İKİNCİ KİTAP
TAHARETLER VE SULAR
HAKKINDADIR
İÇİNDEKİLER
• Mukaddime (4 imam ve hayatları)• Müslümanlıkta ibadetler, taharetler, bir kısım dini tabirler
• Suların kısımları
• Mutlak ve mukayyed suların nevileri ve hükümleri
• Su artıkları hakkındaki hükümler
• Kuyular hakkındaki hükümler
• Şer'an temiz sayılan ve sayılmayan şeyler ve hükümleri
• Tathir = temizleme yolları
• Özür sahiplerine dair bazı meseleler
• Özrün hükmü
• Kadınlara mahsus hayız ve nifas halleri
• Kadın adetlerine ait meseleler
• İstihaza haline ait meseleler
• Abdestin mahiyeti, abdestin farzları, sünnetleri, adabı
• Abdest duaları
• Abdestin sahih olmasına mani olmayan şeyler
• Mestler üzerine mesh verilmesi
• Meshin cevazındaki şartlar
• Mesh müddeti
• Sargı üzerine mesh
• Meshi bozan şeyler
• Abdesti bozan şeyler
• Abdesti bozmayan şeyler
• Gusül ve guslü icap eden haller
• Guslün farzları, sünnetleri, vasıfları
• Gusül etmeleri icap edenlere haram veya mekruh olan şeyler
• Teyemmümün mahiyeti
• Teyemmümün sünnetleri ve şartları
• Teyemmümü mübah kılıp kılmayan haller
• Teyemmümü bozan haller
MUKADDİME
Dünyanın her tarafına yayılmış olan milyonlarca müslüman, İslam tarihinin ilk asırlarındanzamanımıza kadar ibadetler hususunda ve muamelât (muameleler) ile ukûbât (cezalar) gibi İslam
Hukuku’nu teş-kil eden meseleler hususunda dört büyük müçtehidden birinin mezhebine tabi
olagelmişlerdir. Bu dört büyük müçtehid şu zatlardır:
1- İMAM-I A’ZAM EBÛ HANÎFE
Adı Nu'mân’dır, babasının adı da Sâbit’tir. H.80 tarihinde Kû-fe’de doğmuş, H.150 tarihinde
Bağdat’ta vefat etmiştir. Rahmetullahi aleyh. (ALLAH’ın rahmeti onun üzerine olsun.)
Sâbit, İmam Ali Hazretleri’ne hizmet etmiş, nesli hakkında onun duasını almıştır.
İmam-ı A’zam’ın annesi, Sâbit’in vefatından sonra İmam Cafer-i Sâdık ile evlenmiş, İmam-ı A’zam da bu
muhterem zatın yanında yetişmiştir. Ashâb-ı Kirâm’dan birkaç zatı görmüş olmak şerefine de sahiptir.
İmam-ı A’zam’a tabi olanlardan herbirine “Hanefî” veya “Hane-fiyyül mezheb” denir. Biz
Türkler ve diğer ırklara mensup birçok müs-lümanlar, bu büyük müçtehidin mezhebine tabi
bulunmaktayız. Bu sebeple amelde imamımız İmam-ı A'zam’dır.
İmam Ebû Hanîfe Hazretleri bütün Ehl-i sünnet tarafından takdir edilen dört büyük müçtehidin
birincisidir. İmam-ı A’zam denilince yal-nız kendisi hatıra gelir. İlmi, zekası, ahlakı, zühd-ü takvası
fevkalâde idi. İçtihadındaki yükseklik, mezhebindeki kolaylık ve mükemmeliyet bütün müslümanlarca
kabul edilmiştir.
İmam-ı A’zam’ın talebesi arasında da pek güçlü, büyük müçte-hitler yetişmiş, fakat hepsi de esas
bakımından üstadlarına tabi bulun-muş, hepside Hanefi fukahasından sayılmıştır. Bunların en
meşhurları İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve İmam Züfer gibi zatlardır.
İmam Ebu Yusuf, Yakub ibn-i İbrahim El-Ensari'dir. Dedesi Sa’d, Ashab-ı Kiram’dandır. Kendisi
H.113 tarihinde Kûfe’de doğmuş, H.182 veya H.192 tarihinde Bağdat’ta vefat etmiştir. Rahmetullahi aleyh.
Harunürreşid’in kâzı’l-kuzâtı (Başkadı - Şeyhü’l-İslam) bulunmuştur.
İmam Muhammed, Hasen-i Şeybani’nin oğludur. Babası Şam-lı’dır, kendisi H.135 tarihinde
Vasıt’ta doğmuştur, Kûfe’de yetişmiş, H.189 tarihinde Rey şehrinde vefat etmiştir. Rahmetullahi aleyh.
Din ilimlerine dair doksan dokuz kitap telif ettiği rivayet olunuyor. El-Meb-sût, Ez-Ziyâdât, El-
Camiu’l-Kebîr, El-Camiu’s-Sağîr, Es-Siyerü’l-Ke-bîr, Es-Siyerü’s-Sağîr başlıca kitaplarındandır. Bu
kitaplardaki mese-lelere “Zahirü’r-Rivaye” denir. Bunlara da "Zahirü’r-Rivaye Kitap-ları" denilir.
Hanefi mezhebinde en muteber olan rivayetler de bunlardır. İmam Mâlik’ten hadis okumuştur.
İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed’e (İmameyn) denir.
İmam Züfer, Isfahan’da, Basra’da valilik etmiş olan Hüzeyl adın-da bir zatın oğludur. İmam-ı
Azam’ın kendisine büyük teveccühleri vardı. H.110 tarihinde doğmuş H.158 tarihinde Basra’da vefat
etmiştir. Rahmetullahi aleyh.
İlmihalimizin ibadetlere dair ihtiva ettiği meseleler, bütün İmam-ı Azam’ın mezhebine göre
yazılmıştır. Bununla beraber bazı temel mese-lelerde diğer müctehitlerin mezheplerine de işaret
olunmuştur.
Hanefi mezhebindeki ihtilaflı meselelerde evvela İmam-ı A'zam-ın, sonra İmam Ebu Yusuf’un,
sonra İmam Muhammed’in, daha sonra da İmam Züfer’in görüşü, ictihadı tercih edilerek o şekilde amel
olunur. Bu bir esastır. Bundan yalnız bazı meseleler müstesnadır. Sırası gelince açıklanacaktır.
2- İMAM MALİK İBN-İ ENES
H.93 tarihinde Medine-i Münevvere’de doğmuş, H.179 tarihinde Medine-i Tahire’de vefat
etmiştir. Rahmetullahi aleyh.
İmam Malik, müslümanların varlıklarıyla gerçekten iftihar ettikleri dört büyük müctehidin
ikincisidir. Pek yüksek bir ilme, parlak bir zekaya, büyük bir zühd ve takvaya sahip idi. Mezhebi
vaktiyle Endülüs'e, bütün Mağrip (Kuzey Afrika) ülkesine yayılmıştı. Bugün de Fas, Sudan,
Trablusgarb, Cezayir, Yemen taraflarında yaygındır.
3- İMAM MUHAMMED İBN-İ İDRİS EŞ-ŞAFİİ
H.150 tarihinde Askalan'da, veya Şam beldelerinden Gazze'de doğmuş, H.204 tarihinde Mısır'da
vefat etmiştir. Rahmetullahi aleyh.
İmam Şafii nesebçe Kureyşî'dir, büyük dedesi Şafii, gençliğinde Rasûlü Ekrem (S.A.V) Efendimize
kavuşmak şerefine ermişti. O'nun babası Sabit de Bedir savaşında İslamiyeti kabul etmiş muhterem bir
sahabidir.
İmam Şafii, dört büyük müctehidin üçüncüsüdür. Pek büyük bir alimdir, pek büyük bir müfessir
ve muhaddistir. Tıp ilminde, şiir ve edebiyatta da ihtisası var idi. Mezhebi doğuya, batıya yayılmıştır.
4- İMAM AHMED İBN-İ MUHAMMED İBN-İ HANBEL
Şeyban kabilesine mensuptur. Aslen Mervez'lidir, H.164 tarihinde Bağdat'ta doğmuş, H.241 tarihinde Bağdat'ta
vefat etmiştir. Rahmetullahi aleyh.
İmam Ahmed de pek büyük bir alimdir, dört büyük müctehidin dördüncüsüdür. Hadis ilmindeki
bilgisi, kavraması da fevkaladedir. Ez-berinde bir milyon hadis-i şerif bulunduğu rivayet olunuyor.
"Müsned" adındaki kitabı otuz bin hadisten oluşmaktadır. Kuhistani'nin ifadesine göre elli bin yedi yüz
hadis-i şerif bulunmaktadır. Zühd-ü takvası, yüksek seciyesi, her türlü övgünün üstündedir. Mezhebi,
Necd ülkesine ve İslam aleminin diğer bazı parçalarına yayılmıştır.
Bu dört kudretli, mübarek imamın mezhebleri kitap, sünnet, icma-ı ümmet ve kıyas-ı fukaha üzerine
kurulmuştur.
Kitaptan maksat, Kur'an-ı Mübin'dir. Sünnetten maksat, Peygam-berimizin (S.A.V) mübarek
sözleri, işleri ve görüp de men etmeksizin sükût buyurmuş olduğu şeylerdir. Peygamber Efendimizin
(S.A.V) ev-velce men etmemiş olduğu bir şeyi görüp de ona karşı sükut buyur-maları, o şeyin meşru
olduğunu gösterir.
İcmâ-ı ümmetten maksat, bir asırda bulunan bütün müçtehitlerin bir hâdisenin şer'i hükmü
hakkında ittifak etmeleridir. Resûl-ü Ekrem Efendimiz: "Ümmetim dalâlet (sapıklık) üzerine
toplanmaz"1 buyur-muştur. Bir hadis-i şerifte de "Müslümanların güzel gördüğü birşey, ALLAH
katında da güzeldir"2 buyurulmuştur. Bu sebeple müslüman-ların dini varlıklarını temsil eden bütün
müçtehitlerin bir mesele hak-kında aynı görüş ve kanaatta bulunmaları, o mesele hakkında şer'an muteber
bir delildir, bir hüccettir.
Kıyas-ı fukahaya gelince bundan maksat da: Bir hâdisenin kitap ile, sünnet ile veya icmâ-ı ümmet
ile sabit olan hükmünü aynı illete, aynı sebebe, aynı hikmete bağlı olarak o hadisenin tam benzerinde
de meydana çıkarmaktan ibarettir. Bu ikinci hâdise hakkındaki hükümde güzelce düşünülünce anlaşılır
ki, yine kitap ile veya sünnet ile veya icma ile sabit bulunmuştur. Müçtehit ise yaptığı kıyas ile bu
hükmü ye-niden isbat etmiş olmuyor. Bilakis ikinci hadiseye göre kapalı bulunan bu hükmü yeniden
izhar etmiş, meydana çıkarmış oluyor.
Kıyası fukahâ, bir içtihat meselesidir. Bunun meşru olması, mak-bul olması ise şer'an sabittir.
“Ey akıl, basiret sahipleri düşünün de ibret alın.”3
Kur'an emri buna delildir. Resûl-ü Ekrem Efendimiz, ümmetinin fukahası için böyle bir içtihadı
câiz görmüş, güzel kabul etmiştir.
Nitekim Sahabe-i Kiram’dan Muaz b. Cebel (R.A.) Yemen’e kadı tayin olunmuştu. Peygamber
(S.A.V.) Efendimizin: "Ya Muaz! Ne ile hük-medeceksin?" suâline: "Kitap ile hükmedeceğim, onda
bulamazsam sünnet ile hükmedeceğim, onda da bulamazsam içtihadımla hük-medeceğim." diye cevap
vermekle Resûlü Ekrem Hazretleri: "ALLAH Teâla'ya hamd olsun ki; resûlünün elçisini resûlünün razı
olduğu şeye muvaffak buyurmuş"4 diye memnuniyetini belirtmişti.
Bu sebeple salâhiyetli zatların kıyas yolu ile içtihatta bulunmaları da şer'an pek güzel ve makbul
bulunmaktadır.
Kitap, sünnet, icmâ-ı ümmet ile kıyas-ı fukahaya, "Edille-i Erbaa= dört delil", "Usûlü Erbaa=
dört temel, asli delil" denir. Bütün müçtehitlerin ekseriyeti bu dört delili kabul etmiş, bütün yüksek
müçtehitler, şer'i hükümleri bu dört delilden birine veya bir kaçına dayandırmıştır. Artık bu delillerin
hepsini de kabul etmek gerekli bir vazifedir. Bu deliller insanların haklarını vazifelerini bildiren İslam
1 Taberani, el-Mucemü’l-Kebir; No:13623; 12/342
2 Hakim, el-Müstedrek: 3/78
3 Haşr sûresi: 2
4 Ebu Dâvud; Ekzıye:11; No:3592; 2/327; Tirmizi; Ahkam:3; No:1332; 3/62; Nesâî; Kuzat:11; No:5334; 8/230; A. b. Hanbel;
5/230
hukukunun gelişmesini temine mahsus birer çok yüksek feyiz ve hikmet kaynağıdır. Müslümanların
dini hayatı bu dört feyizli hikmet ve maslahat kaynağından asla uzak, beri olamaz.
Yukarıda mübarek adlarını yazdığımız dört büyük imam, müslümanlar hakkında bir ilahi rahmettir.
Bunlar dört temel delilden dini hükümleri çıkarmış, müslümanlara takip edecekleri yolu açıkça
göstermişlerdir. Artık bunlardan her hangisinin mezhebine uyan bir Müslüman, hak bir mezhebe intisap
etmiş, peygamberimizin yolunda bulunmuş olur.
Bu pek muhterem müçtehitlerin hepsi de dini meselelerin esasında ittifak etmişlerdir. Aralarında
bir ayrılık yoktur. Ancak ikinci derecede bulunan bir kısım fer'i (ayrıntılı) meselelerde ihtilaf
etmişlerdir. Fakat güzelce incelenirse görülür ki, bunların bir çoğu da görünüşte bir ihtilaftan başka şey
değildir. Çünkü bu meselelerin bir çoğunda bu mübarek zatlardan biri, bir azimet ve takva yolunu,
diğeri de bir ruhsat ve müsaade yolunu tercih etmiş, bu şekilde ümmeti merhumenin önünde geniş bir
rahmet sahası açık bulunmuştur. İşte: Ümmetimin ihtilafı bir rahmettir."1 Hadis-i şerifi ile buna işaret
buyurulmuştur.
Evet… Düşünmeli ki, müslümanlıkta ibadetlere, muamelelere ve diğer konulara âit ne kadar çok
meseleler vardır. Bunların hükümlerini, Kur'an-ı Mübin ile hadis-i şeriflerden ve ümmetin icmâından
bulup meydana çıkarmak öyle her müslüman için kolay birşey değildir. Bu pek büyük bir ihtisas işidir.
İşte bu yüksek müçtehitler, bu vazifeyi sadece Hak Teâla'nın rızası için yapmış, müslümanlara lazım
olan bütün meseleleri açıkça bildirmiş, her asırda milyonlarca ehli islama rehber olmuşlardır. Artık bu
muhterem zatların İslam milleti için ne büyük hizmetlerde bulunmuş olduğunda, bunların her türlü şükrana
layık bulunduğunda kim şüphe edebilir?
Bu kıymetli alimler büyük bir manevi kuvvet ve seciye ile ve pek güzel bir niyet ile içtihat sahasında
çalıştıkları içindir ki isabet ettikleri meselelerden dolayı ikişer kat, isabet edemedikleri meselelerden dolayı
da birer kat sevaba nail olmuşlardır.
Şunu da ilave edelim ki, bu dört büyük müçtehide ait dört mezhepten her birinin müntesipleri, kendi
mezheplerinin daha doğru, daha isabetli, sünnete, maslahata daha uygun ve daha elverişli olduğuna
inanırlar. Aksi takdirde, o mezhebi tercih etmelerinin hikmeti kalmaz.
Fakat bundan dolayı diğer mezheplerin itibârını azaltmak da akıllarından geçmez, bu dört
mezhebin dördüne de hürmet ederler. Bu hürmet, ehli sünnetin şiarıdır.
Malûmdur ki, İslam hukukunu ihtiva eden ilme, "fıkıh" denir. Fıkıh, lûgatta bir şeyi hakkıyla
bilmek, bütün esaslarıyla kavramak manasınadır. İbadetlere, muamelelere, cezalara dair dinî hükümleri
bildiren ilme, söylediğimiz gibi fıkıh ilmi adı verilmiştir ki, yazdığımız İlmihal bu fıkıh ilminin bir
şubesi demektir.
Dini hükümleri mufassal delillerden, yani yukarıda yazdığımız dört temel delilden anlayıp
çıkarmaya ilmi gücü olan İslâm âlimlerinden her birine fekîh, çoğuluna da fukaha denir. Müçtehitler
ise fukahanın en yüksek tabakasını teşkil ederler.
Dini hükümleri tayin ve beyan etmek salâhiyeti, bu kudretli fukahaya aittir. Hafızalarında binlerce
hadîs-i şerif, binlerce ilmî mesele bulunmuş olan bir nice insaflı âlimler, dinî hükümleri tayin
hususunda sözü fukahaya bırakmış, bu pek ince, müşkül vazifeyi ifa için kendilerinde salahiyet
görmemişlerdir.
Gerçekten mübarek isimleriyle sahifelerimizi süslemiş olduğumuz dört büyük imamdan,
muhterem müçtehitten her birine tâbi olan zatlar arasında öyle geniş bilgi ve kavrayışa, muhtelif
ilimlere sahip kudretli âlimler vardır ki, her biri ilim ve irfan hârikası iken içtihada cüret göstermemiş,
bu dört mezhep imamından birine intisabı kendisi için bir şeref bilmiştir.
Artık sınırlı bilgi sahibi kimselerin kendilerinde böyle bir salahiyet görmeye nasıl hakları olabilir?
Evet… İtiraf etmeliyiz ki biz, şer'î meselelerin, hâdiselerin hükümlerini, öteden beri herkesin
kabulüne mazhar olmuş olan o büyük müçtehitlerden öğrenmek mecburiyetindeyiz. İçtihat için gerekli olan
ilmî güce sahip olmayan kimselerin, dini meseleler hakkında -müçtehitlerin mezheplerine aykırı olarakkendi
anlayışlarına göre hükmetmeleri, kendi düşüncelerine göre cevap vermeleri ALLAH katında pek
büyük mes'ûliyete sebep olacaktır. Böyle bir kimse vereceği cevapta isabet etse bile, bilmeksizin cevap
vermiş olacağı için yine mesuliyetten kurtulamaz. Nitekim bir hadis-i şerif: "Sizin ateşe atılmaya en
1 Deylemi, Firdevs; No:6497; 4/160; Ebu Nuaym, Hılyetü’l-Evliya;7/119
cür'etkârınız fetvaya yani Şer'î meselelere dair cevap vermeye en fazla cür'et göstereniniz-dir."
meâlindedir.1
Bir kere düşünelim, bir kimse mesela tıbba, astronomiye veya fen ilimlerine dair bilgisi olmadığı
takdirde, bunlara ait söz söylemeye, yazı yazmaya cesaret edemez. Cesaret edecek olursa büyük
hatalara düşmüş, kendisini teşhir etmiş olur. Artık bu ilimlerden daha geniş ve ehem-miyeti, mes'ûliyeti
daha büyük olan dini ilimlere dair kâfi derecede malûmatı olmayan kimselerin söz söylemeye, cevap
vermeye cür'et göstermeleri nasıl doğru olabilir?. Böyle bir cür'et büyük mesuliyetleri gerektirmez mi?
Yine bunun gibi insanların yapmış oldukları kânun maddelerini bilmeyen kimselerin bu maddeler
hakkında gelişi güzel söz söylemeleri, bunların nelerden ibaret olduğunu ve nasıl tatbik edileceğini
tayin etme-ye kalkışmaları asla doğru görülemez. O halde ilahi bir kânun olan dinin yüksek hükümleri
hakkında lâyıkıyla bilgileri bulunmayan kimse-lerin söz söylemeye, cevap vermeye kalkışmaları nasıl
doğru olabilir? İnsan bunun mânevi mesuliyetini düşünerek titremelidir. Maddi men-faatler, yüz
gösterecek olan mesuliyetleri asla karşılayamaz.
Eğer dini hususlarda herkes, toplumun kabûlüne mazhar olmuş bulunan muhterem bir müctehide
tâbi olmaz da kendi düşüncesine göre söz söyleyecek olursa halk dînin yüce mahiyetini kaybetmiş,
büyük bir dalalet (sapıklık) içinde kalmış olur. Nitekim böyle ALLAH'ın nurun-dan mahrum,
karanlıklar dolu bir hal, geçmiş ümmetlerden bir çoğunun başına gelmiştir.
İşte bunun içindir ki, İslam milleti böyle bir dalalet (sapıklık)a düşmemek için öteden beri dört
muazzam müçtehitten birine tâbi olmuş, onu rehber edinmiş, o sayede mânevi mesuliyetten kurtulmak
çaresini elde edebilmiştir.
