyip dilemediği ise, o şeyin vaki olmasından evvel bizce
meçhuldür.
Bu gibi istisnalar, İmam-ı Azam ile İmam Muhammed'e göre sözün hükmünü iptal eder, o sözü
azimli, kesin olmaktan çıkarır. İmam Ebu Yusuf'a göre de, o bir şart mesabesindedir. Artık o şart bizce
tahak-kuk etmedikçe, yani bu yemin anında onun meydana gelmesi kesin olduğu bizce malum
bulunmadıkça, ceza lazım gelmez.
(İmam Malik'e göre bu istisna halinde de yeminin ve adağın hük-mü lazım gelir. Çünkü her şey,
ALLAH Teala'nın dilemesine bağlıdır. Onun söylenmesi yani inşallah denilmesi bereket ummak
içindir. Bu se-beple onu söylemekle sözün, yapılan yeminin veya adağın hükmü değişmiş olmaz.)

ADAĞIN MAHİYETİ VE NEVİLERİ

232- Nezir, ALLAH Tealaya tazim için mübah bir işin yapılmasını üstlenmek, öyle bir işin
yapılmasını kendi nefsine vacip kılmaktır. Nezrin çoğulu “nüzur” dur. Nezr edene de “nâzir” denir.
Nezrin Türkçe’si “adak”tır.
233- Sırf Hak Teala’nın rızası için ibadet sayılacak bazı şeyleri adamak, makbuldür, sevaba
vesiledir. “Adağım olsun yarın ALLAH rızası için oruç tutayım veya fakirlere şu kadar para vereyim”
denilmesi gibi.
Fakat dünyalık bir maksadın meydana gelmesi için yapılacak adaklar makbul değildir. “Filan işim
yoluna girerse, üç gün oruç tuta-yım” veya “fakirlere para vereyim” denilmesi gibi.
Böyle dünyalık bir gaye için yapılan bir ibadet ve itaat ulvi bir maksada değil, dünyalık bir isteğe
bir niyete dayalı bulunmuş olur. Bu ise; ibadetlerde, itaatlarda aranılan ihlasa aykırıdır. Böyle bir adak
kaderi değiştiremez. Kader ne ise, yine o meydana gelir. Şu kadar var ki, bazen böyle bir adak ile
cimriden bir mal çıkmış olur.
Bununla beraber adaklara riayet lazımdır. Çünkü adak adayan ALLAH Teala ile sözleşme yapmış
demektir. Bundan dolayı adağına vefa etmesi, yani adak olarak yapmayı üstlendiği şeyi yerine
getirmesi icap eder. Hak Teala Hazretleri adaklarına vefa edenleri Kur'an-ı Kerim'inde övmüştür.
234- Adaklar zaman, mekan, şahıs ve adanılan şey itibarı ile muayyen ve gayrımuayyen
nevilerine ayrıldıkları gibi bir şarta bağlı olup olmamak itibarı ile de mutlak, muallak nevilerine ayrılır.
Nitekim ileride görülecektir.