Kısacası, bu dört müçtehidin büyüklüğünde, onlara mensup dört mezhebin hak olmasında bütün
müslümanların ittifakı vardır. Bu dört mezhepten başkasına uyulmaması hakkında da yine bütün Müslümanların
adeta bir ittifakı gerçekleşmiştir. Çünkü bu dört mezhebi tesis eden dört müçtehidden her biri,
asr-ı saadete yakın bir zamanda yetişmiş, büyük bir ilim ile, güzel ameller ile, fevkalade bir zeka ile
vasıflanmış, eserleri zamanımıza kadar korunmuş, asırlardan beri bütün müslümanların teveccühlerine
nail olmuşlardır. Artık bu sayede müslü-manların arasında fazla ihtilaf kapısı kapanmış, tam salâhiyet
sahibi olmayanların içtihada kalkışmalarına meydan kalmamıştır.
Ara sıra yüz gösterecek bazı hadiselerin, meselelerin hükümlerini tayin hususunda ise bu dört
müçtehidden birinin takip etmiş olduğu esasa, koyduğu ve uyulmasını gerekli kılmış bulunduğu usûle
müracaat kâfidir. Bunlara uygun olarak dini ilimlerde iktidarları, faziletleri kabul edilmiş olan zatlar
tarafından bu gibi hâdiselerin, meselelerin hükümleri halledilip tayin edilebilir.
Bu muhterem dört müçtehide "Eimme-i Erbaa = Dört İmam;" İmam-ı Azam'dan başka üçüne
de "Eimme-i Selase = Üç İmam" denir. ALLAH Teâla Hazretleri hepsinden razı olsun. Amin.
MÜSLÜMANLIKTA İBADETLER, TAHARETLER
1- İslam dini, Hak Teâla'ya ibadetten, itaattan, teslimiyetten ibaret en yüce bir dindir. Bu mukaddesdin, insanların ALLAH Teâla'yı bilmek ona ibadet ve itaat'ta bulunmak için yaratılmış olduklarını
bildirmektedir.
Muazzam İslam dini insanları yükseltir, insanları melekler kadar temiz bir hayata erdirir, insanların
ruhlarını en ruhani duygular ile ay-dınlatır. Bütün kâinâtın mukaddes yaratıcısına kullukta bulunmalarını
emreder.
Ezelî, Kerîm mabudumuzun manevi huzuruna kabul edilmek, insan için ne büyük bir nimet, ne
yüksek bir şereftir. İşte ibadet ve itaat, insana bu nimeti, bu şerefi temin eder.
Uyanık bir ruhun ferahlaması, sağlam düşünceli bir insanın kalben huzura, hakiki bir neşeye, bir
saadete nail olması ancak Hak Teâlâ'ya ibadet sayesinde elde edilir.
İbadet ve itaat zevkinden mahrum olanlar kendi yaratılışlarındaki hikmetten gafil bulunan
biçarelerdir.
Hak Teâlâ'ya kullukta bulunmayanlar borçlu oldukları şükran vazifesini terk etmiş, ebedi
hayatlarını tehlikeye bırakmış zavallı kimselerdir.
Hiç şüphe yok ki insanların refahı, selameti, hakiki varlığı Hak Teâlâ'ya güzel niyetle, samimi bir
1 Darimî, Mukaddime: 20; No: 157; 1/69
kalp ile ibadet ve itaatta bulunmakla gerçekleşir. İbadetlerin bir kısmı ise taharet ve nezafete bağlıdır.
2- Müslümanlık taharet ve nezafete büyük bir ehemmiyet vermiş-tir. Taharet ki maddi ve manevi
sûrette temizlik demektir, bir kısım ibadetlerin şartıdır, başlangıcıdır, anahtarıdır. Temizlik
bulunmadıkça bu ibadetler yerine getirilemez. Temizlik bulunmadıkça insan Hak Teâlâ'nın manevi
huzuruna giremez. Nitekim bir hadis-i şerifte: "Temizlik imandandır."1 buyurulmuştur.
"Namazın anahtarı temizliktir."2 buyurul-muştur.
Aynı zamanda temizlik sıhhate sebeptir, rızkın artmasına vesile-dir. Nitekim:
"Temizliğe devam et ki rızkına genişlik verilsin." diye buyurul-muştur.3
Kısacası, ehliyet ve salâhiyet sahibi olan her insan bir takım ibadetlerle, taharetlerle dinen
vazifelidir. Bir takım şeyleri yapmakla bir takım şeyleri de terk etmekle mükelleftir. Bunlara dair
ilmihâlimizde oldukça malumat verilecektir.
Ancak dini kitaplarda, yazılarda, konuşmalarda çok kere tekrar edilen bir takım tabirler vardır ki,
ilk evvel bunların manalarını bilmek lazımdır. Bu sebeple evvela bunların lûgat ve ıstılah manalarını
yazacağız.
BİR KISIM DİNİ TABİRLER
3- İBADET: Lûgat'ta; kullukta bulunmak demektir. Şeriat ıstıla-hınca, "yapılmasında sevapolup, güzel niyetle beraber bulunan her-hangi bir ameldir ki Hak Teâlâ'yı tazim etmek için
yapılır." Namaz kılmak, oruç tutmak gibi.
4- TAAT: Emri tutmak emre sarılmak demektir ki buna itaat de denir. Şer'an taat,
"yapılmasından dolayı sevap bulunan herhangi bir ameldir, gerek niyetle beraber olsun ve gerek
olmasın." Kur'an-ı Kerimi okumak gibi. Hak Teâlâ'nın emirlerini gönül isteğiyle yerine getirmek birer
tâat'tır.
5- KURBET: Yakınlık demektir. Şer'an, "Hak Teâlâ'ya manevi bir halde yakınlığa sebep olan
herhangi bir güzel ameldir." Sada-kalar, nafile kılınan namazlar gibi.
6- : Kast manasınadır ki kalbin bir şeye azmi yönelmesi demektir. Şer'an, "yapılan bir
vazifeyle Hak Teâlâ'ya tâatta bulun-mayı ve ona manen yakınlaşmayı kast etmekten ibarettir."
Bir amelin bir ibadet olabilmesi için böyle bir niyete ihtiyaç var-dır. Mesela, biz namazlarımızı
yalnız ALLAH Teâlâ'nın emrine itaat etmek, rızasını kazanmak için kılarız. İşte bu, namaz hakkında bir
niyet-tir. Yoksa sadece başkalarına göstermek veya öğretmek veya bedence istifade etmek için namaz
tarzında yapılacak hareketler, bir ibadet mahiyetinde bulunmuş olamaz. Niyetle beraber olan bir taharet,
mesela bir abdest de bir ibadettir.
7- TEKLİF: Bir kimseye meşakkatli bir şeyi emretmek, yapılma-sını gerekli kılmaktır. Istılahta:
İslam şeriatının "ehliyet ve salahiyet sahibi olan" insanlara bir takım şeyleri yapmalarını, bir takım
şeyleri de terk etmelerini emretmek ve yapılmasını gerekli kılmaktan ibarettir. Bunlar ile böylece dinen
memur ve vazifeli olan bir insana da "mükellef" denir. Çoğulu "mükellefin"dir.
İnsanlar ehliyetleri, kudretleri nisbetinde mükellef olurlar. Akıllı ve bülûğ çağına ermiş olan
kimsenin ehliyeti tam olacağından mükel-lefiyeti de o nisbette tam bulunur.
8- AKIL: Ruhun bir kuvvetidir ki, insan onun vasıtasıyla bilgi sahibi olur. İyi ile kötüyü ayırır,
eşyanın hakikatlerini sezebilir.
Diğer bir tarife göre akıl, bir ruhani nurdur ki; insana yürüyeceği yolu aydınlatır, insanı haktan,
hakîkatten haberdar eder, bu ruhi kuvvete sahip olan kimseye "âkil" denir. Bundan mahrum olana da
"mecnun" denilir.
1 İbni Hıbban; No:5459; 7/ اَلدِّينُ ) 410 ) lafzıyla mevcuttur.
2 Ebu Davud; Taharet:31; No:61; 1/63 Salât:74; No:618; 1/223
3 Alaüddin Ali el-Mütteki, Kenzü’l-Ummal; No: 44154; 16/129
9- BÜLÛĞ: Muayyen çağa yetişmek, muayyen vasıflara sahip olmak demektir. Muayyen
vasıflara sahip olan veya muayyen yaşta bulunan kimseye "bâliğ, bâliğa" denir. Şöyle ki, ihtilam olan,
yani uykuda gördüğü bir rüyadan dolayı kendisine yıkanmak lazım gelen bir erkek bâliğdir. Evlendiği
takdirde, çocuk yapabilecek genç bir erkek de bâliğdir. Yine böylece hayız denilen kadınlık âdetini
gören veya evlenip gebe kalan bir kız da "bâliğa"dır.
Bâliğ veya bâliğa olma yaşının başlangıcı, bir erkek çocuk için tam on iki ve bir kız çocuk için de
tam dokuz yaştır. Bu yaşların sonu da her ikisinde tam on beş yaştır.
Böyle on beş yaşını bitirmiş olduğu halde kendisinde ihtilam gibi, hayız gibi, gebelik gibi bülûğ
eseri belirmeyen kimse, hükmen bâliğ, bâliğa sayılır.
10- HÜKÜM: Karar, îcap, gerekli kılmak, etkili olmak, emret-mek, güzel âkibet manalarında
kullanılır. Istılahta: Bir şeyin üzerine düşen, gerekli olan netice demektir. Mükelleflerin fiilleriyle
alakalı olan dini hükümlerden her birine "hükm-i şer'i = şer'i hüküm" denir. Ço-ğulu "Ahkam-ı
şer'iyye = şer'i hükümler"dir.
Mesela zekat farzdır, hırsızlık haramdır denilmesi birer şer'i hükümdür.
11- EF'ÂL-İ MÜKELLEFİN: Mükellef insanların yaptıkları iş-lerdir ki: Farz, vâcip, sünnet,
müstehap, helal, mübah, mekruh, haram, sahih, fasit, batıl gibi kısımlara ayrılır.
12- FARZ: Yapılması dinen kat'i surette lazım gelen herhangi bir vazifedir ki, farz-ı kat'i ve farzı
zanni kısımlarına ayrıldığı gibi, farz-ı ayn ve farz-ı kifaye kısımlarına da ayrılır.
13- FARZ-I KAT'İ: Kesin şer'i bir delil ile sabit olan yani; ya Kur'an-ı Mübin'in açık bir ayeti ile
veya Peygamberimizin (S.A.V) hadis-i şerif denilen açık sabit bir mübarek sözü ile yapılması kat'iyyen
bildirilmiş olan vazifedir. Namaz, zekat gibi.
14- FARZ-I ZANNİ: Müctehidlerce kat'i bir delil ile yakın derecede kuvvetli görülen zanni bir delil
ile sabit olan vazifedir ki, amel hususunda farz-ı kat'i kuvvetinde bulunur. Buna "farz-ı ameli" de denir.
Bununla beraber böyle bir şeye delilin zanni olmasından dolayı "vâcip" adı da verilir. Bu halde
farz-ı ameli, farz nevilerinin zayıfı, vâ-cip nevilerinin de kuvvetlisi bulunmuş olur. Nitekim abdestte
mutlaka başa mesh etmek bir farz-ı kat'idir. Başın dörtte biri miktarına meshet-mek ise bir farz-ı
amelidir.
15- FARZ-I AYIN: Mükelleflerden her birinin yapması lazım gelen farzdır. Beş vakitteki
namazlar gibi.
16- FARZ-I KİFAYE: Mükelleflerden bazılarının yapmalarıyla diğerlerinden sakıt olan yani;
onlar için yapmak mecburiyeti kalmayan farzdır. Cenaze namazı gibi.
Farzların yapılmasında büyük sevaplar vardır. Özürsüz yere yapılmaması da ilahi azaba sebeptir.
Farz-ı kifayeyi müslümanlardan bir kısmı yapmadığı takdirde, bundan haberleri olup, bunu yapmaya
imkanı bulunan bütün müslümanlar ALLAH'ü Teâla katında mesul, günahkar olurlar.
Kat-i bir farzı inkar, kafirliktir. Ameli bir farzı inkar da bidattır, günahı gerektirir. Bütün bunlar,
farzların hükmüdür. Farzın çoğulu feraizdir.
17- VÂCİB: Yapılması şer'an kat'i derecede bir delil ile sabit olmamakla beraber her halükârda
pek kuvvetli bir delil ile sabit bulunan şeydir. Vitir ve bayram namazları gibi.
Vâciplerin yapılmasında sevap, terk edilmesinde de azap vardır. İnkar edilmesi bidattır, günahtır.
Bunlar da vâciplerin hükmüdür. "Veci-be" tabiri bazen farz, bazen de lazım, vâcip yerinde kullanılır.
Çoğulu: vecâip'dir.
18- SÜNNET: Resûl-i Ekrem (S.A.V) Efendimizin farz olmayarak yapmış oldukları şeydir.
"Sünnet-i müekkede" ve "Sünnet-i gayr-i müekkede" kısımlarına ayrılır. Sünnet-i seniyyenin bir manası
da mukaddimede geçmiştir. Sünnet'in çoğulu da sünen'dir.
19- SÜNNET-İ MÜEKKEDE: Peygamber (S.A.V) Efendimizin devam edip pek az terk
buyurmuş oldukları sünnettir. Sabah, öğle ve akşam namazlarının sünnetleri gibi.
İslam dininde yapılması pek gerekli olan ezan, ikamet, cemaate devam gibi sünnetlere: "Sünen-i
Hüda" denir ki, bunlar da birer sünnet-i müekkededir.
20- SÜNNET-İ GAYR-İ MÜEKKEDE: Fahri alem (S.A.V) Efendimizin ibadet maksadıyla ara
sıra yapmış oldukları şeydir. Yatsı ve ikindi namazlarının ilk sünneti gibi.
Resûlü Ekrem (S.A.V) Efendimizin yiyip içmeleri, giyinip kuşanmaları, oturup kalkmaları gibi
hal ve hareketlerine ait şeylere de "sünen-i zevaid" adı verilmiştir ki, bunlar da birer sünnet-i gayr-i
müekkede demektir.
Sünnet-i müekkede ve sünnet-i hüda denilen sünnetlerin yapılma-sında sevap, kasten terk
edilmesinde de azap değilse de kınama vardır. Gayr-i müekkede ve zevaid denilen sünnetlerin yapılması
ise pek güzel-dir. Sevgili, pek aziz Peygamberimiz (S.A.V)e uymanın bir alameti olduğundan sevaba
ve o kudsi Peygamberimiz (S.A.V)in şefaatine bir vesiledir. Fakat terk edilmesi kınamayı gerektirici
görülmemektedir. Bunlar da sünnetlerin hükmüdür.
Sahabe-i Güzîn’in hal ve hareketlerine, takip ettikleri zühd ve takva yollarına da biz Hanefilerce
"Sünnet" denir.
21- MÜSTEHAP: Lügatta sevilmiş şey demektir. Istılahta: "Resûl-ü Zîşan (S.A.V) Efendimizin
bazen yapıp bazen terk buyurmuş oldukları şeydir." Kuşluk namazı gibi. Bu, bir nevi sünnet-i gayri
müekkede demektir.
Peygamber (S.A.V) Efendimiz, müstehap denilen şeyleri sevip yapılmasını tercih buyurmuştur.
Selef-i Salihin de bunları seve seve işlemiş, bunların yapılmasını din kardeşlerine tavsiye etmiş, bu
hususta rağbet ve teşvikte bulunmuşlardır.1 Müstehaplara: Mendup, fazilet, nafile, tatavvu', edep adı da
verilir, Şöyle ki, müstehap olan bir şeye, sevabı çok olup, işlenmesi istenildiğinden dolayı mendup,
fazilet denir. Farz ile vâcip üzerine ilave olarak yapıldığı için de nefl = nafile denir. Kat'i bir emre
dayanmaksızın sadece teberru sureti ile yapıldığı için de tatavvu' adı verilir. Güzel ve övülmüş bir
haslet olması dolayısı ile de edep denilmiştir. Çoğulu adaptır. Edep için bu eserin ahlak kısmına da
müracaat. Müstehabın yapılmasında sevap vardır. Yapılmamasında ise kınama, kötüleme ve tenzihen
olsun kerahet yoktur. Bunlar da müstehapların hükmüdür.
(Şafii ve Hanbeli fukahasına göre sünnetler ile müstahaplar, menduplar birdir; herhangi bir sünnete
müstehap veya mendup da denir.)
22- HELAL: Şer'an câiz görülen herhangi bir şeydir ki, yapıl-masından, kullanılmasından dolayı
kınama lazım gelmez.
Helalin her türlü şaibeden beri, saf, temiz, kısmına "Tıyb" ve "Tayyib " denir.
23- MÜBAH: Yapılması da, yapılmaması da şer'an câiz bulunan şeydir ki, yapılmasında sevap,
terk edilmesinde de günah yoktur. herhangi helal bir yiyeceği veya meyvayı yiyip yememek gibi.
24- MEKRUH: Lugatta sevilmeyip çirkin, nahoş görülen şey de-mektir. Istılahta: "Yasaklandığı
ve men edildiği sabit olmakla bera-ber ona aykırı, zıt bir emare görülen şeydir ki, yapılması
doğru görülmeyip terk edilmesi her halükârda iyi görülür.
25- KERAHET: Esasen bir şeyi fena görmek, bir şeye razı olma-mak manasınadır. Şer'an: "Terk
edilmesi her halukarda iyi olan bir şeyin terk edilmeyip yapılması" demektir ki, iki kısma ayrılır.
Birisi "Keraheti tahrimiyye"dir ki, harama yakın olan kerahettir. Diğeri de "Keraheti tenzihiyye"dir
ki, helâle yakın bulunan kerahettir .
Bu İmam-ı A'zam ile İmam Ebu Yûsuf'a göredir. İmam Muhammed'e göre keraheti tahrimiyye ile
mekruh olan birşey haram kısmındandır. Yani haram gibi ahiret azabını gerektirici olur. Keraheti tenzihiyye
ile mekruh olan birşey ise ittifakla helâle yakındır. Bunun yapılması, azabı gerektirmez. Fakat terk edilmesi
oldukça sevaba vesile olur .
Fıkıh kitaplarında mutlak surette kullanılan "kerahet" tâbirinden çok kere keraheti tahrimiyye
kastedilir. Nitekim ileride görülecektir
26- HARAM: Yapılması, kullanılması, yiyilip içilmesi şer'i şerifte kat'î bir delil ile men'edilmiş
olan herhangi bir şeydir ki, "haram liaynihî" ve "haram ligayrihî" kısımlarına ayrılır .
27- LİAYNİHİ HARAM: Haddi zatında herkese karşı haram olan şeydir. Lâşe, şarap, akan kan
gibi .
28- LİGAYRİHİ HARAM: Haddi zatında helâl olup, başkasının hakkından dolayı haram olan
şeydir ki, sahibinin meşru' surette izni bulunmadıkça ondan başkaları için istifade câiz olmaz.
Komşularımıza, vatandaşlarımıza ait olan herhangi kıymetli bir mal veya bir yiyecek gibi .
Haram olan şeylere "Muharremât" denir. Haramın terkinden dolayı sevap, yapılmasından dolayı da
azab vardır. Haram olduğu ittifak ile kesin olarak sabit olan bir şeyi helâl saymak ise insanı imandan
mahrum eder. Bunlar da haramın hükmüdür .
1 Üstâdımız Mahmut Efendi (K.S) müstehap hakkında şöyle demişlerdir: "Müstehap yapılması sevimli olan şey demektir.
Yani ALLAH Teâla müstehabı, o şeyin yapılmasını seviyor. Dolayısıyla ALLAH Teâla müstehabı yapanı da sever."
29- SAHÎH: Rukûn (temel esas)larını, şartlarını tamamen bulun-duran herhangi bir ibadet veya
muameledir. Meselâ farzlarına, vâciple-rine riâyet edilerek kılınan bir namaz, sahihtir .
30- CÂİZ: Yapılması şer'an yasak olmayan şey demektir. Bazen sahih yerinde, bazen de mübah
yerinde kullanılır .
Bazı muameleler, dünya hükümleri bakımından sahih olduğu hal-de ahiret hükümleri bakımından
câiz olmaz. Cum'a namazı ile mükellef bir kimsenin Cum'a ezanı okunurken yaptığı alım-satım
muamelesi gibi. Böyle bir muamele sahihtir, geçerlidir. Fakat manevî mesuliyeti gerek-tirdiği için câiz
değildir .
31- FASİD: Aslen sahih olup, vasfı yönüyle sahih olmayan, yani bizzat kendisi meşru iken
gayrimeşru bir şeyle beraber olması sebe-biyle meşru olmaktan çıkan şeydir. İbadet hususunda fasid ile
batıl bir hükümdedir .
Meşru olan bir ameli bozup iptal eden şeye de "Müfsid" denir. Kasten yapılması azaba sebep ise de,
yanılarak yapılması sebep değildir. Namaz içinde gülmek gibi ki, esasen sahih olan namazı ifsad eder .
32- BÂTIL: Rükün(temel esas)larını veya şartlarını tamamen veya kısmen bulundurmayan
herhangi bir ibadet veya muameledir. Bir özür bulunmaksızın taharetsiz kılınan namaz gibi .
33- TAHARET: Lügatta nezafet, temizlik demektir. Şer'an taharet, habes, necaset denilen maddeten
pis şeylerin veya hades denilen şer'î bir engelin ortadan kalkmasından ibarettir. Temiz olan şeye "Tâhir"
temiz-leyici şeye "Tahûr" ve "Mutahhir", temizlemeye de "Tathir" denir .
Taharetler, Tahareti suğrâ ve Tahareti kübrâ, yani küçük temizlik, büyük temizlik diye ikiye
ayrılır.