NEZR (ADAK)IN ŞARTLARI

235- Bir nezrin şer'an sahih, muteber, yerine getirilmesi gerekli olabilmesi için şu gibi şartlar
vardır.
1. Adanılan şeyin cinsinden bir farz veya vacip ibadet bulunmalıdır. Bu yüzden: “Bir gün oruç
tutayım” diye yapılan adak sahihtir. Fakat “ filan hastayı ziyarette bulunayım” diye yapılacak bir adak
sahih, yani yerine getirilmesi gerekli olmaz. Çünkü hastayı ziyaret cinsinden bir farz veya vacip yoktur.
2. Adanılan şeyin cinsinden bulunan bir farz veya vacip bizzat kastedilen bir ibadet olmalıdır,
başka bir farz veya vacibe vesile bulunmamalıdır.
Bundan dolayı “iki rekat namaz kılayım” diye yapılan bir adak, sahihtir. Fakat “adağım olsun
abdest alayım” veya “tilavet secdesinde bulunayım” diye yapılacak bir adak muteber değildir. Çünkü
abdest ile tilavet secdesi bizzat kastedilen bir ibadet değil, bilakis kastedilmiş olan ibadetlere birer
vesiledir.
3. Adanılan şey, zaten yapılması o anda veya gelecekte lazım bir farz veya vacip bulunmamalıdır.
Bu sebeple “adağım olsun yarınki sabah namazını” veya “vitir namazını kılayım” tarzındaki
adaklar sahih olmaz.
4. Adanılan şey aslında bir günah olmamalıdır.
Bu yüzden intihar gibi bir şeyi adamak mesela: “Şu işim olursa, canımı hak yolunda kurban
edeyim “ diye yapılan bir adak sahih olmaz.
Fakat esasen meşru iken başka bir sebepten dolayı yasak edilmiş olan bir şey ile adak sahihtir.
Mesela bir kimse, Ramazan-ı şerif bayramının birinci gününde veya Kurban bayramının dört
gününde oruç tutmayı nezir etse, bu sahih olur. Şu kadar var ki, o günlerde oruç tutulması yasak edilmiş
bulun-makla, o günlerde oruç tutmayıp daha sonra kaza eder. Bununla beraber oruç tutarsa, adağını
yerine getirmiş olur.
ALLAH için evladını kurban edeceğini adayan kimseye, İmam Ebu Yusuf ile İmam Şafii'ye göre
bir şey lazım gelmez. Çünkü bu, caiz olmayan bir adaktır. Fakat İmam-ı Azam ile İmam Muhammed'e
göre bu halde bir koyun kurban edilmesi icap eder. Zira İbrahim Aleyhis-selam böyle bir kurban ile
emrolunmuştur.
5. Adanılan şey, aslında imkansız olmamalıdır.
Bu sebeple bir kimse: “Geçen filan günde oruç tutayım” diye adak adasa, üzerine bir şey lazım
gelmez.
Aynı şekilde: “Filan zatın geleceği gün oruç tutayım” diye adak adadığı halde kendisinden oruca
aykırı bir şey meydana geldikten veya zeval (öğle) vaktinden sonra o zat gelecek olsa, nezir namına bir
şey icap etmez. Çünkü o günde oruç tutulması artık imkansız olmuştur.
Geceleyin geldiği takdirde de hüküm böyledir. Zira adak, gündüz hakkındadır.
6. Nezir edilen şey, nezr edenin mülkünden fazla veya başkasına ait bulunmamalıdır.
Bundan dolayı şu an bin kuruş sadaka vermesini nezr eden kim-senin yalnız yüz kuruşu bulunsa,
ancak bu yüz kuruşu sadaka vermesi icap eder. Veya başkasına ait bir malın verilmesini, mesela
başkasının koyununun kurban edilmesini nezr eden kimseye de bundan dolayı bir şey lazım gelmez.