34- TAHARET-İ SUĞRÂ: Abdestsizlik denilen hali gidermek su-retiyle olan temizliktir. Abdest
almak gibi .
35- TAHARET-İ KÜBRÂ: Cünüblük, hayız ve nifas denilen hallerden çıkmak için ağıza, buruna su
alıp bütün vücudu yıkamak suretiyle yapılan temizliktir ki, buna "Gusül, İğtisal, Boy abdesti" de denir.
36- HADES: Bazı ibadetlerin yapılmasına şer'an mani olan ve hükmen necaset sayılan bir haldir.
Hades-i asgar (küçük hades), Hades-i ekber (büyük hades) kısımlarına ayrılır .
37- HADES-İ ASGAR: Taharet-i suğra ile, meselâ yalnız abdest ile giderilen taharetsizlik
halidir. İdrar yapmak ve ağız, burun gibi bir uzuvdan kan gelmek sebebiyle meydana gelen hades gibi.
38- HADES-İ EKBER: Taharet-i kübrâ ile, yani ağzı, burnu ve bütün bedeni yıkamakla giderilen
taharetsizlik halidir. Bu da cünüplükten ve hayız, nifas denilen arızalardan ileri gelir. Nitekim ileride
tafsilâtı görülecektir.
39- HABES: Maddeten temiz olmayan, nâpâk denilen herhangi bir şeydir. Buna "Necis" ve "Hakiki
necaset" de denir. Şöyle ki, esasen veya arızî olarak temiz bulunmayan bir maddeye "Necis","Necaset"
denir. Çoğulu Encâs'tır. Meselâ, Sidik esasen necis olduğu gibi sidikli bir elbise de necistir, yani pistir, murdardır. Esasen murdar olan şeye "Neces" de denilir.
Hakikî necasetler, namazda muaf olan miktarlarına göre "necaset-i hafife","necaset-i galiza =
mugallâza" kısımlarına ayrıldığı gibi akıcı olup olmamaları itibariyle mayi (sıvı) ve camid (katı)
kısımlarına ve gö-rülüp görülmemeleri bakımından da "Necaset-i mer'iyye" ve "Necaset-i gayr-i
mer'iyye" kısımlarına ayrılır.
40- NECASET-İ HAFİFE: Pis olduğuna dair hakkında -başka zıt bir delil bulunmak üzere- şer'î bir
delil mevcut olan şeydir. Bu gibi neca-setler, bir delile göre murdar görülmekte ise de, diğer bir delile göre
mur-dar sayılmamak lâzım gelmektedir. Eti yenen hayvanların sidikleri gibi.
41- NECASET-İ GALİZA: Pisliği hakkında şer'î bir delil mevcut olup, aksine başka delil
bulunmayan şeydir. Lâşe gibi.
42- NECASET-İ MER'İYYE: Hacmi olan veya kuruduktan sonra görülen herhangi bir pis
maddedir. Akmış kanlar gibi.
43- NECASET-İ GAYR-İ MER'İYYE: Katı, bir hacmi olmayan veya bulaştığı yerde
kuruduktan sonra görülmeyen herhangi murdar bir maddedir. Sidik gibi.
Kısaca, gerek hakikaten ve gerek hükmen temiz olmayan şeyler, bazı ibadetlerin yapılmasına
mânidir. Bunları usulü dairesinde temizle-mek lâzımdır. Temizlik hususunda en çok kullanılan şey ise sudur.
Bu sebeple hangi şeylerin temiz olup olmadığını ve temiz olma-yanların nasıl temizleneceğini
bilmek her müslüman için lâzımdır. Bu hususlara dair şer'i şerif bakımından sırasıyla bilgi verilecektir.
SULARIN KISIMLARI
44- Sular şer'an iki kısımdır. Biri, mutlak sulardır ki, su denildiği zaman yalnız bu kısım hatıra
gelir. Bunlar yaratıldıkları vasıf üzere duran yağmur, kar suları, deniz, göl, ırmak, pınar, kuyu sularıdır.
Bun-lardan her birine "Mâ-i mutlak = Mutlak su" denir.
Diğeri mukayyed sulardır ki, herhangi bir maddenin karışması ile yaratılmış oldukları halden
çıkmış ve hususî bir ad almış olan sulardır. Gül suları, çiçek suları, asma, üzüm, et suları gibi.
Bunlardan her birine de "Mâ-i mukayyed = Mukayyed su" denilir.
45- Mukayyed sular, biri aslî, diğeri de gayrı aslî olmak üzere iki türlüdür. Aslî olanlar: Kavun,
karpuz, asma ve gül suları ve benzerle-ridir. Gayri aslî olanlar da esasen mutlak su iken sonradan olan
bir du-rum sebebiyle mukayyed olan sulardır. İçine düşen yaprakların çürüme-leriyle tabiatı olan rikkat
ve seyelân = incelik ve akıcılık halini kaybe-derek bozulan bir su gibi.
46- İçinde nohut, mercimek gibi temiz bir şeyin pişmesiyle incelik ve akıcılığı kalmamış olan bir
su da mukayyed bir su sayılır.
Aynı şekilde, içine karışan mukayyed bir su ile üç vasfından, yani renk, koku ve tadından birini
veya ikisini kaybeden mutlak bir su da mukayyed olmuş olur. Şöyle ki, bir mutlak suya süt gibi renk ve
tattan ibaret iki vasfı olan veya karpuz suyu gibi tattan ibaret bir vasfı bulunan bir sıvı karışıp
kendisinde bu vasıflardan yalnız biri belli olsa veyahut sirke gibi renk ile tat ve kokudan ibaret üç vasfı
bulunan bir sıvı karışıp da bu vasıflardan ikisi belirse artık o mutlak su, mukayyed olmuş olur.
47- Bir mutlak su, yosun tutmakla veya dura dura bozulmakla ve-ya içine tadını değiştirmeyecek
miktarda sabun, zağferan, toprak veya yaprak gibi temiz ve katı şeyler düşmekle veya içinde mısır,
nohut gibi şeyler ıslatılmakla mutlak olmaktan çıkmaz. Hatta rengi,kokusu ve lez-zeti bozulmuş olsa
bile. Şu kadar var ki; böyle bir sebeple tabiâtını kay-betmiş yani; inceliği, akıcılığı kalmamış olursa
artık bir mutlak su ol-maktan çıkmış olur.
MUTLAK SULARIN NEVİLERİ VE HÜKÜMLERİ
48- Mutlak sular, "Tahir ve mutahhir=Temiz ve temizleyici" olup olmamak bakımından şöylecebeş nevidir.
1) Temiz ve temizleyici olup, kullanılması mekruh olmayan sular-dır. Üç vasfı yani rengi tadı ve
kokusu bozulmamış ve kendisinde mek-ruh olmayı gerektiren birşey bulunmamış olan herhangi mutlak
bir su bu kısma dahildir. Bu su hem içilir, hem yemeklerde kullanılır, hem de kendisi ile her türlü
temizlik yapılabilir.
2) Temiz ve temizleyici olmakla beraber kullanılması mekruh olan sulardır. Ev kedisi gibi ehli bir
hayvanın veya çaylak, doğan gibi yırtıcı bir kuşun veya evlerden eksik olmayan fareler gibi haşerelerin
kendisinden içmiş olduğu mutlak bir su gibi. Başka bir su varken bu türlü suları içmek, yemek veya
temizlikte kullanmak tenzihen mekruhtur.
3) Temiz olduğu halde temizleyici olmayan sulardır. Bunlar bir hadesi = hükmen necaset olan bir şeyi
gidermek, farzı yerine getirmek veya sevap kazanmak için insanın bedeninde veya bir uzvunda kullanılan
sulardır. Bunlardan her birine: "Ma-i Müstamel = kullanılmış su" denir.
Mesela, abdestsiz olan bir müslümânın bütün abdest azalarında veya bir uzvunda ve cünüp
bulunan bir müslümânın bütün bedeninde kullandığı su, bu kısımdandır.
Abdesti olan bir Müslümanın sevap niyetiyle başka bir yerde veya bir ibadet yaptıktan sonra aynı
yerde tekrar abdest aldığı su da böyledir.
Aynı şekilde, yemeklerden evvel ve sonra Peygamberimizin sünnetine riayet etmek maksadıyla el
yıkamakta kullanılan sular da böyledir.
Bu sebeple bu müstamel sular, her ne kadar temiz olup, maddi necasetleri giderebilirse de hükmi
necasetleri gideremez, yani bunlar ile ne abdest alınabilir, ne de gusül edilebilir.
Mâ-i müstamelin böyle temiz ve temizleyici olmaması İmam Mu-hammed'e göredir. Fetva da bu
şekildedir. İmam-ı Azam ile İmam Ebu Yusuf'a göre bu su, temiz de değildir, pis sayılır.
(İmam Malik ile İmam Şafiî'nin bir görüşüne göre bu müstamel sular, hem temiz hem de temizleyicidir.
Fakat tekrar kullanılmaları mekruhtur.)
4) Temiz olmayan sulardır. İçine necaset düştüğü kesinlikle veya kuvvetli bir zan ile bilinen az
miktarda ki sular gibi. Bunlar necaset hükmündedir.
İçine düşen necasetten dolayı rengi veya tadı veya kokusu bozul-muş olan ve "büyük havuz"
denilen büyük sular ile akıcı sular da bu hükümdedir. Şöyle ki; rakid, yani akmayan, durgun bir suyun
yüzeyine bakılır, eğer yüzeyi yüz arşın kare (yaklaşık 46,24 metrekare)sine eşit ise "büyük havuz" adını
alır. Bu su dört köşeli ise her kenarı 10 arşın (yaklaşık 6.8 metre) daire bir halde ise, çevresi tam 36
arşın (yaklaşık 24.48 metre) bulunur. Bundan az olunca, "havz-ı sağir = küçük havuz" olmuş olur.
Cari, yani akarsulara gelince bunlar da az olsun, çok olsun büyük havuz halindedir. Bu sebeple
böyle bir su içine düşen bir necasetle üç vasfından biri bozulmadıkça temizlik ve temizleyici vasfını
kaybetmiş olmaz. Bunların derinliğine bakılmaz. Avuç ile alınan sudan dolayı di-binin açılmaz olması
büyük havuz için yeterlidir. Bir suyun akıcı sayıl-ması için de bir saman çöpünü olsun alıp
götürebilmesi de yeterli olur.
5) Şüpheli sulardır. Bunlar ehli merkeplerin veya bunlardan doğ-muş olan katırların artığı olan
sulardan ibarettir. Böyle bir su temiz ise de, bunu hadesi = hükmen necaseti gidermeye kâfi olup
olmamasında şüphe edilmiştir. Buna dair ileride tafsilat vardır.
49- Bir kimsenin abdestli olduğu halde sadece serinlik veya baş-kasına öğretmek için abdest
aldığı su, hem temiz hem de temizleyicidir.
Aynı şekilde, bir kimsenin abdest almasını müteakip aynı yerde daha abdesti bozulmadan ve bir
ibadet yapmadan tekrar abdestini tazelediği su da böyledir, içinde temiz bir kabın veya çamaşırın yıkandığı
su da böyledir. Çünkü bunlar ile ne maddî ne de hükmî bir temizlik yapılmış değildir. Şu kadar var ki, bu
gibi kullanılmış sulardan tabiat nefret eder ve sıhhî bakımdan da bunların zararlı bir hale gelmiş olmaları
düşünülür. Artık bir zaruret bulunmadıkça, bu gibi sular içilmez, yemeklerde kullanılmaz ve bunlar ile
tekrar abdest veya boy abdesti de yapılmaz.
50- Bir mutlak suya müstamel (kullanılmış) bir su karıştığı tak-dirde bakılır: Eğer asıl su, karışan
sudan iki misli fazla ise, onunla hük-men necaset giderilebilir. Bilâkis karışan su, iki misli ise,
giderilemez. Birbirine eşit ise, yine asıl su, ihtiyaten mağlup az sayılır, abdestte, gu-sülde kullanılmaz.
MUKAYYED SULARIN HÜKÜMLERİ
51- Yukarıda da işaret olunduğu üzere mutlak sular, bir arıza bu-lunmayınca içilir, yemekte vemaddî temizlikte kullanılır, kendileri ile abdest alınır, gusül edilir, yani hakikî ve hükmî kirler giderilir.
Mukay-yed sular ise, böyle değildir. Bunlar ile abdest ve boy abdesti alınamaz, yani bunlar ile hükmen
necaset giderilemez. Çünkü şer'i şerif, o gibi temizlikler için mutlak suları tayin buyurmuştur. Fakat
mukayyet sula-rın bir kısmı içilebilir, yemeklerde kullanılabilir. Bunların yağlı ve ya-pışkan olmayıp
sıkmakla akıp gidecek bir halde bulunan kısmı ile maddeten temiz olmayan şeyler, yani hakikî
necasetler giderilebilir.
52- İçlerine düşen bazı şeylerden dolayı mutlak sular, temizlik-lerini kaybedeceği gibi mukayyed
sular da kaybeder. O halde bunların hiçbiri ne hükmî ne de hakîki necasetleri gidermek için
kullanılamaz. Nitekim ileride bildirilecektir.
SU ARTIKLARI HAKKINDA HÜKÜMLER
53- Az ve durgun su artıkları şu kısımlara ayrılır:l) Temiz ve temizleyici olup, kullanılmaları mekruh olmayan ar-tıklardır. Bunlar; ağızları temiz
olan bütün insanların, deve, sığır, koyun gibi eti yenen ehlî hayvanların, atların ve attan veya inekten
doğmuş ka-tırların ve etleri yenen vahşi hayvanlar ile kuşların artıklarıdır. Bu sebeple bunlar hem
içilebilir, hem de temizlikte kullanılabilir.
Ağızları temiz olmayanların artıkları ise, temiz değildir. Ağız dolusu kusan veya şarap içen
kimsenin kusması veya içmesi akabinde içtiği suyun artığı gibi.
2) Kullanılmaları mekruh olan artıklardır. Bunlar kedilerin, ta-vukların, atmaca, şahin, doğan,
çaylak, kartal gibi yırtıcı kuşların, pislik yemekten çekinmeyen koyun, keçi gibi hayvanların
artıklarıdır.
Başka su varken bunların içilmesi ve temizlikte kullanılması tenzihen mekruhtur. Fakat başka su bulunmayınca, bunlar içilebilir ve bunlar ile temizlik yapılabilir. Bunlar var iken teyemmüm yapılması caiz
olmaz.
3) Kullanılmaları şüpheli olan artıklardır. Bunlar; ehlî merkeplerin ve bunlardan doğmuş katırların
artıklarıdır. Bunlar ile başka su bulunmadığı takdirde, hem abdest alınır, hem de ihtiyaten teyemmüm yapılır.
Şüpheli bir su ile şüpheli olmayan bir su birbirine karışacak olsa, tartıca ağır gelenine göre
hükmolunur, eşit olunca, yine ihtiyaten teyem-müm de yapılır.
4) Necis = murdar sayılan artıklardır. Bunlar; köpek, kurt, aslan, kaplan, domuz gibi yırtıcı
hayvanların, vahşi kedilerin artıklarıdır. Bun-lar; ne temizlikte kullanılır, ne de bir zaruret
bulunmadıkça içilir.
54- Terler ve lûablar, yani salyalar, ağızdan akan sular, hüküm iti-bariyle artıklar gibidir. Bu
sebeple artığı temiz olanın terleri, salyaları da temizdir. Artığı mekruh veya şüpheli olanın terleri,
salyaları da mek-ruh veya şüphelidir. Artıkları temiz olmayanların terleri, salyaları da temiz değildir.
İmam-ı A’zam’a göre atların terleri, salyaları temiz olduğu gibi merkepler ile katırların terleri,
salyaları da temizdir.
55- Bir yerde bulunan kaplardan bir çoğunda temiz, birazında da temiz olmayan sular bulunsa,
taharriye - araştırmaya lüzum görülür. Yani hangilerinin temiz olduğu, kuvvetli görüş ile tayin edilir, artık
onlardan içilir ve abdest alınarak gusledilir. Çünkü hüküm, kuvvetli olana göredir. Fakat temiz
olmayanlar çok, veya temiz olanlara eşit ise, içmek ve yemekte kullanmak için araştırma yapılabilir. Ama
abdest ve gusül için araştırma lâzım gelmez. Bu sular, döküldükten veya hayvanları suvarmak için
birbirine karıştırıldıktan sonra teyemmüm yapılır.
KUYULAR HAKKINDAKİ HÜKÜMLER
56- Kuyular, suları ne kadar çok olursa olsun, yüzeyleri yüz arşın kare (yaklaşık 46, 24metrekare) sine ulaşmadıkça veyahut daima akıp giden bir su yolu üzerinde bulunmadıkça, küçük
havuz hükmündedirler. Bu yüzden içlerine düşecek şeylerden dolayı, haklarında aşağıdaki hü-kümler
geçerli olur.
57- İnsanın veya eti yenen koyun, deve gibi bir hayvanın içine düşüp diri olarak çıktığı kuyu suyu
pis olmaz. Ancak üzerinde necaset bulunduğu bilinirse, o halde pis olur.
Yine böylece: Katırın, merkebin ve atmaca, şahin, çaylak gibi yır-tıcı bir kuşun ve köpeklerin,
kurt, kaplan gibi canavarların içine düşüp diri olarak çıktıkları sular da pis olmaz. Ancak ağızlarının
salyası suya dokunmuş olursa, o takdirde o su bu salyanın hükmüne tâbi olur. Her hayvanın salyası ise,
artığı hükmündedir. Nitekim evvelce bildirilmiştir.
58- Bir kuyunun içine fare, serçe veya bu büyüklükte başka bir hayvan düşüp ölse, henüz
şişmemiş olunca, bu hayvan çıkarıldıktan sonra yirmi kova su çekilir, bu vaciptir. Bu kadar su
çıkarılmadıkça, kuyunun suyu temiz olmaz. Bu kuyudan otuz kova su çıkarılması ise, müstehaptır.
59- Bir kuyunun içinde kedi, tavuk, güvercin veya bu büyüklükte başka bir hayvan düşüp ölse de
daha şişmeden çıkarılsa o kuyudan kırk kova su çıkarılır, bu vaciptir. Elli veya altmış kova çıkarılması
ise, müstehaptır .
60- Bir kuyunun suyuna bir damla bile kan veya şarap veya sidik gibi bir sıvı karışsa, veya içine bir
domuz düşse veya koyun, keçi gibi gövdesi büyük bir hayvan düşüp ölse veya serçe, fare gibi gövdesi
küçük bir hayvan düşüp ölmekle beraber şişmiş veya dağılmış veya tüyleri dökülmüş bulunsa, o kuyunun
bütün suyunu bir kova dolduracak kadar kalmayıncaya kadar çıkarmak icap eder. Şu kadar var ki kuyunun
suyu çok olup, devamlı kaynamakta bulunursa, iki yüz kova çıkarmakla yetinilebilir, bu vaciptir. Üç yüz
kova çıkarılması ise, müstehaptır. Hattâ ihtiyat için kuyunun bütün suyu takdir edilmeli, o kadar su
çıkarılmalıdır. Meselâ, içinde beş yüz kova su bulunduğu takdir edilirse o kadar su çıkarmaya çalışılmalıdır.
Bazı alimlere göre fetva da bu şekildedir .
61- Bir kedi köpekten veya bir fare kediden veya bir koyun kurttan korkup kaçarken ölmeksizin
kuyuya düşse kuyunun bütün suyu murdar olmuş sayılır. Çünkü bunların bu halde işemeleri kuvvetle
düşü-nülür. Fakat fetva verilen diğer bir görüşe göre bu halde kuyu pis olmuş sayılmaz. Bu hal,
zaruretten dolayı muaf tutulmuştur .
62- Tavuktan çıkan taze bir yumurtanın ve henüz doğan bir kuzu-nun içine düştüğü su, pis olmaz.
Ancak üzerinde necaset bulunduğu bi-linirse, o takdirde, pis olur.
63- Bir kuyu, içine düşen deve, koyun, keçi, at, katır, merkep, sığır, manda tersleriyle tercih
edilen görüşe göre pis olmaz. Bu terslerin yaş veya kırık olmasıyla kuru ve sağlam olması arasında fark
yoktur. Çünkü bunlardan korunmak pek müşküldür, özellikle kırlardaki kuyu-larda. Şu kadar var ki
bunlar örf ve âdete göre çok görülürse, veya her kovaya en az bir iki tanesi tesadüf ederse, o zaman su
temizliğini kaybetmiş olur .
Bununla beraber bu hususta daha güvenilir kabul edilen bir görüşe göre zaruret dikkate alınır.
Şöyle ki, Bunlardan evlerdeki kuyuları koru-mak müteassir = güç olmadığından, bunlar o kuyuların
suyunu temizlik-ten çıkartır, fakat kırlardaki kuyuları korumak güç olduğundan onları temizlikten
çıkarmaz .
64- Tavuk, kaz, ördek hayvanlarının tersleri suyu bozar. Bu se-beple içine düştükleri kuyunun
bütün suyunu çıkarmak lâzım gelir. Çünkü bunlar necaseti galiza (ağır büyük pislik)dir .
65- Güvercin, serçe kuşu gibi eti yenen kuşların tersleri kuyu-lardaki ve kaplardaki suyu bozmaz.
Eti yenmeyen kuşların tersleri de suyu bozmaz. (İmam Şafiî'ye göre bunlar suları bozarlar.)