MUAYYEN, GAYRIMUAYYEN, MUTLAK VE MUALLAK NEZİRLER

236- “Nezrim olsun yarın oruç tutayım” gibi bir adak muayyen bir nezirdir. “Nezrim olsun bir
gün oruç tutayım” denilmesi de gayri muayyen bir nezirdir. Bunlar aynı zamanda birer mutlak, yani
şartsız nezirlerdir.
“Falan kimse gelirse, ALLAH için nezrim olsun bir gün oruç tuta-yım” veya “şu kadar sadaka
vereyim” gibi şarta bağlı nezirler de birer muallak nezirdir.
237- Mutlak olan nezirleri yerine getirmek vacip olan bir vazi-fedir. Muayyen gününde
yapılmayan bir nezir, başka bir günde kaza edilir. Mesela bugün fakirlere sadaka verilmesi adandığı
halde bu sada-ka verilmesi bugün yapılmazsa, başka bir günde yapılması bir kaza mahiyetinde olarak
icap eder.
238- Meydana gelmesi istenilen bir şarta bağlanmış olan bir nezir, o şartın gerçekleşmesi halinde
yerine getirilmesi icap eder. Meydana gelmesi istenmeyen bir şarta bağlanmış olan bir adağa gelince,
bunda nezreden serbesttir, şart gerçekleşince dilerse nezrini yerine getirir, dilerse yalnız yemin
keffaretinde bulunur, sahih olan budur.
Mesela: “Şu nimete nail olursam bir ay oruç tutayım” diye nezre-den kimse, o nimete nail olunca,
bir ay oruç tutması vacip olur. Çünkü şart olan nimet, onun tarafından istenilmiştir.
Bilakis bir kimse, kendisini yalan söylemekten men etmek için “Eğer yalan söylersem, bir ay oruç
tutmak nezrim olsun” diye nezrettigi halde yine yalan söylese, serbest olur. Dilerse bu nezrini yerine
getirir, yani bir ay oruç tutar ve dilerse yemin keffaretinde bulunur. Zira yalan söylemek şartı
kendisince istenilmemiştir, bu nezir bir çeşit yemin demektir.
239- Mutlak bir nezir, muayyen olsa bile zamana, mekana, muay-yen paraya, muayyen fakire
bağlı kalmaz. Bu nezir, gerek oruç ile, na-maz ile, itikaf ile olsun ve gerek para vesaire ile olsun
müsavidir.
Bunun için bir kimse: “Cuma günü oruç tutayım” veya “Beytü'l- makdiste şu kadar rek'at namaz
kılayım” veya “bu parayı cuma günü falan beldede falan fakire vereyim” diye nezrettiği halde buna
muhalif olarak başka bir günde oruç tutsa veya başka bir mescitte o kadar rek'at namaz kılsa veya o
miktarda başka bir parayı başka bir beldede başka bir fakire verse, nezrini yerine getirmiş olur.
240- Bir şarta bağlanmış olan bir nezrin o şartın meydana gel-mesinden evvel eda edilmez.
Mesela: “Falan zat gelirse üç gün oruç tutayım” diye nezr eden kimse, daha o zat gelmeden üç
gün oruç tutacak olsa, nezrini yerine getirmiş olmaz.
241- Şarta bağlanmak şeklindeki bir nezir de zaman ile, mekân ile, muayyen para ve muayyen
fakir ile kayıtlı kalmaz.
Mesela “Falan işim olursa, cuma günü oruç tutayım veya şu ma-haldeki falan fakire şu elimdeki
parayı vereyim” diye nezreden kimse, o işi görüldükten sonra herhangi bir günde o orucu tutabilir, veya
her-hangi yerdeki diğer bir fakire o paranın miktarını verebilir.
242- Bir vakte bağlanılan bir oruç, o vaktin gelmesinden evvel tutulursa, İmam-ı Azam ile İmam
Ebu Yusuf'a göre caiz olur. İmam Muhammed’e göre câiz olmaz. Receb-i şerif ayında tutulması nezredilen
bir orucun Rebîu'l-ahir ayında tutulması gibi.
243- “Bir sene oruç tutayım” diye mutlak surette yapılan bir nezirden dolayı, hilaller itibarı ile tam
bir sene oruç tutulması lazım gelir. Şöyle ki, bu halde bakılır: Eğer peşpeşe tutulması söylenmemiş ise, bu
oruç ayrı ayrı günlerde tutulabilir. Şayet peşpeşe bir halde tutulursa, otuz beş günün kazası lazım gelir ki,
bunların otuz günü Ramazan-ı şerife beş günü de bayramlara rastlayan günlere bedeldir. Böyle nezreden
kadın ise, bu sene içinde oruç tutamayacağı âdet günlerini de kaza eder.
Fakat böyle bir sene peşpeşe oruç tutulması nezredilmiş olursa, Ramazan günlerini kaza lazım gelmez.
Zira böyle bir sene, Ramazan-ı şerifsiz olmayacağı için Ramazan günleri bu nezirden istisna edilmiş gibi olur.
244- Bir kimse: “Falan ayda mesela Receb-i şerifte oruç tutayım” diye nezrettiği halde o ayda
hasta olsa, oruç tutmayıp daha sonra Ramazan-ı şerifte olduğu gibi kaza eder.
245- “ALLAH rızası için bir gün oruç tutayım” diye yapılan bir nezrin günü muayyen değildir.
Nezreden dilediği gün bu orucu tutabilir. İki gün, üç gün denildiği taktirde de hüküm böyledir.
Bu günlerin oruçları ara vermeden tutulabileceği gibi, ayrı ayrı olarak da tutulabilir. Ancak nezir
anında peş peşe tutulmasına niyet edilmişse, o takdirde peş peşe tutulması lazım gelir, ara verilirse
yeni-den tutulmaları icap eder.
Mesela “Aralıksız on gün oruç tutayım” diye nezr etmiş bulunan bir ka-dın, beş gün tuttuktan sonra adet
görmeye başlasa tuttuğu oruçlar nezir namı-na sayılmaz. Temizlendikten sonra yeniden on gün oruç tutması lazım gelir.
Fakat ayrı ayrı günlerde şu kadar oruç tutmayı adayan kimse, o kadar gün aralıksız bir şekilde
oruç tutsa, nezrini yerine getirmiş olur.
246- “Üzerime oruç vacip olsun” diye nezr eden kimseye yalnız bir gün oruç tutmak lazım gelir.
Miktarına niyet etmeksizin: “Bir çok günler oruç tutayım” diye nezr eden kimsenin de İmam-ı Azam'a
göre on, İmameyne göre de yedi gün oruç tutması icap eder.
247- “Nezrim olsun ki yalan söylemeyeyim” veya “nezrim olsun ki filan yere gitmeyeyim” gibi
sözler, “ahdim olsun” mesabesinde birer yemin sayılır. Bundan dolayı yalan söylense veya o yere
gidilse, yalnız yemin keffareti lazım gelir. “Üzerime nezir olsun” tabiri de böyledir. Ancak bunlar ile
sadaka vermek, oruç tutmak veya hac etmek gibi bir ibadete niyet edilirse, o takdirde bu ibadet, icap
eder.
Yalnız “Nezrim olsun” denilmesi de böyledir. Bu halde bakılır: Eğer bununla sayı
belirtilmeksizin oruca niyet edilmiş ise, üç gün oruç lazım gelir. Miktarı belirtilmeksizin sadakaya niyet edilmiş ise, on fakire birer fitre miktarı vermek icap eder.
248- Nezirde kastın bulunması veya bulunmaması müsavidir.
Bu bakımdan “ALLAH için bir gün oruç tutayım” diyecek yerde “bir ay oruç tutayım” denilse,
bir ay oruç tutulması lazım gelir. Bu ayı tayin, nezredene aittir. Hemen nezrin peşine oruca
başlanılmaması bir günah değildir.
249- “ALLAH Teâla için şu gün, Mesela perşembe günü oruç tutayım” diye yapılan bir nezir, en
yakın olan perşembe gününe ait bulunmuş olur. Bu yüzden yalnız o gün tutulacak oruç ile bu nezir
yerine getirilmiş olur. Her perşembe günü oruç tutulması icap etmez. Ancak buna niyet edilmiş olursa,
o takdirde icap eder.
250- Nezr edilen günlerden birinde oruç tutulmazsa, kaza lazım gelir.
Mesela “Muayyen günlerde oruç tutmasını adayan kimse, o günle-rin şiddetinden, pek sıcak
olmasından dolayı oruç tutmaya gücü yet-mezse, oruç tutmaz, kazasını müsait günlere, mesela kışa bırakır.
251- Oruç tutmak üzere yaptığı nezirden dolayı üzerine kaza lazım gelen kimse, bu kazayı tehir
edip de orucunu tutamayacak kadar yaşlansa, veya geçimini temin için pek meşakkatli bir sanat ile
meşgul bulunsa, oruç tutmaz, her gün için bir fidye verir. Fakirliğinden dolayı fidye vermeye gücü
yetmezse, ALLAH Teâla’dan mağfiret diler. Çünkü ALLAH’ü Azimüşşan Gafur'dur, Rahîm'dir.
252- Bir kimse, mesela: “Bir ay oruç tutayım” veya “itikafta bulu-nayım” diye adadığı halde,
henüz bir gün geçmeden vefat etse, ken-disine bir ay oruç tutmak veya itikafta bulunmak lazım gelmiş
olur. Ayın muayyen olup olmaması müsavidir. Bu halde her gün için bir fid-ye verilmesini vasiyet
etmiş olması icap eder. Vasiyeti bulunmadığı takdirde varislerinin müsâdeleri ile bu fidye, geriye kalan
mal varlığın-dan verilebilir.
Fakat bir kimse, hasta olduğu halde böyle bir nezirde bulunup da iyileşmeden vefat etse, kendisine bir
şey lazım gelmemiş olur. Ama arada bir gün iyileşmiş olsa bile, bir aylık fidye vasiyet etmesi icap eder.
İmam Muhammed’e göre yalnız iyileştiği günler miktarı fidye va-siyet etmesi lazım gelir.
253- “ALLAH Teâla'nın rızası için kurban keseyim” veya “nezrim olsun, kurban kesip etini
fakirlere dağıtayım” diye yapılan bir adak muteberdir. Fakat: “Şu hastalıktan iyi olursam bir koyun
keseyim” veya “filan türbe için bir kurban keseyim” gibi adaklar, vaatler, bir nezir mahiyetinde
değildir. Ve Hak Teâlanın rızasından başka bir kimse namına kurban kesilmesi caiz de değildir.
254- “Filan kimseye şu kadar para nezr ettim” veya “filan türbeye şu kadar mum nezr ettim” veya
“filan zatın gelmesi için kurban kesece-ğim” gibi sözler caiz değildir. Hele bir ölü hakkında: “Ey
mübarek zat! Sen benim şu işimi yoluna koyarsan, mesela: “Şu hastama şifa verirsen” veya “şu
kaybolmuş malımı bana iade ettirirsen, senin türbene şu kadar şey sarf edeyim tarzındaki adaklar
batıldır, haramdır. Bilakis: ALLAH rızası için şu fakire şu kadar para vermek nezrim olsun” veya
“ALLAH Teâla hastama şifa verirse” veya “şu kaybolmuş malımı bana iade eder-se, Hak rızası için
sadaka vereyim” veya “kurban kesip etini dağıtayım” veya “onların mescitlerine şu kadar hasır, zeytin
yağı alayım” gibi bir tarzda adak yapılabilir.
255- Adak kurbanının etini, adayan kimse yiyemeyeceği gibi hanımı ile usul ve furuu da yani babası,
anası, dedeleri, evladı, torunları da yiyemezler. Bunu, fakirlere sadaka olarak vermeleri lazımdır. Şayet yiyecek olurlarsa yediklerinin kıymetini sadaka olarak vermeleri icap eder.
256- Yapılan bir adak veya yemin keffareti, yerine getirilmezse, hakim tarafından yapılmasına
zorlanmaz. Çünkü bunlar sırf dini ibadetlerle alakalı mükellefe yönelik yapılması gerekli birer
vazifedir.