66- İmam-ı A'zam ile İmam Ebu Yusuf'tan bir rivayete göre yırtı-cı kuşların tersleri kuyuları
bozmaz. Çünkü bunlardan kuyuları koru-mak güçtür. Miktarları çok olmadıkça, elbiseyi pis etmiş
olmaz. Ve va-sıflarını değiştirmedikçe, çok olan suları da murdar etmez. Fakat kaplar-daki suları bozar.
Zira bunları korumak mümkündür .
67- Bir kuyuda lâşeden başka bir necaset görülse o kuyunun suyu bu necasetin görüldüğü vakitten
itibaren pis sayılır. Artık ondan abdest ve gusül alınmaz, temizlik yapılmaz. Fare veya kedi ölüsü gibi
bir lâşe görüldüğü takdirde ise, bakılır: Eğer düştüğü vakit malûm ise, o vakitten itibaren kuyunun suyu
pis olmuş olur. Fakat lâşenin düştüğü vakit bilinmezse o kuyu, lâşe şişmiş veya dağılmış veya tüyleri
dökül-müş ise, üç gün ve üç geceden itibaren; bilakis şişmemiş, dağılmamış, tüyleri de dökülmemiş ise,
ihtiyaten bir gün bir geceden itibaren murdar sayılır. Bu sebeple o müddetler içindeki abdestler,
gusüller sahih olma-mış olur. Bunlar ile kılınmış namazların iadesi lâzım gelir. Ve bu su ile yıkanmış
necasetli çamaşırları tekrar yıkamak icap eder. Fakat bu su ile necasetli olmayan çamaşırlar yıkanmış
ise, onları tekrar yıkamak lâzım gelmez. Bütün bunlar "yakin, şek ile zail olmaz = Kesin olan bir
durum, şüphe ile ortadan kalkmaz" kaidesine dayanmaktadır.
Bu mesele, İmam-ı A'zam’a göredir. İmameyn’e göre eğer bu lâşenin ne vakit düştüğü inceleme
neticesinde anlaşılmazsa görüldüğü zamandan itibaren kuyunun pis olduğuna hükmedilir, ondan evvel
kılı-nan namazlar iade ve yıkanılan çamaşırları tekrar yıkamak lâzım gel-mez, ihtimal ki o lâşe
dışarıdan bir rüzgâr ile veya başka bir sebeple kuyuya henüz düşmüştür. "Hâdis olan bir emrin en yakın
vakte iza-fesi=sonradan meydana gelen bir işin en yakın bir zamanda meydana gelmiş olması" kaidesi
ise, bir esastır .
68- Pislenmiş bir kuyunun suları çekilip kaybolduktan sonra tek-rar gelmeye başlasa, artık
temizlenmiş bulunur. Çünkü bu suretle çeki-lip kaybolan bir necaset geri gelmez .
69- Kuyularda kullanılacak kovalar, orta büyüklükteki kovalardır ki, bazı alimlere göre
(1400)dirhem=yaklaşık 4.550 kg su alacak bir miktarda bulunur. Bu kovaların tam ağızlarına kadar
dolması lâzım gelmez. Bu kuyudan şer'an muayyen miktar su çekilince kuyunun suyu da, taşları ve
çamurları da, kova da, ip de ve kovayı çekenin elleri de te-mizlenmiş olur. Çünkü bunlar temizlikçe,
kuyunun temizliğine tabidirler. Bir kuyudan muayyen bir miktar suyu bir günde çekmek de icap etmez.
Başka başka günlerde de çekilebilir .
70- Balıklar, çekirgeler, kurbağalar, sinekler, küçük yılanlar, ak-repler, su köpekleri ve su
hınzırları gibi akıcı kanı bulunmayan bir hay-vanın suda veya başka bir sıvı içinde ölmesi, onu
temizlikten çıkarmaz. Bu sebeple öyle bir su ile abdest alınabilir .
71- İçine az çok necaset düşen az bir su, hemen temizlikten çıkar. Fakat bir su, bir necasete,
meselâ bir lâşeye, yani suda yaşamayan akıcı kanı bulunan bir hayvan ölüsüne dokununca hemen pis
olur mu?. Bu hususta duruma bakılır. Şöyle ki, Bir suyun tamamı veya ekserisi bir lâşeye veya pis bir
yer üzerine uğrasa, meselâ olukta bulunan bir necasetin üzerinden akıp gitse pis olmuş olur. Ancak bu
suyun üzerine uğradığı necaset, tamamen dağılıp eseri görülmez bir hale gelmiş bulu-nursa o takdirde,
bu su murdar sayılmaz .
Aynı şekilde bir suyun az bir miktarı böyle bir necasete uğrasa, yine temizliğini kaybetmiş
sayılmaz. Ancak kendisinde uğramış olduğu necasetin eseri belirmiş olursa o takdirde, temizliğini
kaybetmiş sayılır .
72- Bir kuyu ile abdesthane arası, necasetin eseri olan renk, tat ve kokudan biri kuyunun suyuna
geçmeyecek, tesir etmeyecek derecede uzak olunca, o kuyunun suyu pis olmuş olmaz. Fakat bunlardan
biri suya geçerse, tesir ederse, kuyu pis olmuş olur. Hatta abdesthane ile arasında beş-on arşın = 3.4-
6.8 metre uzaklık bulunsa bile.
ŞER'AN TEMİZ SAYILAN ŞEYLER
73- Esasen bütün yeryüzü, bütün madenler, bütün sular, bütün otlar, ağaçlar, çiçekler, meyveler,domuzdan başka bütün hayvanların dış bedenleri murdar bir şeyle beraber olmadıkça, temizdirler.
Meselâ, diri köpeğin, filin tüyleri, derileri temizdir. Bunlara dokunan bir su da temizdir. Bu sebeple
bunların dokunması elbisenin temizliğine mâni olmaz. Domuzun kılları da badana yapmak, ayakkabı
dikmek hususun-da bir zaruret sebebiyle kullanılabilir. Bununla yapılan bir badana, veya dikilen bir
ayakkabı pis sayılmaz.
Aynı şekilde, bir su kovası, domuz kıllarından yapılmış bir fırça ile boyanmış ve bu boya
kuruyarak suyundan eser kalmamış olunca, temiz sayılır. Artık bu kova ile kuyudan su çıkarılabilir.
Hattâ bu kıldan az bir miktarı, içine düştüğü bir suyu da bozmaz. Bu, İmam Muhammed'e göredir.
Tercih edilen de budur. İmam Ebu Yusuf'a göre bu kıllar, içine düştüğü suyu bozar. Çünkü bu kılların
kullanılması bir zaruret sebebiyle caiz görülmüştür. Su içine düşmesi ise, bu zaruret dışındadır.
Bunların fırça olarak kullanılması da hoş görülmemektedir. Bunların yerine başka kullanılacak şey
bulunduğu takdirde, kullanılma-maları şüphe yok ki daha iyi olur.
Şunu da ilâve edelim ki, bir şeyin temiz sayılması, her halükarda yiyilip içilmesinin helâl
olmasını gerektirmez. Bir nice zehirli sular veya sarhoşluk veren otlar, madenler vardır ki, temiz
oldukları halde bunların yiyilmeleri ve içilmeleri haram bulunmaktadır.
(Malikîlere göre her diri yaratığın, köpek ve domuz da olsa, bedeni temizdir.)
74- Boğazlanan hayvanların domuz müstesna olmak üzere derile-ri, ciğer, yürek, dalak kanları ve
damarlarında, etleri içinde kalıp akma-yan diğer kanları temizdir. Bu boğazlanma, en kuvvetli olan
görüşe gö-re, şer'î bir surette olmalıdır.
Bit, pire, tahta kurusu kanları da böyledir.
75- Su içinde yaşayıp su içinde ölen balıklar ve diğer hayvanlar temizdir. Bununla beraber bu
hayvanlardan bir kısmının yenilmesi haramdır. Sekizinci kitaba müracaat.
76- Domuzdan başka hayvanların, içine kan geçmeyen girmeyen uzuvları, ölmeleriyle pis olmuş
olmaz. Bu sebeple bunların boynuzları, tırnakları, yağsız kemikleri, kırkılmış olan kılları, tüyleri,
tabaklanmamış derileri temizdir. Sinirleri ise, sahih olan görüşe göre temiz değildir. Çünkü bunlarda acı
duyacak kadar bir hayat bulunmuştur.
77- Misk kedisi temizdir. Yenmesi helâldir. Miskin göbeği de te-mizdir. Zibad denilen yağ da
temizdir.
78- Henüz ot otlamamış kuzuların kursakları temizdir. Bunlar, gerek boğazlanmış olsunlar ve
gerek olmasınlar. Bu sebeple bunlardan peynir mayası yapılabilir.
79- Tavuktan ölmesine müteakip çıkan yumurta temizdir, yene-bilir. Ölmüş bir koyunun
memesinden çıkan süt de temizdir. Bu süt, İmam-ı A'zam'a göre içilebilir, fakat İmameyn'e göre bu,
esasen temiz ise de, memenin pis olmasından dolayı murdar olacağından içilmez.
80- Kokmuş et, ekşimiş yemek, acımış yağ, kokup kurtlanmış et veya peynir bu yüzden
temizliğini kaybetmiş olmaz. Fakat bunların sıhhate zararlı oldukları takdirde, yenilmeleri uygun
değildir.
81- Ev kedilerinin sidiği, dokunduğu kapları ve içerilerindeki su-ları pis eder. Bundan giyilecek
şeyler müstesnadır, onlar zaruret sebe-biyle bağışlanmıştır, pis sayılmaz.
Aynı şekilde, farelerin sidiği de suları temizlikten çıkarır, fakat yenilecek ve giyilecek şeylere az
miktarda dokunan sidikleri, tersleri, tatları belirmeyince affedilmiştir. Çünkü bundan korunmak zordur.
Diğer bir görüşe göre kedinin de, farenin de sidiği hem suları, hem de elbiseyi pisletir, ihtiyata
riayet etmelidir.
82- İğne ucu veya iğnenin iplik geçirilecek deliği kadar ufak olan sidik serpintileri bedende,
elbisede ve mekânda affolunmuştur. Fakat suda affolunmamıştır, içine düşeceği az ve durgun bir suyu bozar. Çünkü bundan suyu korumak mümkündür.
83- Akar veya durgun bir suya bir necasetin düşmesinden dolayı serpilen damlalar temizdir.
Ancak kendilerinde necaset eseri belirse, o takdirde, temiz olmaz.
84- Heladan, ahırdan, hamamdan çıkan buhar damlaları temiz sayılır. Fakat necaset sayılan bir
şeyden damlatmak sureti ile çıkarılmış sıvılar temiz değildir.
85- Caddelerin gerek sert ve gerek gevşek olan çamurları, gübre olmaktan uzak olmasa da temiz
sayılır. Bu sebeple bunlardan elbiseye dokunan miktar, namazın sahih olmasına mani olmaz, ancak
bütün bütün necaset olduğu bilinirse, o takdirde, mani olur.
86- Cenaze yıkantısı temizdir. Ancak ölünün üzerinde necaset bulun-muş olursa, o halde yıkantısı da pis
olur. Yalnız yıkanmakla uğraşıldığı esnadaki serpintiler, kaçınmanın güçlüğü sebebiyle bağışlanmıştır.
87- Necaset yıkantısı da pistir. Temizlenmesi üç defa ile takdir edilmiş şeylerde, dördüncü defası
temiz olmuş olur.
88- Pis yerlerden esip gelen bir rüzgârın dokunduğu elbiseler, kumaşlar pis olmaz. Ancak kendilerinde
pisliğin eseri belirirse, o halde pis olurlar.
89- Yalnız sıkılmakla damlayacak derecede yaş bulunan pis bir bohçaya sarılmış olan bir elbise,
bir kumaş pis olmuş olmaz. Ancak üzerinde necaset eseri belirirse, o halde pis olur.
Aynı şekilde pis, fakat kuru bir yere serilmiş olan şey, bir çamaşır, üzerinde necaset eseri
görülmedikçe pis olmuş sayılmaz. Hatta serildiği yer, yaş olmuş olsa bile.
90- Bir kimse, pis olan bir yatak veya yer üzerinde yatıp uyu-makla temizliğini kaybetmiş
sayılmaz. Ancak terinden veya ayağındaki bir yaşlıktan dolayı o pisliğin eseri, üstünde veya bedeninde
görülürse, o takdirde, bunları yıkaması lâzım gelir.
91- Keçi, koyun gibi bir hayvanın memesine bulaşmış olan tersi, sağılan sütü murdar eder. Fakat
süt sağılırken içine düşen ve sıvı bir halde bulunmayan bir iki ters tanesi, dağılmadan ve sütte eser
bırakma-dan hemen çıkarılırsa, sütün temizliğine zarar vermez. Bu miktar bağışlanmıştır. Çünkü
bundan korunmak güçtür.
ŞER'AN TEMİZ SAYILMAYAN ŞEYLER
92- Maddeleri itibarıyla şer'an temiz sayılmayan şeyler, namazın sahih olmasına mani olacak
miktarları bakımından galîz (ağır) ve hafif kısımlarına ayrılır. Galîz olanlar şunlardır:
1) İnsanlara ait sidikler, tersler, meniler, sidikten sonra gelen "vedî" adındaki sıvılar, eşlerin birbiriyle
oynaşması esnasında tenasül uzuvla-rından çıkıp "mezî" denilen yaşlıklar, ağız dolusu kusuntular, herhangi
bir uzuvdan çıkıp akan kanlar, vücutlarından kesilip düşen et ve deri parçaları.
Kadınlara mahsus âdet, lohusalık ve istihâze (özür) hallerindeki kanlar da bu kısımdandır.
( Şafiîler ile Hanbelîler'e göre meni temizdir).
2) Eti yenmeyen hayvanların sidikleri, ağızlarının salyaları, kuş-lardan başkasının tersleri ve
bütün hayvanların akan kanları.
Yarasa kuşunun sidiği ile tersi, sakınmak imkansız olduğu için temiz sayılır.
3) Eti yenilen hayvanlardan tavukların, kazların, ördeklerin tersleri.
4) Lâşeler, yani karada yaşayıp boğazlanmaksızın ölen veya şer'i şerife uygun olmaksızın
boğazlanan kanlı hayvanlar ve bunların tabak-lanmamış derileri. Bu hayvanlara "meyte" denir. Kaz,
ördek ölüleri de böyledir.
(Malikîler’e göre meytenin eti gibi cildi, kemiği, sinirleri de temiz değildir. Kılları, yünleri,
tüyleri ise, temizdir. Şafiîler’e göre meytenin bütün parçaları, hattâ kılları, tüyleri, yünleri, tırnakları da
temiz değildir. Çünkü bunların hepsine hayat girer.)
5) İttifakla şarap ve tercih edilen görüşe göre sarhoşluk veren diğer bütün sıvılar. Çünkü bunların
hepsi de akla, sıhhate zararlıdır, hepsi de şer’an yasaklanmıştır. Bunlardan kaçınmak ALLAH'ü Teâlâ
tarafından istenmiştir, menetme ve nefret ettirme hikmeti de bunu gerektirmektedir. Özellikle ibadetlerde
ihtiyata, paklığa ve tertemiz olmaya riayet edilmesi son derece istenilmiştir. İbadetlerin tam bir temizlik ve
ALLAH'ın emrine tam bir sarılma halinde yapılması gerekli bir vazifedir.
(Şafiî mezhebine göre de sarhoşluk verici olan bütün sıvılar az olsun, çok olsun temiz değildir.)
Temiz olmayan şeylerin hafifleri de şunlardır:
1) Atların ve etleri yenen koyun ve geyik gibi ehlî ve vahşi hayvanların sidikleri. Bunların
tersleri, İmam-ı Azam’a göre galîza (ağır pislik), İmameyn'e göre hafife (hafif pislik)tir. Fetva da
İmamey-nin görüşüne göredir. Katırlar ile merkeplerin tersleri hakkında da bu ihtilâf vardır.
2) Etleri yenmeyen hayvanlardan atmaca, çaylak, kartal gibi ha-vada tersleyen kuşların tersleri.
3) Her hayvanın karaciğerine bağlı olup, "öd" denilen kesesi ve işkembesi, kendisinin tersi,
gübresi hükmündedir. Meselâ, koyunun gübresi hafîf pislik olduğu gibi işkembesi, öd kesesi de hafîf
pisliktir.
TEMİZ OLMAYAN ŞEYLERİN HÜKÜMLERİ
93- Temiz olmayan şeyler: Gerek galîz (ağır) ve gerek hafîf kıs-mından olsun maddî şeyleri
kirletmek, meselâ az bir suyun temizliğini gidermek hususunda müsavidirler. Pak olmayan şeyler, bu
bakımdan galîza ve hafife kısımlarına ayrılmaz. Ancak namazın sahih olmasına manî olup olmamak
itibariyle bu kısımlara ayrılır ve haklarında aşağı-daki hükümler geçerli olur.
94- Necaseti galîza (ağır pislik) sayılan bir şeyin: Câmid (katı) ise, bir miskalden, yani yirmi
kırat(yaklaşık 4,5 gram)dan, sıvı ise, el ayası sahasından geniş miktarı, giderilmesi mümkün olunca,
namazın sahih olmasına mani olur. Bu miktarlar ise, az pisliktir, namazın sahih olmasına mani olmaz,
muaf sayılır.
Bu sebeple namaz kılan kimsenin elbisesinde veya namaz için ayağını bastığı yerde bir miskalden
biraz fazla katı ağır necaset bulunsa, namazı sahîh olmaz. Secde ettiği yere gelince, bu hususta İmam-ı
Azamdan iki rivayet vardır, İmam Muhammed'in rivayetine göre burada da bir miskalden fazla necaseti
galîza bulunsa, namaz bozulur. İmam Ebû Yûsuf'un rivayetine göre bozulmaz.
95- Necaseti hafîfe (hafif necaset)e gelince: Bunun da bulaştığı bedenin veya elbisenin dörtte bir
kısmından az miktarı, namaza mani olmaz, muaf sayılır. Bundan fazlası, giderilmesine güç ve imkan
bulu-nunca, namazın sahih olmasına mani olur.
Aynı şekilde, bir meste bulaşan böyle bir necaset, topuklardan aşağı olan kısmının dörtte birinden
az ise bağışlanır, fazla ise bağışlanmaz. Namaza mani olur.
İmam Ebû Yûsuf'a göre enine, boyuna yalnız bir karış miktarı bulaşması muaftır. Bedenin veya
elbisenin bundan fazla miktarına bulaşması muaf değildir.
Bununla beraber imkân bulunduğu takdirde, gerek bedenin ve gerek elbise ile yerin temiz
olmayan en az bir şeyden bile beri bulun-masını temin etmeye çalışmak daha faziletlidir. Temiz
olmayan bir şeyin muaf denilen az miktarı ile namaz kılınması tamamen affedilmiş değildir, bilakis
tahrîmen mekruhtur, bunu gidermeden namaza başlamamalıdır.
TATHÎR - TEMİZLEME YOLLARI
96- Temiz olmayan şeyleri temizlemek için, mahiyetlerine göre muhtelif yollar vardır. Bunların
başlıcası su ile yıkamak ve kaynat-makla temizlemektir. Diğerleri de silmek, kazımak, ovalamak ve
diğer şeyler ile temizlemektir. Bunları sırasıyla yazıyoruz:
l. Su ile yıkamak yolu ile tathîr = temizleme
Hades denilen ve hükmen bir necaset kabul edilen abdestsizlik, cünüplük ile hayız ve nifas
halleri, her yönüyle temiz olan mutlak sular ile giderilir. Su bulunmadığı takdirde, teyemmüm yapılır.
Nitekim ileride izah edilecektir .
Hubüs denilen ve hakiki bir necaset olan şeyler de temiz olan mutlak ve mukayyet sular ile temizlenir.
Meselâ; Maddî bir necaset, yağmur, dere, deniz sularıyla giderilebileceği gibi çiçek sularıyla,
meyvelerden, sebzelerden çıkacak sular ile, içinde nohut, mercimek gibi şeyler ıslatılmış olan sular ile
de giderilebilir. Fakat temiz olmayan sular ile ve yağlı, yapışkanlı sıvılar ile ve içine karışan herhangi
bir şeyden dolayı tabiatını, yani inceliğini, akışını kaybetmiş sular ile necaset giderilemez .
Mer'î olan (görülen) necasetler, eserleri, yani cüsseleri, renkleri, kokuları gidinceye kadar su ile
yıkamakla temiz olur. Bir kere yıkamakla tamamen giderilirse, bir daha yıkamak –en sahih olan görüşe
göre– mutlaka lâzım gelmez. Bulaştığı şeyden rengi giderilemeyecek bir halde bulunursa, o şey
kendisinden bembeyaz su akıncaya kadar yıkanır, murdar boya ile boyanmış kumaşlar, kaplar gibi .
Mer'î olmayan (görülemeyen) necasetler ile bulaşmış olan şey bir kap içinde üç defa yıkanarak her defasında sıkılmakla temiz olur. Sıkmak hususunda yıkayanın kuvvetine itibar olunur. Son sıkışında hiç su
damlamayacak derecede sıkmak lâzımdır. Bunun neticesinde hem yıkanan şey, hem yıkayanın eli, hem de
kullanılan kap temizlenmiş olur .
Başka başka kaplarda, teknelerde yıkanınca birinci kap üç defa, ikinci kap iki defa, üçüncü kap da
bir defa yıkanmakla temizlenmiş olur .