İTİKAFIN MAHİYETİ, NEVİLERİ, MEŞRU OLMASINDAKİ HİKMET

257- İtikaf, lügatta: Bir şeye devam etmek manasındadır. Bir şeye devam eden kimseye de
“mu’tekif” denir. Şer’i şerifte ise, itikaf: “Bir mescid-i şerifte veya o hükümdeki bir yerde itikaf niyeti
ile ikamet etmek” den ibarettir.
258- İtikaflar: Vacip, sünnet-i müekkede ve müstehap nev’ilerine ayrılır. Şöyle ki: Dil ile adak
yapılan bir itikaf, vaciptir. Ramazan-ı şerif’in son on gününde itikaf, kifaye yolu ile bir müekked
sünnettir. Başka bir zamanda ibadet ve itaat niyeti ile bir mescid-i şerifde bir müddet yapılan itikaf da
müstehaptır.
259- Bir itikafın en az müddeti, İmam Ebu Yusuf’a göre bir gündür. İmam Muhammed’e göre de
bir saattir. Bir saat, fıkıh alimlerine göre: Zamanın belirsiz az çok bir kısmı demektir. Yoksa bir günün
yirmi dörtte biri demek değildir.
(İtikafın en az müddeti, Malikilerce tercih edilen görüşe göre bir gündüz kadar, bir gecedir.
Şafiiler’e göre de “Sübhanellah” denilmesin-den bir an fazla olan çok az bir zamandır.)
260- İtikafın meşru kılınmasındaki hikmet ve faydaya gelince, bu pek mühimdir. Resulü Ekrem
(S.A.V) Efendimiz Medine-i Münevve-re'ye hicretinden sonra, ahirete göç etmelerine kadar her
Ramazan-ı şerif’in son on gününü itikaf ile geçirirlerdi.
İhlas ile olan bir itikaf, amellerin pek şereflisi sayılmaktadır. Bu sayede kalpler, bir müddet olsun dünya işlerinden ayrılmış, Hakk'a yönelmiş olur, birer beytullah olan mescitlerden birine bu suretle
devam eden bir mümin, pek kuvvetli bir kaleye sığınmış, Kerim olan mabu-dunun feyiz ve yardım
kapısına sığınmış olur.
İslam büyüklerinden meşhur Ata demiştir ki: “İtikaf yapan kimse, ihtiyacından dolayı büyük bir
zatın kapısında oturup ihtiyacımı yerine getirmedikçe buradan ayrılıp gitmem diye yalvaran bir kimseye
benzer ki, ALLAH Teala’nın bir mabedine sokulmuş, beni bağışlamadıkça buradan ayrılıp gitmem
demektedir.
Bir müminin her gün azalmakta olan hayat günlerinden istifade ederek böyle kudsi bir yerde bir
müddet ezeli yaratıcısına olanca varlığı ile yönelip saf bir kalp ile, tertemiz bir dille ibadet ve itaat da
bulunması, manevi bir zevke dalması ne müstesna bir ganimettir.
İtikaf eden kimse, bütün vakitlerini namaza tahsis etmiş demektir. Çünkü bilfiil namaz kılmadığı
vakitlerde de mescit içinde namaza hazır bir haldedir. Bu namaza hazır olma hali ise, namaz
hükmündedir.
Özetle itikaf sayesinde insanın maneviyatı yükselir, kalbi nurlanır, simasında kulluk nişaneleri
parlar, feyizlere erişmiş olur. Ne mübarek, ne güzel bir hayat anı!.

İTİKAFIN ŞARTLARI

261- Bir itikafın sahih olması, şu şartların bulunmasına bağlıdır.
1. İtikaf yapan kimse müslüman, akıllı ve temiz bulunmalıdır.
Bundan dolayı gayrimüslimin, delinin, cünübün, hayız ile nifas-dan temiz bulunmayanın itikafı
caiz olmaz.
Gayrimüslim ibadete, deli de niyete ehil değildir. Dinen temiz ol-mayanlar da mescitlere
girmekten men edilmişlerdir.
2. İtikafa niyet edilmiş olmalıdır.
Bundan dolayı niyetsiz olarak yapılan bir itikaf, muteber değildir. Zira bunun bir itaat ve ibadet
olabilmesi niyete bağlıdır.
3. İtikaf, mescitte veya o hükümdeki bir yerde yapılmalıdır.
Şöyle ki, içinde cemaatla namaz kılınan herhangi bir mescitte itikaf yapılabilir. Büyük camilerde
yapılması daha faziletlidir.
Kadınlar da kendi evlerinde mescit edinilen veya edecekleri birer odada itikafta bulunurlar.
Buraları onların haklarında birer mescit sayı-lır. Kadınların evleri dışındaki mescitlerde itikaf etmeleri
caiz ise de, mekruhtur. Kadınların kendi evlerinde namaz kılmaları, mescitlerde namaz kılmalarından
daha faziletli olduğu gibi, evlerinde itikafları da her türlü fitne ve fesat düşüncesinden uzak olması
sebebi ile mescit-lerde itikafta bulunmalarından daha faziletlidir.
(İmam Şafiiye göre itikaf, tazime layık bir yerde yapılabilir ki, o da mescitlerdir. Evlerde mescit edinilen yerler, bu tazime layık değildir.)
4. Vacip olan bir itikafta, itikaf eden kimse oruçlu bulunmalıdır. Bu halde orucun yanılarak
bozulması itikafa zarar vermez. Diğer itikaf-lar için oruç şart değildir. Çünkü onlar için bir müddet
yoktur. Hatta camii şerifden bir iki saat içinde çıkıncaya kadar itikafa niyet edilmesi de sahihtir.
(Şafiiler’e göre vacip olan bir itikafta da oruç şart değildir.)
262- İtikaf için bülûğ çağına ermek, erkeklik, hürriyet şart değildir.
Bundan dolayı akıllı olan çocuğun, kadının, kölenin itikafları da sahihtir. Şu kadar var ki, kadının
itikafı: Var ise kocasının, kölenin itikafı da: Efendisinin iznine bağlıdır. Hatta itikafda bulunmayı
adamış olsalar bile. İzin bulunmadığı takdirde kadın, adamış olduğu itikafı ko-casından ayrı kaldığı
günlerde, köle de azat edildikten sonra kaza eder.
263- Bir kimse, itikaf için hanımına izin verse, bundan dönemez; artık men etmesi sahih olmaz.
Efendi ise, kölesine vermiş olduğu izninden dönebilir.
Bir bedel karşılığında azad edilmek üzere efendisiyle bir anlaşma yapmış olan köle veya cariye ise, efendisinin izni olmasa da itikafta bulunabilir. Çünkü bu, kısmen hürriyetine sahiptir.