Bir köpeğin yaladığı bir kap da üç defa yıkanmakla pak olur. Bununla beraber böyle pis bir şeyin
kokusu, tadı büsbütün kalmama-lıdır. Ancak kokusunun tamamen giderilmesi pek güç olursa, o halde
bu koku eserinin kalması bağışlanmış olur .
Pis olan bir şeyi su ile yıkamak hususunda akar su ile durgun su ve bir kap içinde yıkamakla kap
içinde yıkamamak eşittir. Yeter ki, su safî bir hale gelmiş olsun. Bu hususta sıcak su veya sabun ile
başka şey kullanılması, güçlükten beri olmadığı için, mutlaka gerekmez.
Keçe ve benzeri gibi sıkılmaları mümkün olmayan pis şeyler, kap içinde üç defa yıkanır ve her
yıkayışta suyu süzülüp damlalar kesilin-ceye kadar bırakılırsa, temizlenmiş olur. Fazla kurumasına
gerek yoktur. Böyle birşey, akar su içinde veya üzerine sular dökülmek sure-tiyle yıkanırsa, kendisinde
necasetin eseri kalmayınca temizlenmiş olur. Ayrıca sıkılmasına, kurutulmasına, tekrar tekrar suya
sokulmasına lü-zum kalmaz.
Murdar bir kına ile boyanmış bir uzuv üç kere yıkanmakla temiz olur. Kınanın uzuvda kalan rengi
zarar vermez. Ve bir uzva dokunan kan gibi bir madde, üç kere yalanıp tükürmekle eseri giderilse, hem
o uzuv, hem de yalayanın ağzı temiz olur.
Topraktan yapılıp ateşte pişirilmiş olan kaplar, pis olunca, her defasında damlalar kesilmek üzere
üç kere yıkanılıp kötü kokusunun tamamen giderilmesiyle temizlenir. Bir görüşe göre bu kapların
yenisi ateşte alazlanmakla pak olur.
Tahtadan veya topraktan yapılmış yeni kaplar, pis olunca, üç defa yıkanır ve her defasında kurutulur,
pisliğin rengi, kokusu tamamen gidince pak olur. Çünkü bunların o pis şeyi emmiş olmaları mümkündür.
İçine murdar birşey düşmüş olan sıvı halindeki bir yemek veya zeytin yağı, bir kap içinde üç defa
üzerine su dökülüp çalkalandıktan sonra alınmakla temizlenmiş olur.
Temiz olmayan bir su içinde kalıp şişmiş olan buğday, arpa gibi şeyler, üç defa suda ıslatılır, suyu çekilip
de şişkinliği gidince temizlenmiş olur.
Görülmeyen bir necaset, bedenin veya çamaşırın hangi tarafına dokunmuş olduğu unutulsa veya
neresine dokunduğunda şüphe edilse o bedenin veya çamaşırın bir tarafı yıkanınca, -tercih edilen
görüşe göre- her tarafı temiz olmuş sayılır. Fakat tamamını yıkamak ihtiyata daha uygundur.
Üzerinde necaset veya meni bulan kimse, bunun ne zaman bulaştığını tayin edemezse, necasette
son abdest bozduğu ve menide son uyku uyuduğu vakitten itibaren kılmış olduğu namazları yeniden
kılar.
Bir çeşmenin su boruları pislenmiş olsa, içinden akacak pak su ile necasetin eseri kalmayıp
temizlendiğine kanaat hasıl olunca, pak olmuş olur.
2. Su ile kaynatılmak yolu ile temizleme
İçine temiz olmayan birşey karışan ve yüzeyi yüz arşın kare (yak-laşık 46,24 metrekare)den eksik
bulunan süt, pekmez, bal gibi sıvı şeyler temiz su ile üç defa asıl kendi miktarlarında kalıncaya kadar
kay-natılmakla temiz olur. Çünkü bu halde o temiz olmayan şeyin mahi-yetinde bir değişiklik meydana
gelir.
Usûlen boğazlanmış, fakat bağırsakları çıkarılmamış olduğu halde, tüylerini yolmak için, kaynar
suya atılmış olan tavuk ve benzer-leri asla temizlenemez. Çünkü pis suyu içine almış olur.1 Bu sebeple
böyle bir hayvanı kestikten sonra üzerinde bulunan akar kanını ve içini çıkarıp yıkamalı, ondan sonra
sıcak suya atmalıdır.
İşkembe de yıkanmadan pek kaynar suya atılırsa bir daha temiz olmaz. Fakat daha kaynar bir hale
gelmemiş bir suya atılırsa, daha sonra yalnız yıkamakla temizlenir. Daha kaynar suyu içine çekmeden
çıkarıldığı takdirde, de hüküm böyledir. Yalnız yıkamakla pak olur.
3. Ateşe sokmak yolu ile temizleme
1 Bunların temizlenme yolu: İçleri temizlendikten sonra üç defa kaynatılıp ve her defa-sında kaynatılan su dökülür. Bundan
sonra temiz hükmüne girer.
Kendisine pis bir su ile su verilmiş bir bıçağın içi de dışı da murdar olmuş olur. Bu halde dışı
yıkanmakla veya temiz birşey ile silinmekle temiz olur, artık onunla et, karpuz gibi şeyler kesilebilir.
Fakat bununla içi temiz olmayacağından üzerinde bulunan kimsenin namazı sahih olmaz, içerisinin
temiz olması ise, ateşe sokularak kendisine temiz su ile üç defa veya bir defa su verilmekle olur.
Pis çamurdan yapılmış olan testi, bardak gibi şeyler, ateşte pişip kendisinde necaset eseri
kalmayınca temizlenmiş olur.
Boğazlanmış bir hayvanın kellesi veya herhangi bir maden parçası üzerindeki kanlar, ateşe konulup da
yanar giderse, temiz olur.
Kendilerine pis yaşlık dokunmuş olan fırınlar, tandırlar, içlerinde yanan ateş ile temizlenmiş olurlar.
Artık kendilerinde ekmek pişirilebilir.
4. Silmek yolu ile temizleme
Bıçak, cam, abanoz, cilâlı tahta, düz mermer ve tepsi gibi şeyler, yaş veya kuru bir pislik ile
kirlenir de, yaş bir bez ile veya sünger ile veya toprak ile veya yaprak gibi birşey ile o pisliğin eseri
kalmadığına kuvvetli zan meydana gelecek derecede silinirse temizlenmiş olur. Bu sebeple kana
bulaşmış, sonra da temiz bir bez ile veya toprak ile tama-men silinmiş bir bıçağın veya kılıcın üstte
bulunması, namazın sahih olmasına mâni olmaz.
5. Kazımak ve ovalamak yolu ile temizleme
Mest ve kundura gibi necaseti emmeyecek ayakkabılar, kendile-rine hayvan tersi gibi görünür bir
necaset dokunduğu halde su ile temizleneceği gibi bıçak gibi birşey ile kazınmakla da, yere sürtülmekle
de temizlenebilir. Fakat sidik gibi görünmeyen necaseti mutlaka yıka-mak lâzımdır. Nitekim elbiseye
veya bedene dokunan necaseti de kazı-mak, toprağa sürtmek kâfi değildir, yıkamak lâzım gelir.
İnsanların kurumuş olan menileri, ovalamak ile temizlenebilir, hatta dokunduğu elbise astarlı
bulunsa bile. Fakat yaş olan meniyi mutlaka su ile yıkamak lazımdır. Bununla beraber elbiseye
dokunmuş olan kuru bir meni, ovalamakla temizlendikten sonra o elbise ile namaz kılınabilirse de yeri
tekrar ıslansa -en sahih olan görüşe göre- murdarlık geri döner, yeniden kurutup ovalamak veya
yıkamak lazım gelir.
Donmuş bir halde bulunan bir yağ, kendisine dokunmuş olan pis bir maddenin oyulup çıkarılması
ile temizlenmiş olur.
Murdar olmuş bir çukur veya kuyu, necasetin geçip tesir etmediğine kuvvetli zan meydana
gelecek bir yere kadar her tarafından kazınması ile temizlenmiş olur.
6. Kurumak, toprak sermek yolu ile temizleme
Yeryüzü ve yeryüzünde sabit bulunan herhangi birşey, pis olunca, kurumakla temizlenir. Şöyle ki,
bir yer parçası güneş, rüzgâr veya ateş ile kuruyup üzerindeki pisliğin eseri kalmayacak olsa, pak olmuş
olur. Bu sebeple üzerinde namaz kılınabilir. Şu kadar var ki, bununla teyemmüm caiz olmaz. Çünkü
böyle bir yer temiz ise de, temizleyici değildir.
Yerde sabit bulunan ot, ağaç, döşenmiş taş, tuğla, kiremit gibi şeyler de kendilerine bulaşan
necasetin eseri kalmamak üzere kurumak-la temizlenmiş olur. Fakat yerde sabit olmayıp koparılmış
veya çıkarıl-mış olan otlar, ağaçlar, taşlar, tuğlalar, kerpiçler ve benzerleri kendile-rinde necasetten eser
kalmadığına dair kuvvetli zan meydana gelinceye kadar yıkamakla temizlenir, kurumaları kâfi değildir.
Şu kadar var ki, cilâlı olmayıp sert, katı, kaba olan taşlar, yerden ayrılmış olsalar da kurumakla temiz
olurlar. Değirmen taşları gibi. Çünkü bunlar pisliği içlerine çekip aldıkları için yeryüzü
hükmündedirler.
Pis olan bir yeryüzü, necasetin eseri gidinceye kadar üzerine su akıtmakla veya necasetin kokusu
alınmayacak derecede üzerine temiz toprak sermekle de temizlenir.
7. Suyun akması veya kaybolması yolu ile temizleme
İçine necaset düşmüş olan küçük bir su, meselâ alelade bir havuz veya su dolu bir hamam kurnası,
bir tarafından veya üstündeki musluktan su gelip üzerinden az çok akıp gitmekle temiz olur. Yeter ki
necaset eseri belli olmasın. Bu, bir akar su demektir. Fakat bu gelen suyun, altındaki bir delikten çıkıp
gitmesi kâfi değildir.
Murdar olmuş bir kuyunun suyu çekilip kaybolunca temizlenmiş olur. Artık sonradan gelen suyu
pis olmaz. Çünkü giden murdarlık geri dönmez.
8. İstihâle - Değişim yolu ile temizleme Temiz olmayan birşey, başka bir mahiyet alınca temiz olur. Mese-lâ bir merkep veya bir domuz,
diri veya ölü olarak tuzlaya düşüp de tuz kesilse, temizlenmiş olur.
Aynı şekilde pis bir madde, meselâ bir yığın gübre toprak kesilse, bir tezek yanıp kül olsa, bir
şarap sirkeye veya misk ahusunun kanı miske dönerek değişse, temiz olmuş olur.
Pis bir yer alt-üst edilmekle, pis bir zeytinyağı sabun haline geti-rilmekle temizlenmiş olur.
Bir şıra veya bir şarap, içine herhangi murdar birşey düşüp dağıl-dıktan sonra sirke yapılmakla
temizlenmiş olmaz. Fare düştüğü takdir-de de böyledir.
Aynı şekilde, murdar bir süt, peynir yapılmakla veya pis bir buğday öğütülmekle veya unundan
ekmek yapılmakla ve murdar bir susamdan yağı çıkarılmakla temiz olmaz. Çünkü bunlarda değişim yoktur.
9. Bazı tasarruflar yolu ile temizleme
Harmanda dövülen buğday, arpa gibi bir şeyin muayyen olmayan bir miktarı, hayvanın işemesiyle
murdar olduktan sonra, ondan o mur-dar olan kısma müsavi veya fazla bir miktar her ne suretle elden
çıkarıl-mış olsa, hem bu miktar, hem de geriye kalan kısım temiz sayılır. Çün-kü bunun genelinde
temizlik asıldır, kesindir. Temiz olmayan miktarın hangi kısımda kaldığı ise meçhuldür, şüphelidir. Bu
sebeple asıl olan taharet, şüphe ile yok olmaz.
Böyle bir buğday ve benzeri bölüşülmekle veya kısmen yıkanılmakla da temizlenmiş olur.
Yarısından az ve muayyen olmayan bir miktarı pis olmuş bulunan bir pamuk tamamen atılınca
temizlenmiş olur. Fazla miktarda olursa temizlenmez.
10. Boğazlama veya tabaklama yolu ile temizleme
Domuzdan başka herhangi bir hayvanın derisi, meşru surette boğazlanması ile temiz olur. Bu
sebeple böyle bir derinin üzerinde na-maz kılınabilir. Etine gelince eğer yenmesi helâl olan
hayvanlardan ise eti de temiz olmuş olur. Fakat eti yenmez hayvanlardan ise, -fetva verilen görüşe
göre- eti temiz olmaz. Bu halde bundan bir miskal (yaklaşık 4,5 gram) miktarı bir kimsenin üzerinde
bulunsa, namazının sahih olmasına mani olur. Bununla beraber boğazlanması ile eti temiz olsa da yine
yenilemez. Çünkü her temiz olanın mutlaka yenmesinin helâl olması gerekmez.
Domuzdan başka herhangi hayvanın derisi, tabaklanmakla da temiz olur.
Tabaklamak iki türlüdür. Birisi: "Hakikî tabaklama"dır ki, şap, mazı, tuz ve benzeri şeyler ile
yapılır. Bu suretle deriler, postekiler kokmaktan, rutubetten kurtulur. Diğeri de "hükmî tabaklama"dır
ki, derilere, postekilere toprak serpmekle, onları güneşe, havaya, rüzgâra karşı bırakmakla yapılır. İşte
bu iki şekilden biri ile tabaklanan bir deri temizlenmiş olur. Bu sebeple bunun üzerinde namaz
kılınabilir, bunu üzerine almış, giyinmiş olan kimsenin namazı sahih olur.
Tabaklamakla postekilerden necasetli rutubet yok olur. Domuz derisi ise, büsbütün pistir. Bundan
yalnız rutubetin yok olması kâfi değildir.
İnsan derisi, hürmet ve kerametinden dolayı tabaklanmaz. Bu deri tabaklanmakla temiz olsa da
asla kullanılamaz.
Gayrimüslim bir ülkede murdar birşey ile tabaklandıkları bilinen deriler ile üç defa yıkanmadıkça
namaz kılınamaz. Bu hususta şüphe edilir ve bir güçlüğe sebep olmaz ise, yine ihtiyaten yıkamak daha
iyidir.
11. İstinca ve istibra yolu ile temizleme
Kan, meni, sidik, dışkı gibi şeylerin çıktıkları mahalleri temizlemek lâzımdır ki, buna "İstinca" denir.
Bu temizleme, avret mahallini nâmahrem kimselerin yanlarında açmaksızın, su ile yapılacağı gibi ufak
taşlar ile de yapılabilir. Evvelâ taşlar ile sonra da su ile yapılması daha iyidir. Fakat kemik, kireç, kömür,
tezek, bez, pamuk veya kâğıt1 gibi şeyler ile istinca mekruhtur.
Su ile istincanın sıhhî faydaları pek çoktur. Buna dair tıp kitap-larında kıymetli malûmat vardır.
İstinca mahallini geçip namazın sahih olmasına mâni olacak miktardaki bir necaseti yıkamak ise
farzdır.
Erkeklerin idrar yaptıktan sonra sidik eserinin tamamıyla kesil-mesini beklemeleri lâzımdır ki,
buna da "istibra" denir. Bu, insanların âdetlerine, tabiatlarına göre biraz yürümek veya öksürmek veya
ayakları biraz kımıldatmak gibi bir tarzda yapılır. Sidik tamamıyla ke-sildiğine kanaat geldikten sonra
istinca yapılmalıdır. Çünkü sidik yaşlı-ğının bulunması, sidiğin damlaması gibi abdestin sahih olmasına
1 Buradaki kağıttan maksat, yazı ve kitap basımında kullanılan kağıttır. Özellikle tuvalet için üretilmiş kağıtlar kullanılabilir.
mânidir.
İstincada temizliğe fazla dikkat edip sidik ve benzeri eseri bırak-mamaya "istinka" denilir.
İstincadan sonra ayağa kalkmadan temiz bir bez parçası ile veya sol el ile kurulanıp bedendeki
kullanılmış suyu mümkün mertebe azaltmalıdır. Bir hadîsi şerifte: "Sidikten pek korununuz. Çünkü kabrin bütün azabı ondandır." diye buyurulmuştur.1
Bu sebeple sidikten son derece sakınmalı, taharete dikkat etme-lidir. Kadınlara istibra gerekmez.
Onların bir müddet durmaları kâfidir. Ondan sonra istinca ederek abdest alabilirler.
İstibra ve istincanın bazı adabı vardır. Mesela, daha helaya girmeden hafifçe "bismillah" deyip "Bismillâhi Allâhümme innî eûzu bike minel hubsi vel habais."2
"Yâ Rabbi! Ben sana pislikten, pis olmaktan sığınırım." diye dua etmeli ve helâya evvelâ sol
ayağı atarak girmeli, sağ ayağı atarak çıkmalıdır.
Helâda kıbleye doğru oturmamalı, kıble tarafına arka da çevirme-melidir. Bunlar mekruhtur.
Rüzgâra karşı işemek ve bir özür bulunma-dıkça ayakta işemek, karınca ve benzeri haşerat deliklerine
ve abdest alınacak veya gusledilecek yerlere işemek de mekruhtur.
Yol üzerine, mescit civarına, kabristana, durgun ve akar sulara, kuyulara, ırmak kenarlarına, ağaç
altlarına abdest bozmak da mekruh-tur. Halkın göreceği bir yerde istibra yapılması da âdaba, mürüvvete
aykırıdır.
Helâda lakırdı yapılmamalı, dinî, uhrevî şeyler düşünülmemelidir. Avret mahalline ve def edilen
maddelere bakılmamalıdır. Sidiğin içine tükürülmemelidir. Oruçlu olmayan kimse istinca ederken
ayaklarını bir-birinden uzakça tutmalı, kendisini iyice aşağıya salıvermelidir. Bu, fazla temizliğe hizmet edeceği için menduptur.
ÖZÜR SAHİPLERİNE DAİR BAZI MESELELER
97- Abdesti bozup devam eden şeye "özür" denir. Çoğulu "A'zar"dır. Özür sahibine erkek ise
"mazur" kadın îse "mazure" denilir. Meselâ vakit vakit burun kanaması, herhangi uzuvdan bir kanın
çıkıp akması, bir ağrıdan dolayı göz sulanması, meme ve kulak gibi bir uzuvdan irin gibi bir sıvının
çıkması, mesaneden sidik gelmesi, ishal veya yel çıkması birer özürdür. Bu sebeple bunların sahipleri
mazur veya mazure olmuş olurlar.
98- Herhangi bir özürün muteber olması için bir müddet vardır. Şöyle ki bir özür, evvelâ abdest
alınıp namaz kılınacak kadar bir müd-det kesilmemek üzere tam bir namaz vakti devam etmeli, daha
sonra her namaz vaktinde hiç olmazsa bir kere daha tekrar edip durmalıdır ki; sahibi, özürlü sayılsın.
Meselâ bir kimsenin burnu bir gün öğle vaktinin evvelinden sonuna kadar, bir abdest ile bir
namaza müsait olmamak üzere kanayıp da bu hal, bunu müteakip her namaz vaktinde bir defa olsun
tekrar edecek olsa, o kimse mazur olmuş olur. Fakat böyle bir özür, tam bir namaz vakti içinde bir defa
olsun tekrar etmezse, artık kesilmiş, sahibi de mazur olmaktan çıkmış olur.
ÖZÜRÜN HÜKMÜ
99- Bir özür sahibi, her namaz vakti abdest alır, o vakit içinde aldığı abdest ile -bunu bozacakbaşka birşey meydana gelmedikçe- dilediği kadar farz, nafile namaz kılabilir. Hatta kazaya kalmış
namaz-larını da kılabilir. Vitir ile bayram ve cenaze namazlarını da kılabilir. Hatta o özrü tekrar edip
dursa bile.
Meselâ bir özür sahibi, sabah namazı için tam vaktinde abdest alsa, bu abdest sabah namazı
vaktinin çıkmasına kadar devam eder. Bu vaktin çıkması ile, yani güneşin doğması ile son bulmuş olur.
Artık bu abdest ile başka bir namaz kılınamaz. Ancak özrünün geçici olarak kesilmiş olduğu bir anda
abdest almış ve henüz özrü tekrar etmeden ve başka abdest bozucu birşey de olmadan vakit çıkmış
olursa, bu takdirde, vaktin çıkması ile bu abdesti bozulmuş olmaz, tam taharet üzere bulunmuş olur.
1 Darekutni; Taharet; 1/128
2 Müslim; Hayız:32; No:357; 1/283
Fakat bu özürlü kimse, güneşin doğmasından sonra alacağı bir abdest ile öğle vaktinin sonuna
kadar dilediği namazları kılabilir. Yeter ki, kendisinden abdest bozucu başka birşey meydana gelmesin.
Kısaca özürlü kimselerin abdestleri bir namaz vaktinin girmesi ile bozulmaz, çıkması ile bozulur.
Bu, İmam-ı A'zam'a göredir. Sahih olan da budur.
İmam Ebu Yusuf'a göre özürlü kimsenin abdesti hem namaz vaktinin girmesiyle, hem de çıkması
ile bozulur. Bu sebeple güneş doğduktan sonra aldığı abdest, öğle namazı vaktinin girmesi ile bozulur.
İmam Züfer'e göre ise, özürlü kimsenin abdesti namaz vaktinin yalnız girmesi ile bozulur,
çıkması ile bozulmaz. Bu sebeple mazurun sabah namazı için aldığı bir abdest, güneşin doğması ile
bozulmaz, bilakis öğle namazı vaktinin girmesi ile bozulur.
(İmam Şafiî'ye göre özürlü kimsenin her namaz için ayrıca abdest alması lazımdır, onun abdesti,
kıldığı namazı bitirince son bulmuş olur.)
100- Bir özür sahibi, özrü kesilmiş olduğu halde abdest bozucu başka bir şeyden dolayı abdest
alıp da, daha sonra kendisinde bulunan özrü yine tekrar etse, abdesti bozulmuş olur, yeniden abdest
alması lazım gelir. Çünkü evvelki abdesti bu özürden dolayı değildi.
Fakat özrü kesilmediği halde vakit içinde özründen veya başka bir abdest bozucu şeyden dolayı
abdest alıp da, o vakit içinde özrü tekrar etse, bu abdesti bozulmuş olmaz. Çünkü bu, abdest hem özrü,
hem de o abdest bozucu şey için alınmış sayılır.
101- Özürlü bir kimse özrünün çıkmasına herhangi bir şekilde mani olmaya gücü yetse, meselâ
oturarak veya secde yerine ima ederek veya özrün çıkış yerini meşakkatsiz bir halde tıkayarak özrün
çıkmasına mâni olabilse, artık mazur hükmüne tâbi olmaz. Bu sebeple abdest alıp tam bir taharetle
namazını kılar, yoksa vakit içinde alıp sonra özrü ortaya çıkmış olduğu haldeki abdesti ile namaz
kılamaz.
102- Özürlü kimsenin çamaşırına özründen çıkıp bulaşan pis sıvılar ve benzeri, özrü devam
ettikçe namazının sahih olmasına mâni olmaz. Hatta dirhem (3,2 gram) miktarından fazla olsa bile.
Fakat bu pis maddeler, çamaşırına tekrar tekrar dokunmayacak ise, bunların yıkanması icap eder.
Görülüyor ki mübarek İslâm dini, bir kolaylık dinidir. Özür sahipleri hakkında da her şekilde kolaylık
gösterilmiştir. Artık dinî vazifelerini yerine getirme hususunda hiçbir kimse, bir mazeret ileri süremez.
KADINLARA MAHSUS HALLER
103- Kadınlara mahsus hayız, nifas ve istihâze halleri vardır. Şöyle ki:Hayız: Bir kadının döl yatağı denilen rahminden bir hastalık veya çocuk doğurmak sebebi ile
olmaksızın muayyen müddetler içinde gelen kandır. Buna "adet hali" denir. Bu suretle gelen bir kana
"hayız" veya "dem-i hayız" denildiği gibi, bu kan sebebi ile muayyen bir zaman için ileri gelen şer'î bir
maniaya da hayız denir. Böyle âdet gören kadına da "hâyız" denilir.
Nifas: Kadınlardan çocuk doğurmalarını müteakip veya çocuğun çoğu kısmı çıktığı anda gelen
kandır. Böyle bir kadına da "Nüfesâ" denir ki, lohusa demektir.
İstihâza: Rahimden değil de, bir damardan gelip tenasül uzvu yolu ile akan kokusuz bir kandır.
Kendisinde bu hal bulunan kadına da "müstehâza" adı verilir.
HAYIZ HALİNE AİT MESELELER
104- Kadınların âdet hallerine çok dikkat etmeleri lâzımdır. Çünkü bu haller, kendilerinin bir çok
dinî vazifeleri ile ilgilidir. Bu husustaki başlıca meseleler şunlardır:
105- Kadınlar en az dokuz yaşlarında bülûğ çağına erip âdet gör-meye başlar. Elli veya elli beş
yaşlarında da "sinn-i iyas" denilen bir çağa kavuşup âdetten kesilirler. Bu müddetten daha evvel
âdetten kesilen kadınlar da vardır.
(Malikîler'e göre henüz dokuz yaşına girmemiş bir kızdan gelen kan, bir hastalık kanıdır. Dokuz
ile on iki yaşı arasında bulunan bir kızdan gelen kan, kadınlara veya doktora gösterilir, hayız olduğuna
kesin kanaat veya bu hususta şüphe ederlerse, hayız olmuş olur. Hayız olmadığına kesin kanaat
ederlerse, bir hastalık kanı sayılır. On üç yaşını geçen bir kadından elli yaşına kadar gelen kan ise,
mutlaka hayızdır. Elli yaşını geçmiş bir kadından yetmiş yaşına kadar gelen kan da kadınlara veya
doktora gösterilir, yetmiş yaşına yetişmiş bir kadından gelen kan ise, kesinlikle istihazadır.
(Şafiiler'e göre âdetlerin kesilmesi için muayyen müddet yoktur, hayatı boyunca devam edebilir.
Bu hususta iklim göz önüne alınır. Çünkü âdet müddeti, beldelerin sıcak ve soğuk olmalarına göre
değişir. Şu kadar var ki, adetlerin altmış iki yaştan sonra kesilmesi çoğunlukla olur.
Hanbelîler'e göre de iyas (hayızdan kesilme) müddeti, elli sene ile takdir edilmiştir. Bundan sonra
gelen kan, kuvvetli de olsa, hayız değil, istihazadır.)
106- Âdet müddetinin en azı üç gün, yani yetmiş iki saat, en çoğu da on gün, yani iki yüz kırk
saattir. Bu iki müddet arasında görülecek kanlar, âdet kanı sayılır. Bu müddet içinde kanın devam üzere
gelmesi lâzım değildir, ara sıra kesilebilir. Meselâ bir kadın, üç gün kan görse de sonra iki gün kan
kesilip daha sonra üç gün daha devam etse bu sekiz günün toplamı, âdet gününü teşkil etmiş olur.
(Maliki mezhebine göre ibadetler bakımından âdetin en azı için bir sınır yoktur. Hatta bir an
görülen bir kan ile de âdet gerçekleşmiş olur. Fakat vefat, boşanma iddetlerine, istibralara 1 göre
âdetin en az müddeti, bir gün veya bir günün bir miktarıdır, âdetin en çok müddeti ise, gebe olmayan
bir müptedie hakkında yani yeni âdet görmeye başlamış bir kadın hakkında onbeş gün olmak üzere
takdir edilir.
107- İki âdet arasındaki temizlik haline "tuhr hali" denir. Bunun müddeti onbeş günden az
olamaz. Fakat bundan fazla olabilir. Aylarca, senelerce devam edebilir. Böyle temizlik hali devam eden
bir kadına "Mümteddetü't-tuhr" denilir.
(Malikîlerle, Hanbelîlere göre bir hayız arasında kanın kesildiği günlere: "Temizlik günleri =
yevmü'n-neka" denir ki, hayız olan kadın, bu günlerde temiz sayılır, diğer temiz kadınların
yapacaklarını yapar.
Tuhr'un en az müddeti Malikîlere göre sekiz veya on veya, on yedi gündür. Hanbelîlere göre ise,
onüç gündür.)
108- Bazı kadınların âdet günleri muayyendir, meselâ her ay beş veya yedi veya dokuz gün âdet
görürler. Böyle bir kadına "mutade" denir. Bir âdet, bir defa ile belirlenmiş sayılabilir. Şöyle ki henüz
âdet görmeye başlayan bir kız, ilk defa olarak meselâ sekiz gün kan, daha sonra yirmi iki gün temizlik
görse, bu şekilde âdeti belirlenmiş olur. Bu sebeple daha sonra kendisinden bir hastalık neticesi olarak
sürekli kan gelecek olsa, âdeti ve temizlik günleri her ay o şekilde hesap edilir.
109- Bazı kadınlarda âdet günleri sabit değildir, daima değişir. Bunlar, meselâ bir ay beş, diğer
bir ayda altı gün âdet görebilirler. Bu halde ihtiyat ile amel lâzım gelir. Şöyle ki böyle bir kadın, altıncı
gün oldu mu yıkanır, namazlarını kılar ve Ramazân-ı şerif'te ise, orucunu tutar. Çünkü bu altıncı
gündeki kanın istihaza (özür) olması düşünüle-bilir. Fakat bu altıncı gün çıkmadıkça, cinsel ilişkide
bulunamaz, boşan-mış ise, iddeti bitmiş sayılamaz. Zira bu altıncı gündeki kanın da hayız olması
muhtemeldir.
110- Bir âdetin değişmiş olması için ona muhalif iki âdet görül-melidir. Meselâ her ay beş gün
âdet gören bir kadın, sonra iki defa dört veya altı gün kan görse, âdeti beş günden dört veya altı güne
intikal etmiş olur.
Özetle âdet bir defa ile sabit, iki defa ile değişmiş olabilir. Bununla beraber İmam Ebû Yûsuf'a
göre âdet, bir defa ile de değişmiş sayılabilir. Buna "fesh-i âdet" de denilmektedir.
111- Belirli adet günlerine muhalif olup, on günden fazla devam etmeyen kanlar âdet kanı sayılır.
Bu halde âdet değişmiş olur. Meselâ her ay yedi gün kan gören bir kadın, daha sonra on gün kan görse
hepsi de hayız hali sayılır. Bu takdirde, âdeti yedi günden on güne intikal etmiş olur. Fakat belirli adet
günlerinden fazla gelen kan, belirli günlerde gelen kan ile beraber on günden fazla olsa, belirli günlerde
gelen kandan fazla olan miktar, hayız değil istihâza (özür) sayılır. Meselâ böyle yedi gün kan gören bir
kadın daha sonra, on bir veya on iki gün kan görmeye başlasa, bunun belirli olan yedi günlüğü hayız,
geri kalan dört veya beş günlüğü de istihâza olmuş olur.
Aynı şekilde her aybaşından itibaren meselâ beş gün âdet gören bir kadın, adeti üzere beş gün kan
gördüğü gibi, bundan iki veya üç veya beş gün önce de kan görmüş olsa, bunların tamamı âdet sayılır.
Fakat bunların tamamı, on günden fazla ederse, yalnız âdeti günlerinde gördüğü kan hayız olur, belirli
günlerden fazla olan kan ise, bir istihâza (özür) sayılır.
112- Âdet gören bir kadından bir hastalık neticesi olarak her zaman kan gelecek olsa, hayız ve
1 Cariyenin rahminde çocuk olup olmadığını anlaması için bir süre beklemesi, kendisini satın alan efendisi ile cinsel ilişkiye
girmemesi. Nikahla alınan dul bir kadının gebe olmadığına kanaat getirmek için kadının bir adet görünceye kadar beklemesi.
Fasid nikah ile cinsel ilişkide bulunulan kadının da istibrada bulunması gerekir. temizlikteki âdetine göre hükmolunur. Meselâ her aybaşından itibaren on gün kan, yirmi gün veya altı
aydan noksan olmak üzere şu kadar ay ve gün de temizlik görmek üzere âdeti sabitleşmiş bir kadından
daha sonra sürekli kan gelecek olsa, yine o şekilde her ayın ilk on günü hayız, diğer yirmi günü veya şu
kadar ay ile günü de temizlik sayılır. Fakat temizlik müddeti tam altı ay veya daha fazla bulunmuş
olursa, temizlik müddeti altı aydan bir saat noksan olarak kabul edilir ki, bu müddet gebelik müddetinin
en az sınırı demektir.
Aynı şekilde yeni hayız görmeye başlayan bir kızın âdeti sabit olmaksızın kanı kesilmeyip devam
edecek olursa, her aydan on günü âdetine hesap edilir, yirmi günü de temizlik müddeti sayılır.
113- Bir hastalık veya dikkatsizlik neticesi olarak âdet günlerini unutmuş olan bir kadına
"Mütehayyire" denir. Böyle bir kadının gör-düğü akıntı kesilmeyecek olsa, âdeti hakkında kuvvetli
zannı ile amel eder. Kuvvetli zannı bulunmayınca ihtiyat yönü dikkate alınarak boşan-mış ise, iddeti
hususunda âdeti on gün, temizlik müddeti de altı aydan bir saat noksan olmak üzere takdir edilir. Diğer
bir görüşe göre temizlik müddeti iki ay olarak kabul edilir. Namazları, oruçları hakkında ise, taf-silât
vardır. Bu konuda en mükemmel izahat İmam Serahsi'nin Mebsût isimli kitabında mevcuttur.
114- Âdet görecek bir çağa gelen bir kız, ilk defa görmeye başla-dığı kandan dolayı hemen
namazını terk, orucunu tehir eder. Evli ise, cinsel ilişkide bulunmaz. Buna "mübtedie" denir. Bu kan üç
günden az bir müddette kesilirse, hayız olmadığı anlaşılır, o zaman terk ettiği namazlarını kaza etmesi
lâzım gelir.
İmam-ı A'zam'dan bir görüşe göre bu kan, üç gün devam edip de âdet kanı olduğu sabit
olmadıkça, namaz terk, oruç tehir edilmez.
115- Hayız müddeti içinde gelen kan, tamamıyla kesilmedikçe, âdet son bulmuş olmaz. Bu kan
siyah, kırmızı, yeşilimtırak veya sarı olabileceği gibi, bulanık, toprağımsı bir renkte de bulunabilir.
Âdetini bitirmiş bir kadından gelecek akıntı bembeyaz bir renkte bulunur.
116- Bir kadının görmekte olduğu âdetini kocasına karşı inkâr etmesi veya hakikate muhalif
olarak âdet gördüğünü iddia etmesi helâl değildir.
Âdet görmekte olduğunu söyleyen bir kadın iffetli, saliha ise, sö-zü kabul olunur, değilse kabul
olunmaz. Ancak doğru söylediğine bir işaret bulunursa, meselâ sözü âdetinin başlayacağı bir zamana
rastlarsa, o halde kabul olunur.
NİFAS HALİNE AİT MESELELER
117- Nifas = Lohusalık halinin en az sınırı yoktur, bir gün bile olabilir, en son sınırı ise, kırk
gündür. Bundan sonraki kan nifas değil-dir. Bununla beraber bazı kadınlar, çocuk doğurduktan sonra on
beş veya yirmi, yirmi beş gün kadar kan görür, ondan sonra temizlenmiş olurlar. Bu sebeple onların
nifas müddeti, bu kadar olmuş olur, bundan sonra yıkanır, namaz kılar, oruç tutarlar.
(Nifasın en son sınırı İmam Malik'e göre yetmiş, İmam Şafiî'ye göre altmış gündür. Çoğunlukla
kırk gündür.)
118- El, ayak gibi uzuvları belirmiş olan bir çocuğun düşmesiyle nifas hali meydana gelir ve
çoğunlukla on, on beş gün kadar devam eder. Fakat âzası henüz belirmemiş bir düşük ile nifas hali
meydana gelmez. Bunun düşmesiyle görülen kan üç gün devam eder, evvelce de en az on beş gün
temizlik hali devam etmiş bulunursa, bu bir hayız kanı olmuş olur, böyle olmazsa, istihaza (özür)
sayılır.
119- Hayız, nifas, istihaza (özür) halleri, kanın dışarıya çıkmasıy-la malûm olur. Bu sebeple
çocuk doğuran kadından faraza kan çıkmasa, İmameyn'e göre lohusa olmuş olmaz. Bu sebeple
kendisine gusül lâzım gelmez. Oruçlu ise, orucu bozulmaz, kendisine yalnız abdest almak lâ-zım gelir.
Fakat İmam-ı A'zam'a göre ihtiyaten gusül etmesi icap eder.
120- Nifas müddeti içinde görülen temizlik de nifastan sayılır. Meselâ on gün kan gelip beş gün
kesildikten sonra tekrar on gün kan gelecek olsa, bu yirmi beş günün hepsi de nifas müddeti sayılır.
(Malikîler'e göre bu aradaki temizlik müddeti yarım ay devam ederse temizlik sayılır, bundan
sonra gelen kan, hayızdır. Yarım aydan az devam ederse, hepsi de nifas sayılır.
Şafiiler'e göre de bu temizlik günleri en az on beş gün devam ederse, temizlik sayılır, artık bu
günlerden evvelki hal nifas hali, son-raki hal de bir hayız hali olmuş olur. Fakat bu temizlik on beş
günden az devam ederse, hepsi nifas hali sayılır.
Hanbelîler'e göre bu temizlik günleri mutlaka temizlik hali sayılır. Bu sebeple diğer temiz haldeki
kadınlara vacip olan şeyler, bu nifas gören kadına da bu temizlik günlerinde vacip olur.)
121- Bir kadın, tev'em = ikiz olarak iki çocuk doğurunca nifas müddeti birinci çocuğun doğduğu
günden başlar, hesap edilir.
(Malikîlere göre iki çocuk arasında altmış günden az bir müddet geçmiş ise, nifas müddeti birinci
çocuktan başlar, bundan fazla bir müddet geçmiş ise, her çocuktan dolayı bir nifas müddeti başlar.
Şafiîlere göre müddet, ikinci çocuğun doğmasından başlar, birinci çocuğun doğmasından sonra
gelen kan ise, eğer adet zamanına rast gelmiş ise, hayız kanı olmuş olur, rast gelmemiş ise, bir illet kanı sayılır.)
HAYIZ VE NİFAS HALLERİNE DAİR BAZI HÜKÜMLER
122- Âdet gören veya lohusa bulunan müslüman kadınları hakkında bazı özel hükümler vardır.
Şöyle ki, böyle bir kadın namaz kılamaz, şükür secdesinde bile bulunamaz, oruç tutamaz, Kur'an-ı
Kerim'den -bir ayet bile olsa- okuyamaz, dua ayetlerini dua maksadı ile okuması bundan müstesnadır.
Kur'an-ı Kerim'e veya onun bir levhada veya parada yazılı tam veya tam olmayan bir ayetine el
dokunduramaz. En sahih olan görüşe göre Kur'an'ın tercümesi hakkında da hüküm böyledir, onu da
eline alamaz. Mescitlere giremez, Kâbe-i Muazzama'yı tavaf edemez, kocası ile cinsel ilişkide
bulunamaz ve kocası kendisinin göbeği altından diz kapakları altına kadar olan uzuvlarından örtüsüz
olarak hatta şehvetsiz olsa bile- istifade edemez. Bütün bunlar haram-dırlar. Örtü bulunduğu taktirde
ise, cinsel ilişkiden başka bir şekilde istifade edebilir.
123- Âdet gören veya lohusa olan bir kadın, bunlara mahsus müddet içinde terk edeceği farz
namazları daha sonra kaza etmez. Na-mazlar her gün tekrar ettiği için kendisine şer'î şerif kolaylık
göster-miştir. Fakat terk edeceği Ramazan-ı şerif oruçlarını daha sonra kaza eder.
124- Farz veya nafile oruç tutmuş olan bir kadın, böyle oruçlu iken hayız görse veya lohusa olsa,
o orucu daha sonra kaza eder.
Aynı şekilde bir nafile namaza başlamış iken kendisinde böyle bir hal meydana gelse, bu namazı
da sonra kaza eder. Fakat farz namaza başlamış ise, bunu kaza etmez. Çünkü bunun kendisine farz
olmadığı belirmiş olur.
125- Bir kadın temiz olduğu halde yatıp da uyandığı zaman hayız görmeye başlamış olduğunu
anlasa, uyandığı zamandan itibaren adet görmeye başlamış sayılır. Bilakis hayızlı bir kadın yatıp da
uyandığı za-man temiz olmuş olduğunu anlasa, ihtiyaten uyuduğu zamandan itibaren temizlenmiş
sayılır. Bu sebeple bu iki takdirde de eğer yatsı namazını kılmadan yatmış ve uykuda iken bu namaz
vakti geçmiş bulunursa, bu namazı kaza etmesi lâzım gelir.
126- Âdet gören veya lohusa bulunan bir kadın, dua ayetlerini, dua maksadı ile okuyabilir. Allah
Teâlâ'yı zikir ve tesbih edebilir. Böy-le bir kadının pişireceği yemekler ve içeceği suların artıkları
mekruh değildir. Bu kadını kocasının yatağına alması, kendisinden (cinsel ilişki dışında), başka bir
şekilde istifade etmesi caizdir.
127- Bir kadının âdeti henüz bitmeden kanın kesilmesine ve yıkanmasına itibar olunmaz. Bu
sebeple âdeti tamamen bitmedikçe, kendisi ile cinsel ilişki yapılamaz. Çünkü adet müddeti içinde kanın
tek-rar gelmesi mümkündür. Fakat kadın, böyle kanın kesilmesi üzerine yıkanmış olunca, ihtiyaten
namazlarını kılar, orucunu da tutar.
128- Hayız ile nifasın azamî müddetleri geçince cinsel ilişki, derhal helâl olur. Fakat bu
müddetten evvel kesilmeleri ile hemen helâl olmaz. Bu takdirde, kadın ya yıkanmış olmalıdır veya
üzerinden bir namaz vakti geçmelidir veya bir özür sebebiyle teyemmüm edip onunla -hatta nafile olsa
bile- bir namaz kılmış bulunmalıdır ki, bu cinsel ilişki helâl olsun.
129- Hayız ile nifas hususunda cinsel ilişki bakımından bir müslümanın gayrimüslim olan hanımı
da, sahih olan görüşe göre, müslüman hanım hükmündedir. Diğer bir görüşe göre gayrimüslim hanımın
âdeti her ne vakit tamam olursa, kendisine müslüman olan kocasının cinsel ilişkide bulunması helâl
olur. Yıkanmasını veya bir namaz vakti geçmesini beklemeye lüzum yoktur.