İTİKAFIN ADABI

264- İtikafın şu gibi edepleri vardır:
1. İtikaf, Ramazan-ı şerif’in son on gününde ve mescitlerin en faziletlisinde yapılmalıdır.
2. İtikaf esnasında hayırdan başka bir şey söylememelidir. Günahı gerektirmeyen şeyleri
konuşmakta bir sakınca yoktur. Bir ibadet itikadı ile sükut etmek ise, mekruhtur. Günah-isyan sayılan
şeylerden dili tutmak ise, ibadetlerin büyüklerinden biridir.
3. İtikaf esnasında Kuran-ı Kerim’i okumaya, hadis-i şerife, pey-gamberlerin güzel örneklerle
dolu hayatlarını, dini meseleleri okumak-okutmak ve yazmaya devam etmelidir.
4. İtikaf yapan kimse temiz elbiselerini giymeli, güzel kokular sürünmelidir. Başını da
yağlayabilir.
5. Kendine itikafı vacip kılacak kimse, buna yalnız kalben niyet etmekle yetinmemeli, bilakis dili
ile de söylemelidir.

İTİKAFA DAİR BAZI MESELELER

265- Bir muayyen mescitde, mesela Mescid-i Haram’da itikafa niyet eden kimse, başka bir
mescitde itikafa girebilir.
266- Bir ay itikafa adak yapıldığı halde bundan yalnız gecelere veya gündüzlere niyet edilse bu
niyet, sahih olmaz. Çünkü ay, muayyen miktardaki geceler ile gündüzlerden ibarettir. Bundan dolayı
geceli-gündüzlü bir ay itikaf icap eder.
267- Yalnız gündüzleri itikafta bulunmaya niyet edilmesi sahihtir. Bu halde her gün fecr
(şafak)ın doğuşundan evvel mescide girilip güneşin batışından sonra çıkılır, ve peş peşe olmasına
niyet edilmemiş ise, istenilen günlerde itikaf yapılabilir. Bir gün için itikafa niyet edildiği takdirde de
gece dahil olmaz. Fakat aralıksız şu kadar gün itikaf edilmesi adak yapılsa, geceler de adağa dahil olur.
Aksi de böyledir. Bu halde itikaf için güneşin batışından evvelce mescide gelinir, muayyen olan günler
ve geceler mescitte kalınır, son günün güneşin batışından sonra mescitten çıkılır, itikaf son bulmuş olur.
268- Muayyen bir Ramazan-ı şerif ayını itikaf ile geçirmeye adak yapılsa, o Ramazan-ı şerif
orucu, bu itikaf orucu için de yeterli olur. Bu adağa rağmen, o Ramazan-ı şerifte oruç tutulup da itikaf
yapılmasa, başka bir zamanda oruçlu olarak aralıksız bir ay itikaf edilmesi gerekli olur. Şayet itikaf
edilmeksizin diğer bir Ramazan-ı şerif girecek olsa, artık bunda yapılacak itikaf yeterli olmaz. Çünkü
bu takdirde kazaya kalan itikafın orucu, zimmette bizzat kendisi yapılması istenilen bir borç olmuştur.
Bu, ikinci Ramazan-ı şerif orucuyla ödenmiş olamaz.
269- Tayin etmeksizin bir ay itikafı adamış olan kimse, Ramazan-ı şerifte bir ay itikafta
bulunmakla bu adağını yerine getirmiş olamaz. Çünkü bu itikaf için bir ay oruç tutmayı da bu adak ile
gerekli kılmış bulunur. Ramazan orucu ise, kendisine ayrıca farz olan bir ibadettir.
270- Bir kimse, adadığı bir itikafı yapmadan vefat edecek olsa, her günü için bir fidye verilmesini
vasiyet etmiş olması lazım gelir. Çünkü vacip olan bir itikaf, orucun bir dalıdır. Bundan dolayı oruçtaki fidye, bunda da geçerli olur. Ancak fakir olursa, o halde Hak Teala’dan af ve mağfiret dilenmelidir.

İTİKAFI BOZUP BOZMAYAN ŞEYLER

271- İtikaf yapan kimsenin şer'î, tabiî veya zarurî bir ihtiyaç için mescitten dışarı çıkması itikafını
bozmaz.
Mesela: İtikaf yapan kimsenin cuma namazını kılmak için çık-ması, şer'î bir özür olduğundan
itikafına mani değildir. Zaten cuma na-mazı müddeti, malum olması sebebiyle adaktan müstesna
bulunmuş sayılır.
Yine aynı şekilde abdest bozmak, abdest almak veya gusletmek için çıkması da tabii bir özür olduğundan itikafa zarar vermez.
Yine böylece bulunduğu mescidin yıkılmak üzere bulunması veya oradan zorla çıkarılması da
zaruri bir özür olduğundan itikafa zarar vermez.
(Şafiiler’e göre cuma namazı için başka bir mescide çıkılıp gidil-mesi itikafı bozar. İtikaf, bir
hafta devam edecek ise, cuma namazı kılınır bir mescitte yapılmalıdır.)
272- Cuma namazını kılmak veya abdest bozmak için en yakın olan yere kadar çıkılır, akabinde
dönülür. Mescidi terk etmek özründen dolayı da başka bir mescide gidilip orada itikaf tamamlanır.
273- İtikaf eden kimsenin mescitten özürsüz yere çıkması itikafı bozar. Bu yüzden itikaf eden
kimsenin geceleyin veya gündüzün bir özür bulunmaksızın bir müddet mescitten kasten veya yanılarak
çıkacak olsa, itikafı bozulmuş olur. Bu müddet İmameyn'e göre bir günün yarı-sından fazla bir
zamandır. Bir görüşe göre bir saatten, yani bir günün belirsiz bir parçasından ibarettir. Kadın da itikaf
ettiği odadan özürsüz yere evi içerisine çıkarsa, itikafı bozulmuş olur.
274- Hastayı ziyaret etmek için, cenaze için, cenaze namazı için, şahitlikte bulunmak için dışarıya
çıkılması da itikafa manidir. Hastalık-tan dolayı bir saat kadar dışarıya çıkılması da itikafı bozar. Şu
kadar var ki, itikaf adak yapılırken hastaları ziyaret etmek veya cenaze namazında hazır bulunmak
istisna edilmiş olursa, bunlar için çıkılması itikafı bozmaz.
275- Ekseriyetle vaki olmayan bir özürden dolayı dışarı çıkmak da itikafa manidir.
Mesela: Boğulmak veya yanmak üzere olan bir kimseyi kurtarmak için veya cemaatin
dağılmasından dolayı dışarıya çıkılması da itikafı bozar.
276- İtikaf eden kimseye itikafı esnasında birkaç gün baygınlık veya delilik gelse, itikafı
bozulmuş olur. İyileşince yeniden itikafa başlar. Hatta bu hal devam edip birkaç sene sonra yok olsa,
yine itikafı kaza etmesi icap eder.
277- Yukarıdaki meseleler, vacip olan itikaflara göredir. Nafile olan itikaflarda bir özre bağlı
olsun olmasın, dışarı çıkmakla veya has-tayı ziyaret etmekle itikaf bozulmaz.
278- Vacip olan bir itikaf bozulunca kazası lazım gelir. Mesela muayyen bir ay için olan bir itikaf
esnasında bir oruç bozulsa veya dışarı çıkılsa, yalnız bu bir günlük itikaf için kaza lazım gelir. Fakat
muayyen olmayan, peş peşe bir ay için adanılmış bir itikaf esnasında böyle bir gün oruç bozulacak olsa,
yeniden bir aylık bir itikafa başla-mak icap eder. Bu bozulma gerek itikaf eden kimsenin yemesi
dışarıya çıkması gibi kendi fiili ile olsun ve gerek delilik ve baygınlık gibi kendi fiili olmaksızın olsun
müsavidir.
279- Başlanıldıktan sonra terk edilen nafile bir itikafın -zahiri rivayete göre- kazası lazım gelmez.
280- İtikaf eden kimse, hanımı ile cinsel ilişki veya bunu davet edecek öpme, okşama gibi
herhangi bir hareket, gerek gündüzün ve gerek geceleyin olsun haramdır. Cinsel ilişki ister kasten ve
ister unutarak olsun itikafı bozar, hatta meni gelmese bile. Diğerleri ise, menisi gelmedikçe bozmaz.
Nitekim bakmak ve düşünmek neticesinde gelecek olan meni de itikafı bozmaz.
281- İtikaf eden kimse, muhtaç olduğu şeyleri mescitte hazır bulundurmaksızın mescitte satın
alabilir, mescidi işgal etmeyecek şeyleri mescide getirebilir, mescitte yer, içer, mescidin içinde
hazırlan-mış münasip bir yer varsa, orada abdest alıp gusül yapabilir.
Böyle yer yoksa, dışarı çıkar, abdesti ve yıkanmayı müteakip he-men mescide döner.
282- İtikaf eden kimse, ezan okumak için minareye çıkabilir, hatta minarenin kapısı mescidin
içerisinden olmasa bile.

Ey ALLAH’ım! Bizi itikaf edenlerden ve samimiyetle ibadet edenlerden eyle!. Âmîn
Bütün hamd ü senalar sana mahsustur!. Ey Âlemlerin Rabbi!.