130- Bir kimse, henüz âdetini bitirmemiş olan hanımına cinsel ilişkide bulunacak olsa, günahkâr
olur. Bu sebeple tövbe ve istiğfar etmesi lâzım gelir. Bununla beraber fakir müslümanlara bir veya
yarım dinar miktarı birşey sadaka vermesi de menduptur. Bir dinar, bir miskal, yani yüz arpa (yaklaşık 4,5 gram) ağırlığında bulunan altın sikkedir.
131- Âdet ve nifas halleri, kadınlar için bazı hususlarda bir maze-ret teşkil etmektedir. Bu sebeple
kendilerine namaz farz olmuyor, oruçları da kazaya kalıyor.
Bununla beraber bu halde bulunan bir kadın, kendisinden gelen akıntıdan dolayı tam bir taharet
halinde bulunamaz. Hak Teâlâ'nın ma-nevi huzuruna kabul edilebilmek ve Mukaddes Mabud'umuzun
mübarek âyetlerini okuyup elde tutabilmek için tam bir taharet ve nezafet halinde bulunmak lâzımdır.
Bu sebeple bu haldeki bir kadın için namaz kılmak, Kur'an-ı Kerim'i okumak, elde tutmak caiz olamaz.
Diğer bir bakımdan da böyle bir kadın, bir nevi hastadır, istirahata muhtaçtır, kendisinden gelen
akıntı da kötü kokuludur, bundan selim bir tabiat rahatsız olur. Bu sebeple bu halde cinsel ilişkinin caiz
olması hikmete uygun bulunamaz.
Bir de bu geçici yasak sayesinde insan, nefsine hakim kesilir, nef-sinde bir itidal yüz gösterir.
Bedenî kuvvet, tamamen harcanmaktan kurtulur, sıhhatin, kuvvetin devamına hizmet edilmiş olur.
Özetle şer'i şerifin tayin ettiği hükümlerde kim bilir daha nice hikmetler, maslahatlar vardır.
Bizim vazifemiz ise, bu hükümlere raiyetten başka değildir. 194. meseleye de müracaat!
İSTİHAZA (ÖZÜR) HALİNE AİT MESELELER
132- Bir kadından üç günden az, on günden fazla gelen bir kan, hayız değil, bir istihazadır, birhastalık kanıdır. Gebe olan kadından gelen kan da hayız değil, bir istihazadır.
(İmam Malik ile İmam Şafiî'ye göre gebe olan kadınlar da âdet görebilirler. Bu yüzden doğumdan
evvel gelen kan hayız sayılır. Bu-nunla beraber Şafiîler'e göre çocuk tamamen doğduktan sonra gelen
kan nifastır, bundan evvel gelen kan ve çocuk ile beraber gelen kan nifas değildir. Bu kan, kadın hayızlı
bulunmuş ise, âdet kanıdır, hayızlı bulunmamış ise, hastalık kanıdır. Hanbelîler'e göre doğumla beraber
dı-şa çıkan kan ve doğumdan iki veya üç gün evvel talk = doğum ağrısı gibi bir alâmete yakın olarak
gelen kan, nifas sayılır.)
133- İstihaza denilen kan, başka uzuvlardan gelen kanlar gibidir. Bununla yalnız abdest bozulur.
Devam ederse; sahibi, özürlü sayılır. Bu sebeple hakkında özürlülere ait hükümler geçerli olur. Kısaca
özürlü olan bir kadından namaz düşmez, bu kadın orucunu kazaya bırakamaz, kendisi ile cinsel ilişki de
haram olmaz.
134- Henüz dokuz yaşına girmemiş kızlardan gelen kan istiha-zadır. Bu yaştaki çocuklardan kan
gelmesi nadirdir, nadir için ise, hü-küm yoktur.
135- "Sinn-i iyas" denilen çağa girip âdetten kesilmiş, iyasına hükmedilmiş, meselâ yetmiş
yaşına girmiş bir kadından daha sonra gelecek kan istihazadır. Diğer bir görüşe göre bu kadın eski âdeti üzere akar kan görürse, âdeti geri dönmüş olur. Fakat az bir yaşlık görmesi âdet sayılmaz.
ABDESTİN MAHİYETİ
136- Abdest, muayyen uzuvları usulüne göre yıkamaktan, mesh etmekten ibaret bir temizliktir, biribadet ve itâattır. Abdeste güzel-liğinden, nezafete hizmetinden dolayı "vuzu" adı verilmiştir. Abdestin
manevî birçok faydaları, sevapları olduğu gibi, maddeten de pek çok menfaatleri vardır. Vakit vakit
abdest alan bir müslüman, temizliğe riayet etmiş, temizliği alışkanlık haline getirerek kendisini birçok
hastalıklara sebebiyet verecek kirli hallerden kurtarmış olur.
"Abdest üzerine abdest, nur üzerine nurdur" buyurulmuştur. Bir hadisi şerif de:
"Her kim emir olunduğu gibi abdest alır ve emrolunduğu şekilde namaz kılarsa, geçmiş
günahı bağışlanır, affolunur."1
137- Namaz gibi bir kısım dinî vazifeleri yerine getirmek için abdeste lüzum vardır. Bu
vazifelerden her birinin yapılması, abdestin bir sebebidir. Abdestsiz bir kimse namaz kılamaz, tavaf
edemez, Mus-haf-ı Şerif'i bitişik olmayan bir kılıf içinde bulunmadıkça, eline alamaz. Kur'an'ın tam
veya tam olmayan bir âyetine bile el süremez. Bunlar haramdır. Fakat Kur'an-ı Kerim'i ezber olarak
veya karşıdan Mushaf'a bakarak okuyabilir. Abdest ile akıllı bulûğ çağına ermiş olan ve suyu
1 İbn-i Hibban: Tahâret:1; No:1042; 3/317 Nesâî: Tahâret: 108; No:144; 1/90 İbn-i Mâce; Taharet: 193; No:1396; 1/447
Dârimi; Tahâret:45; No:717; 1/197
kullanmaya gücü bulunan her müslüman, lüzumu halinde mükellef olur.
ABDESTİN FARZLARI
138- Abdestin farzları dörttür. Birincisi: Yüzü bir kere su ile yıkamaktır. İkincisi: İki elleri
dirsekler ile beraber bir defa yıkamaktır. Üçüncüsü: Ayakları iki topuklar ile beraber bir kere
yıkamaktır. Dör-düncüsü: Başın dörtte bir miktarına ıslak bir el ile veya başka bir vasıta ile başka bir
yerde kullanılmamış temiz bir yaşlıkla bir kere mesh etmektir. Şöyle ki :
Yüz denilen uzuv, iki kulak yumuşakları arasındaki mahal ile alında saç bittiği yer ile çene altı
arasında bulunan mahalden ibarettir. Sakal başı ile iki kulak arasındaki kılsız yerler de yüzden sayılır.
Bu sebeple bunları bir kere yıkamak farzdır.
Sakal sıkı olunca, onun üstünü yıkamak yeterli olur, altındaki derileri yıkamak icap etmez. Fakat
seyrek olunca, altındaki derileri de yıkamak lâzım gelir.
Dirseklere gelince bunlara "Mirfak" denir, elleri dirseklere kadar, dirseklerle beraber yıkamak
lâzım ise de, dirseklerin yukarılarını yıka-mak mecburî değildir. Ayakların iki tarafında olup, "sâk =
topuk" deni-len yüksekçe kemikleri de yıkamak lâzımdır. Fakat bunların yukarısını yıkamak icap
etmez.
Başa meshe gelince, başın nâsiye denilen ön tarafına mesh edilmesi daha faziletlidir. Mesh edilen
mahal, iki kulağın üstüdür. Bu kısımdaki saçların üzerine mesh edilmesi yeterlidir. Fakat bu kısımdan
aşağıya sarkan saçların mesh edilmesi yeterli olmaz. Hatta bunlar başın üstünde topuz yapılmış bulunsa
bile.
(Mâlikîler ile Hanbelîler'e göre başın tamamını mesh etmek va-ciptir. Şafiiler'e göre en az bir
mesh bile yeterlidir.)
ABDESTİN SÜNNETLERİ
139- Abdestin başlıca sünnetleri şunlardır:
1. Abdeste başlarken evvelâ temiz olan elleri bileklere kadar yıkamak. Temiz olmayan elleri
evvelce yıkamak ise farzdır, ta ki diğer uzuvları kirletmesin.
2. Abdeste "Eûzü" ve "Besmele" ile başlamak. Abdest arasında okunacak besmele ile bu sünnet
yerine getirilmiş olmaz.
(Hanbelîler'e göre abdestin başlangıcında besmele okumak vacip-tir, kasden terk edilirse, abdest
batıl olur, yanılarak veya bilmeyerek terk edilmesi, abdesti iptal etmez.)
3. Niyet etmek, yani abdesti, namaz kılmak veya abdestsizliği gidermek veya Hak Teâlâ'nın
emrini yerine getirmek kastı ile almaktır.
Dil ile: "Niyet ettim ALLAH rızası için abdest almaya" denilmesi, güzel görülmüştür. Niyetin
vakti, elleri veya yüzü yıkamaya başlama zamanıdır.
(Mâlikîler ile Şafiîler'e göre abdestin başlangıcında niyet etmek farzdır. Hanbelîler'e göre de niyet
abdestin sahih olmasının şartıdır.
4. Mazmaza ve istinşak. Şöyle ki elleri yıkadıktan sonra evvelâ üç kere ağza, dolusunca su alınır
ki, buna "mazmaza" denir. Üç kere de burunun yumuşağına kadar su alınır ki, buna da "istinşak"
denilir. Bunların her defasında su yenilenir. Bunlar ile ağız ve burun içerisi yı-kanılmış ve kullanılacak
suyun tadı, kokusu anlaşılmış olur.
5. Mazmaza ve istinşakta mübalâğa etmek. Şöyle ki su mazma-zada boğaza kadar, istinşakta
burnun katı yerine kadar vardırılır. Fakat oruçlu kimseler böyle mübalâğa yapmazlar.
6. Misvak kullanmak. Şöyle ki misvak arak denilen ağacın dalıdır. Bunun gibi elyaflı olan diğer
ağaç dallarından da yapılabilir.
Misvak, parmak kalınlığında ve kullananın karışı boyunda olmalı-dır. Sağ ele alınır, serçe
parmağının üstünden geçirilir, baş parmakla altından tutulur, ıslatılarak ağzın sağ tarafından başlanır,
dişlere enine sürülür, kullanılması oruca mani değildir.
Misvağın pek çok faydaları ve sevabı vardır. Dişleri temizler, ağız kokusunu giderir, sıhhate
hizmet eder. Bir hadis-i şerifte "Misvak ağzı temizleyici ve Rabbin rızasını celb edicidir." buyu-rulmuştur.1
Diğer bir hadis-i şerifte de "Eğer ümmetime zahmet vermeyecek olsa idim, her abdest alırken misvak kullanmalarını
emrederdim." buyurulmuştur.2
Misvak bulunmaz veya kullanılması dişleri kanatırsa, yerine par-mak kullanılabilir. Şöyle ki baş
parmak, ağzın sağ tarafına, şahadet parmağı da sol tarafına salınarak üst ve alt dişler ovalanır.
Bununla beraber misvak, yalnız namazlara mahsus değildir, kulla-nılması her zaman güzel
görülmüştür. Çünkü temizliğe hizmet eder ve kıl fırçalar ile yapılan diş temizlemesine her yönüyle
üstün gelir.
Kadınların oruçlu olmadıkları zaman sakız çiğnemeleri, misvak yerine geçer.
7. Tertibe riayet etmek. Şöyle ki, abdestte evvelâ yüz, sonra kollar yıkanır. Daha sonra başa
meshedilir, daha sonra da ayaklar yıkanır ve mestli ise, mesh edilir. Böyle tertibe riayet edilmezse, yine
abdest sahih olur, fakat sünnete muhalif düşer.
(Şafiîler ile Hanbelîler'e göre abdest uzuvları arasında bu tertibe riayet edilmesi farzdır.)
8. Abdeste sağ taraflardan başlamak. Yani sağ kollar, sol kollar-dan evvel, sağ ayaklar da sol
ayaklardan evvel yıkanır. Bu, sağ tarafın şerefinden dolayıdır.
9. Abdest uzuvlarını üçer defa yıkamak. Bunların birer defası farz, diğer ikişer defası da sünnettir.
Üçten fazla veya noksan yıkamak ise, sünnete muhaliftir. Ancak şüpheyi gidermek veya suyun azlığı
gibi bir zaruret sebebi ile olursa, o zaman sünnete muhalif olmaz.
10. Abdestte elleri veya ayakları yıkamaya parmak uçlarından başlamak.
11. Abdestte parmakları hilâllemek. Şöyle ki, el parmakları birbi-rine sokulmak suretiyle
hilallenir. Ayak parmaklarının hilâllenmesi de el parmaklarından biri ile yapılır. Sol elin serçe parmağı
ile sağ ayağın altından ve serçe parmağın arasından hilallemeye başlanması ve sıra ile devam edilerek
sol ayağın serçe parmağında bitirilmesi güzel görülmüş-tür. Parmakları akar suya sokmak da hilâllemek
yerine geçer.
12. Abdest suyunu bıyıkların ve kaşların altlarına ve yüzün çev-resinden sarkmış bulunan fazla
kıllara eriştirmek.
13. Sakalın çeneden aşağıya uzamış kısmını meshetmek ve sık olan sakalı bir avuç su ile alt
tarafından el parmakları ile hilâllemek. Bu İmameyn'e göredir, İmam-ı A'zam'a göre ise, müstehaptır.
14. Başın tamamını bir su ile meshetmek. Buna "kaplama mesh" denir. Kaplama meshin sünnet
üzere yapılması şöylecedir: Her iki el tamamen ıslatılır, sonra bu iki elin küçük, orta ve adsız
parmakları birbirine bitiştirilir. Ve bu ellerin ayaları yukarı kaldırılıp bu bitişik par-maklar, uç uca
gelmek üzere birbirine yaklaştırılır ve bu parmaklar başın ön tarafından enseye kadar çekilir, sonra da
iki elin ayaları başın iki tarafına yapıştırılarak ense tarafından başın önüne kadar çekilir. Bu şekilde
bütün başın meshi bitmiş olur. Sonra başa değdirilmeyen baş parmakların içi ile kulakların dışları ve
şehadet parmaklarının içi ile de kulakların içleri mesh edilir. Parmakların arkaları ile de boyna mesh
verilir.
Bununla beraber başın tamamını her ne şekilde olursa olsun, kaplama mesh etmek de yeterlidir.
(Şafiîler'e göre meshi üç kere tekrar etmek sünnettir.)
15. Kulakları mesh etmek. Bu mesh, yeni bir su ile yapılacağı gibi yukarıda bildirildiği şekilde de
yapılabilir. Serçe parmakları kulak içle-rine sokarak kımıldatmalıdır.
(Hanbelîler'e göre kulaklar ile içlerini mesh etmek farzdır. Çünkü bunlar da baş tarifine dahildir.)
1 İbn-i Mâce; Tahâret:7 No:289 1/106 Müslim; Tahâret:15; No:45; Ebû Dâvud; Tahâret: 25, Tirmizi; Tahâret:18 No:22,23
Nesâî; Tahâret:5-6, A. b. Hanbel; 1/80
2 Buhâri; Savm:27; No:1831; 2/682; Cuma:7; No:847; 1/303 Müslim; Taharet:15; No:42 Ebû Dâvud; Taharet:25: No:47; 1/59
Tirmizi; Taharet:18; Salat:10 Nesâî; Taha-ret:7; Mevakıt:20 İbn-i Mâce; Salat:8; Taharet:7 Dârimi; Taharet:18; No:683
Muvatta; Taharet:32; No:115; 1/81 A. b. Hanbel; 1/80-120-214-221-366; 2/28-94-231-345-250-256-287-313-384-399-400-
429-433-460-473-496-502-509-517-531;3/442;4/114-116; 5/193-410; 6/150-325-429
16. Boynu mesh etmek. Şöyle ki, başı ve kulakları mesh ettikten sonra iki elin arkaları ile ve üçer
parmakla yeni bir su almaya muhtaç olmaksızın boyun meshedilir. Boğazı mesh etmek bid'attır.
17. Abdest uzuvlarını, üzerine dökülen su ile iyice ovmak.
18. Abdest uzuvlarını ara vermeden yıkamak. Yani henüz biri ku-rumadan diğerini de yıkamaya
başlamak. Buna "vilâ" denir. Havanın fazla sıcaklığından dolayı her yıkanan uzvun hemen kuruması bu
vilâyı bozmaz.
Bazı alimlere göre vilâ'dan maksat, abdest alınırken ara yerde ab-destten başka birşey ile
uğraşmamaktır.
(Malikîler ile Hanbelîler'e göre dört abdest uzvu arasında fevre, vilâya riayet edilmesi, yani
bunların hemen birbiri peşine yıkanılması farzdır.)
ABDESTİN ÂDABI
140- Abdestin birçok âdabı vardır. Başlıcaları şunlardır:1. Daha vakit girmeden abdest alıp namaza hazır bulunmak. Özür sahipleri bundan
müstesnadırlar.
2. Abdest alırken kıbleye yönelmek.
3. Abdest alırken yüksekçe bir yerde durmak, tâ ki abdest suları elbiseye dokunmasın.
4. Abdestte başkasından yardım istememek. Ancak bir özürden dolayı olursa, bir de başkasının
kendi arzusu ile abdest suyunu hazırla-ması veya abdest uzuvlarına dökmesi adabı bozmaz.
5. Abdest esnasında bir zaruret bulunmadıkça dünya lakırdısı yapmamak.
6. Abdestin başından sonuna kadar niyeti unutmayıp kalpte tut-mak ve her uzvu abdest niyeti ile
yıkarken Besmele-i Şerife'yi okumak ve her uzvu yıkarken dua etmek, salât-ü selâm getirmek.
7. Abdest alırken sıkı olmayan parmak yüzüklerini oynatmak. Dar olan yüzükleri oynatmak ise,
mutlaka lâzımdır, tâ ki altı kuru kalmasın.
8. Abdestte ağza, burna sağ el ile su vermek, sol el ile sümkürmek.
9. Abdestte yüzü yıkarken göz pınarlarını yoklamak, abdest suyu-nu dirseklerin ve topukların
yukarılarına kadar yetiştirmek.
10. Abdest suyu, israf derecede fazla ve uzuvlardan damlama-yacak derecede az olmamak. Deniz
kenarında olsa bile, fazla su sarf et-mek mekruhtur.
11. Abdest suyu güneşte ısıtılmış olmamak.1
12. Abdest için toprak ibrik kullanmak ve bunu sol tarafta bulun-durup kullanırken ağzından
değil, kulpundan tutmak, bu ibriği yalnız kendisine tahsis etmemek, bunu boş bırakmayıp diğer bir
abdeste hazır olmak üzere dolu bulundurmak.
13. Abdest bitince kıbleye karşı şahadet kelimelerini okumak. Bir hadis-i şerif ve meali şu
şekildedir: "Sizden biri, abdest alır ve abdestini eksiksiz olarak tamamlar, sonra da "Ben şahadet ederim ki,
ALLAH Teâlâ'dan başka mabud yoktur, Hazret-i Muhammed de ALLAH'ın Rasulüdür" derse,
kendisine sekiz cennetin kapıları açılır, dilediği kapıdan cennete girer."2
14. Abdestten artan sudan kıbleye karşı ayakta biraz içerek "Allahümmec'alni minet tevvabine vec'alni minel mütetahhirin."
"Ya Rabbi! Beni her günah işledikçe tövbe eden ve günahtan kaçınıp tertemiz bulunan salih
1 Burada bakır ve benzeri kaplarda açıkta kalıp güneşte ısıtılmış su kastedilmektedir. Yoksa günümüz teknolojisinde güneş
enerjisi ile ısıtılan su ile abdest almakta ve bu suyu kullanmakta hiçbir sakınca yoktur.
2 A. b. Hanbel; No:16863; 4/145
kullarından kıl." diye dua etmek.
Şöyle de dua edilebilir: "Allahümme'şfinî bişifâike ve dâvini bidevâike va'sımnî minel vehli vel emrazı vel evcai"
"Ya Rabbi! Beni kendi şifan ile şifalandır, kendi devan ile deva-landır ve beni korkudan,
hastalıklardan, ağrılardan koru."
15. Abdestin sonunda bir, iki veya üç kere Kadir sûrei celilesi'ni okumak.
16. Abdestten sonra kerahet vakti değilse iki rekât nafile namaz kılmak. Bu saydığımız şeyler,
dînî ve sıhhî bakımdan birçok faydaları bulundurduğu için abdestin adabından bulunmuşlardır.
Abdestin sün-netlerine, edeplerine aykırı olan şeyler ise, ya tahrimen veya tenzîhen mekruhtur.
ABDEST DUALARI
141- Abdeste mahsus, Selef-i Salihin'den bizlere kadar gelmiş dualar vardır. Her uzuv yıkanırkenkendisine münasip bir dua okunur. Bunlar okunmasa da abdest tamam olur, fakat okunmaları pek
güzeldir. Şöyle ki:
1. Abdest alacak şahıs abdeste başlarken "Eûzü ve Besmele"den sonra: "Elhamdü lillahi'llezi ceale-l mae tahuren ve ceale’l-islame nurâ."
"Hamdolsun ALLAH Teala'ya ki suyu temizleyici islamı nur kıl-mıştır." der.
2. Ağzına su alırken: "Allahümme eskınî min havzi nebiyyike ke'sen la ezmeu ba'dehü ebedâ."
"Yâ Rabbi! Bana Peygamberinin havz-ı kevser'inden öyle bir kâse su ihsan buyur ki, ondan sonra
asla susuzluk duymayayım." der.
3. Burnuna su alırken: "Allahümme la tuharrimni rayihate ne'imike ve cinânike."
"İlahi! Beni nimetlerinin ve cennetlerinin güzel kokularından mah-rum bırakma." der.
4. Yüzünü yıkarken "Allahümme beyyiz vechi bi nurike yevme tebyazzu vucuhun ve tesveddü vucuh."
"Allah'ım! Bazı yüzlerin beyazlanacağı, bazı yüzlerin de karara-cağı günde, benim yüzümü ak
kıl." der.
5. Sağ kolunu yıkarken: "Allahümme a'tıni kitabi biyeminî ve hasibni hisaben yesira."
"Ya İlâhi! Bana amel defterimi sağ tarafımdan ver ve benim hesa-bımı kolay kıl" der.
6. Sol kolunu yıkarken: "Allahümme la tu'tini kitabi bi şimali ve la min verâi zahri ve la tuhasibni hisaben şedida."
"Yâ Rabbi! Bana kitabımı sol tarafımdan ve arka tarafımdan ver-me ve beni şiddetli bir hesap ile
sorguya çekme." der.
7. Başa meshederken: "Allahümme gaşşini bi rahmetike ve enzil aleyye min berekatike."
"İlahi! Beni rahmetinle ört-kapla, benim üzerime bereketlerinden indir." der.
8. Kulaklarına meshederken: "Allahümme'calni minellezine yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahseneh."
" Ya rabbi!. Beni Hak sözü, işitip de en güzeline uyan kullarından et." der.
9. Boynuna meshederken: "Allahümme a'tik rakabeti minennâr."
"Ya İlahi! Benim vücudumu cehennem ateşinden azat et." der.
10. Ayaklarını yıkarken: "Allahümme sebbit kademeyye ales-sırati yevme tezillü fihil akdâm."
"Ya Rabbi! Bir takım ayakların kayacağı günde, iki ayağımı sırat-ı müstakim üzerinde sabit kıl."
diye dua eder.
ABDESTİN VASIFLARI İTİBARİYLE NEVİLERİ
142- Abdestler, vasıfları, gerekli olmaları itibarı ile şu üç kısma ayrılır:
1. Farz olan abdestler: Bunlar, abdestli olmayan müslümanların namaz kılmak, tilavet secdesinde
bulunmak veya Kur'an-ı Kerim'i elleri ile tutmak için alacakları abdestlerdir.
2. Vacip olan abdestler: Bunlar, abdestsiz olan müslümanların Kâbe-i Mükerreme'yi yalnız tavaf
etmek için alacakları abdestlerdir.
3. Mendup olan abdestlerdir: Bunlar da sadece taharet üzere bu-lunmak veya ezber olarak Kur'an
okumak veya ezan okuyup kamet ge-tirmek veya dîni kitapları tutmak veya dînî ilimleri okuyup
okutmak veya cenazeyi yıkamak veya takip etmek yahut hiddet ve gazap ateşini söndürmek için
alınacak abdestlerdir. Herhangi bir hatadan sonra alı-nacak abdest de bu kısımdandır. Böyle bir
maksatla abdest alındı mı, bununla namaz da kılınabilir, Mushaf'ı şerif de ele alınabilir.
ABDESTİN SAHİH OLMASINA MANİ OLMAYAN ŞEYLER
143- Dudakların adet üzere yumuldukları zaman, görülmez bir halde kalan kısmını abdestte
yıkamak lâzım değildir. Bunların kuru kal-ması, abdeste zarar vermez. Bunlar ağza tabidir.
144- İyi olup da henüz kabuğundan ayrılmamış olan bir çıbanın içini yıkamak lâzım değildir.
145- Şehirlilerin ve köylülerin tırnaklarındaki kirler ve bedenle-rinden doğan kirler ve pire, sinek
tersleri, abdestin sahih olmasına mani olmaz.
146- Boyacıların tırnaklarında kalan boyalar, zaruret sebebi ile, abdestlerine zarar vermez. Fakat
bir zarurete bağlı olmayıp tırnakların üzerinde birer ince tabaka teşkil eden ve altlarına suyun gitmesine
mani olan boyalar, abdestin sahih olmasına manidir. Nitekim abdest uzuvla-rına yapışmış olan hamur,
mum, çapak gibi şeyler de böyledir.
147- Abdest uzuvlarından birinin bir zaruret sebebi ile yıkanma-ması veya meshedilmemesi,
abdestin sahih olmasına mani olmaz. Me-selâ bir yarayı veya ayakta bulunan bir yarık yerini yıkamak
sahibine zarar verirse bunlar meshedilebilir. Mesh de zarar verirse, terk edilir.
Aynı şekilde bir yaranın üzerindeki ilaç, yara mahallini aşmış olunca, bu aşılmış kısım yıkanır,
fakat yıkanılması zarar verirse, mesh ile yetinilir.
148- Abdest esnasında veya abdestten sonra bir abdest uzvunun yıkanıp yıkanmadığında şüphe edilirse bakılır; eğer sahibi vesveseli de-ğilse, yani çok kere böyle şüphe etmemekte ise, o uzvunu
yıkar. Fakat vesveseli ise yıkamaz, şüphe etmesine bakılmaz.
149- Abdest aldığını kesin olarak bildiği halde bozulduğunda şüp-he eden kimse, abdestli sayılır.
Bu şüphe abdestine zarar vermez. Bila-kis kendisinde abdesti bozucu birşey meydana geldiğini kesin
olarak bildiği halde, daha sonra abdest alıp almadığında şüphe eden kimse, abdestsiz sayılır, çünkü
yakîn (kesin olan bir durum) şek (şüphe) ile zâil (yok) olmaz.
150- Abdest uzuvlarından biri veya birkaçı bulunmayan kimse için yalnız mevcut uzuvlarını
yıkamak lâzım gelir. Meselâ ayakları kesilmiş olan bir kimseden bunları yıkamak farzı düşmüş olur, bu hal abdestin sahih olmasına, tam olmasına mani olmaz.
MESTLER ÜZERİNE MESH VERİLMESİ
151- Ayağa giyilen ve "mest" denilen ve mest hükmünde bulunan şeyler üzerine abdest alınırken
mesh edilmesi caizdir. Bu, İslâm şeria-tının göstermiş olduğu bir kolaylıktan ibarettir. Bu meshten
maksat, mestlerin üzerine ayakların parmakları ucundan aşık kemiklerini aşmak üzere inciklere doğru
el parmaklarını ıslak olarak sürmektir.
152- Ayaklara meshin farz miktarı, her ayağın ön tarafında bulu-nan mestin üzerindeki el
parmaklarının en küçüğü ile üç parmaklık yer-dir. Bu kadar bir yere mesh ile bu farz yapılmış olur.
(Malikîler'e göre mestlerin bütün üstüne mesh edilmesi lâzımdır. Bir miktarına mesh yeterli
değildir. Hanbelîler'e göre mestlerin üstünün çoğu kısmına mesh edilmesi yeterli olur. Şafiîlerce de
mestlerin üstüne bir parmak kadar bile olsa, mesh edilmesi de yeterlidir.)
153- Mestlerin altına mesh edilmez. Yapılan meshte parmakların açıkça bulunması, meshin el
parmakları ile yapılması ve meshin ayak parmakları ucundan yukarıya doğru yapılması sünnete uygun
bir mesh-tir. Yoksa mestin üzerine su dökmek, mesti sünger gibi birşey ile ıslat-mak, mestin üstüne
enine olarak mesh etmek veya meshe mestin kon-cundan başlamak da yeterli olur. Şu kadar var ki
bunlar sünnete uygun düşmez.
154- Ayakları topukları ile beraber örten çizmeler, potinler, kendileri ile üç mil kadar
yürünebilecek derecede kuvvetli kalın çorap-lar ve konçlu aba terlikler, mest hükmündedir. Bu sebeple bunların üze-rine de mesh yapılabilir.
MESHİN CAİZ OLMASINDAKİ ŞARTLAR
155- Bir meshin caiz olması, şu yedi şartın bulunmasına bağlıdır.1. Mestler, ayağa abdest için ayaklar yıkandıktan sonra giyilmiş olmalıdır. Bir özür sebebi ile
ayağa veya sargısına mesh edilmiş bulun-ması da yıkama hükmündedir. Bu sebeple bu meshten sonra
giyilmiş mestler üzerine meshedilebilir.
2. Mestler, ayakları topukları ile beraber her taraftan örtmüş bir halde bulunmalıdır. Topuklardan
kısa mestler, potinler ve benzeri şeyler üzerine mesh yapılmaz.
3. Ayağa giyilmiş mestler ile normal bir şekilde en az bir fersah (yaklaşık 5 km.), yani üç mil (1
kara mili yaklaşık 1609 m.) kadar bir yol yürümek mümkün olmalıdır. Bir mil ise, şer'an dört bin
mimarî arşın (1 mimari arşın yaklaşık 76 cm.) mesafedir. Böyle bir arşın ise, yirmi dört parmaktır.
4. Mestlerden her biri, topuktan aşağı kısmında ayak parmak-larının küçükleri nisbetinde üç
parmak miktarı delikten, sökükten, yır-tıktan beri bulunmalıdır. Şu kadar var ki, böyle bir noksan, ayak
par-maklarının uçlarına tesadüf ederse, miktara değil, adede bakılır. Üç parmak görünmedikçe meshe
zarar vermez. Aynı şekilde mestlerde üç parmak miktarı sökük bulunduğu halde mestlerin sağlamlığı
sebebi ile yürürken bu sökük açılıp görünmezse, meshe zarar vermez. Bir mest-teki yırtıklar toplanır,
iki mestteki yırtıklar toplanmaz. Bu sebeple bir mestte iki, diğerinde de bir veya iki parmak miktarı
yırtık bulunsa, mes-he mani olmaz.
(Malikîler'e göre ayağın en az üçte biri görülecek miktarda bulun-mayan bir yırtık, meshi bozmaz.
Şafiiler ile Hanbelîler'e göre ise, ayak-ta yıkanması farz olan herhangi bir miktar, mestlerdeki bir
yırtıktan görülecek bir halde bulunsa, mesh bozulmuş olur. Hatta o miktar, çorap ile veya başka birşey ile örtülmüş bulunsa bile.)
5. Mestler, bağsız olarak ayakta durabilecek derecede kalın olmalıdır.
6. Mestler, dışarıdan aldığı suyu hemen içine çekerek ayağa ka-vuşturacak bir halden beri
bulunmalıdır.
7. Her ayağın ön tarafından en az üç küçük el parmağı kadar yer mevcut bulunmalıdır.
Bu sebeple bir veya iki ayağının ön tarafı bulunmayan kimse, mestlerine mesh edemez. Hatta
ökçe tarafları mevcut bulunsa bile. Çünkü bir ayağı yıkamakla diğerini mesh etmek bir arada olmaz.
Fakat bir ayağı tamamen mevcut bulunmayan kimse, diğer ayağına giydiği mest üzerine mesh edebilir.
Bu halde mesh ile yıkama bir arada olmuş olmaz.
MESH MÜDDETİ
156- Bir meshin müddeti, mukim olan kimse için bir gün bir gece, yani yirmi dört saat, misafir
için, yani en az on sekiz saatlik bir me-safeye giden yolcu için üç gün üç gece, yetmiş iki saattir. Bu
müddet, abdest bozulma anından itibaren başlar. Meselâ bir kimse bugün saat birde ayaklarını yıkamak
suretiyle abdest alıp mestlerini giyse de, kendisinden saat beşte abdestini bozan birşey meydana gelse,
bu beşten itibaren meshin müddeti devama başlamış olur, yoksa mestlerini giydiği vakitten başlamış
olmaz.
157- Mukîm iken misafir olan kimse, misafir müddetine tâbi olur, bu müddeti doldurur. Bilâkis
misafir olan kimse bir gün ve bir gece meshettikten sonra mukîm olsa, müddeti bitmiş olur. Bu sebeple
ayak-larını yıkaması lâzım gelir.
158- Mestlerine meshetmek suretiyle abdestli bulunan kimse, mestlerini ayağından çıkarınca
yalnız ayaklarını yıkaması lâzım gelir, abdestini tamamen tazelemesi icap etmez. Fakat ayaklarını
yıkamak su-reti ile abdest alıp mestlerini giyinmiş olan kimse, daha bu abdesti bo-zulmadan herhangi
bir sebeple mestlerini ayağından çıkarsa, abdesti bozulmayacağı için ayaklarını tekrar yıkaması lâzım
gelmez.
(Malikîler'e göre mesh için bir müddet yoktur. Guslü gerektirici birşey bulunmadıkça, mest
üzerine daima meshedilebilir. Şu kadar var ki, Cuma namazını kılacak kimseler için her cuma günü
mestlerini çıkarıp ayaklarını yıkamak menduptur. Şafiîler ile Hanbelîler'e göre mubah bir seferde
bulunan kimse için mesh müddeti üç gün, üç gecedir. Günah sayılan bir seferde ise, bu müddet, bir gün ile bir geceden ibarettir.)
SARGI ÜZERİNE MESH
159- Kırılan veya yarası bulunan bir uzvu yıkamak zarar verdiği takdirde, üzerine bağlı olan
tahtaya veya bez sargıya abdest ve gusül halinde bir kere mesh edilir, bu mesh de zarar verse terk
olunur.
160- Elde, tırnakta ve başka herhangi bir uzuvdaki bir yara üzeri-ne konulan sakız, pamuk gibi
şeylerin ve ilâçların üzerine de zaruret halinde birer kere mesh yapılır. Bunlara sıcak su zarar vermediği
tak-dirde, mesh yeterli olmaz. Yapılacak meshin sargıyı kaplaması lâzım değildir. Ekseri kısmına mesh
kâfidir.
161- Sargıyı çözmek zarar verdiği takdirde, özür mahallinin etra-fından sargı altında kalan yerleri
yıkamak lâzım gelmez. Bunlardan açık bulunan yerleri mesh etmek yeterli olur.
162- Böyle bir sargı üzerine yapılan mesh, bir müddete tâbi de-ğildir, özür devam ettikçe üzerine
mesh caiz olur. Bu sargının abdestli bir halde sarılmış olması da lâzım değildir.
163- Bir sargı üzerine mesh yapıldıktan sonra değiştirilse tekrar mesh lâzım gelmez. Aynı şekilde,
bir sargıya mesh yapıldıktan sonra üzerine başka bir sargı daha bağlansa, yeniden meshe lüzum
görülmez. Ve henüz özür yok olmadan sargı açılsa, mesh bozulmuş olmaz.
164- İki ayaktan birinin üzerine bir özür sebebi ile mesh yapılsa, diğerini yıkamak lâzım gelir.
Çünkü bu mesh de yıkamak hükmündedir.
165- Özür büsbütün yok olunca, mesh bozulmuş olur, artık sar-gıya mesh edilemez.
MESHİ BOZAN ŞEYLER
166- Abdesti bozan her şey, meshi de bozar. Bu sebeple müddet henüz bitmemiş ise, yeniden alınacak abdestte mestlere veya sargılara yeniden mesh yapılır. Aşağıdaki hususlardan dolayı da meshbozulur:
1. Üzerine mesh edilmiş olan mestin ayaktan çıkması veya çıkarıl-ması. Bu halde abdest mevcut
ise, yalnız ayakları yıkamak yeterli olur.
Bir mestin koncuna kadar ayağın çoğu kısmının çıkması da tama-men çıkması hükmündedir.
2. Mesh müddetinin son bulması. Bu halde henüz abdest devam ediyorsa, yalnız ayakları yıkamak
kâfidir, yeniden tam bir abdest alma-ya mecburiyet yoktur. Bununla beraber mesh müddeti son bulduğu
halde mestlerin ayaktan çıkarılması takdirinde ayakların soğuktan don-ması gibi bir zarardan
korkulursa yine meshe devam edilir.
ABDESTİ BOZAN ŞEYLER
167- Aşağıdaki şeylerden her biri abdesti bozar :
1. Önden veya arkadan kan, meni, sidik, dışkı gibi bir necasetin veya herhangi bir sıvının çıkması,
hatta abdestte, gusülde yıkanması farz olan yere kadar ulaşmasa bile.
2. Arka taraftan yel çıkması.
3. Ağızdan, burundan ve ön ile arkadan başka herhangi bir uzuv-dan sıvı halinde kan çıkması.
Şöyle ki, ağızdan çıkan akıcı kan tükürük-ten daha çok veya eşit ise, abdesti bozar, değilse bozmaz. Bu,
renginden anlaşılır. Diğer uzuvlardan çıkan bir kan ise, çıktığı yeri geçip yanlarına yayılınca abdesti
bozar, yoksa iğne ucu gibi çıkıp da yerinde kalan bir kan damlası abdeste mâni değildir. El veya pamuk
ile silinmesi zarar vermez. Yaradan çıkan irin, sarı su hakkında da hüküm böyledir.
Vücuttaki kabarcıklardan çıkan safî su da, sahih görülen görüşe göre kan hükmündedir. Diğer bir
görüşe göre bu su, abdesti bozmaz. Bu görüşte çiçek ve uyuz hastalıklarına tutulanlar için bir genişlik,
bir ko-laylık vardır. Zaruret halinde bu görüş ile amel edilmesinde bir sakınca olmadığı, İmam
Hulvânî'den nakledilmiştir.
(Şafiîler'e göre önden ve arkadan başka herhangi bir uzuvdan ge-len kan, irin ve sarı su ile abdest
bozulmaz.)
4. Ağız dolusu kusmak. Şöyle ki, ağızdan kolaylıkla yumulma-yacak derecede yemek, su veya
safra gibi bir maddenin gelmesi abdesti bozar. Hatta bunlar bir mecliste azar azar gelip toplamı ağız
dolusuna ulaşsa bile. Bu, İmam Ebû Yûsuf'a göredir, İmam Muhammed'e göre bunlar, başka başka
yerlerde gelse de sebepleri bir olunca, yine abdesti bozmuş olur.
5. Az veya çok bayılmak, çıldırmak ve yürüyüşte elinde olmaya-rak bir sallantı meydana
getirecek derecede sarhoşluk, hatta bu sarhoş-luk bir zorlama neticesinde olsa bile.
6. Rukûlu ve secdeli bir namazda mükellef olan kimsenin uyanık iken kasten veya yanılarak
kahkaha ile, yani yanında bulunanların işite-cekleri derecede gülmesi. Bununla hem abdest, hem de
namaz bozulur. Çocuğun veya uyuyanın kahkahası ise, namazını bozarsa da abdestini bozmaz. Tercih
edilen görüş budur.
7. Çocuk doğurmak. Hatta çocuk ile beraber kan çıkmasa bile.
8. Fahiş mübaşeret. Şöyle ki, erkek ile kadının örtüsüz veya pek ince bir örtü ile karınlarını veya
uyanmış bulunan tenasül uzuvlarını birbirine temas ettirmeleri, abdestlerini bozar. Hatta kendilerinden bir sıvı çıkmasa bile. İmam Muhammed'e göre bu vaziyette bir yaşlık, bir mezi çıkmadıkça abdest bozulmuş olmaz.
9. Erkeğin tenasül uzvu içine tamamen, yani kaybolacak surette tıkatılmış pamuğun daha sonra
dışarıya çıkması veya çıkarılması. Hatta üzerinde yaşlık bulunmasa bile. Aynı şekilde, bu uzva kısmen tıkatılıp kısmen dışarısında kalmış olan pamuğun dışarısına sidiğin geçmiş ol-ması. İçeri kısmındaki
yaşlık abdeste zarar vermez. Ancak pamuk dışa-rıya çıkıp düşerse, o halde ona az bir sidiğin geçmesi
de abdesti bozar.
10. Kadının tenasül uzvu içerisine veya dışarısına tıkatılan bez veya pamuğun yaş olarak dışarıya
çıkması veya çıkarılması. Şöyle ki, bu uzvun dışarı kısmına tıkatılan pamuğun iç tarafı ıslanmış olunca, abdest bozulmuş olur. Hatta dışarısına yaşlık geçmiş olmasa bile. Fakat bu uzvun içeri kısmına
tıkatılmış olan pamuğun dışarısına kadar yaşlık geçmedikçe, abdest bozulmaz.
11. Yan yatarak veya bağdaş kurarak veya dirseklere dayanarak veya ayakları oturak yerinin altından bir tarafa uzatarak yahut namaz dışında secde eder gibi bir vaziyette bulunarak uyumak. Aynı şekilde oturup uyuyan kimsenin uyanmaksızın oturağı yerinden tamamen yukarıya kalkacak olsa, abdesti bozulur, hatta kendisi yere düşmese bile.
12. Çıplak hayvan üzerinde yokuşa çıkarken uyumak. Fakat düz yerde veya yokuştan aşağıya
doğru giderken uyumak, abdesti bozmaz. Nitekim palanlı veya eğerli hayvan üzerinde uyumak da, bu
hallerin hiç birinde abdeste zarar vermez.
13. Teyemmüm etmiş kimsenin abdeste müsait suyu görmesi.
14. Özür sahibi olanlar için namaz vaktinin çıkması. 99'uncu me-seleye bakınız.
ABDESTİ BOZMAYAN ŞEYLER
168- Aşağıdaki şeyler, abdesti bozmazlar:1. Bir hastalıktan dolayı olmaksızın gözden akan su ve ağlama.
2. Yara ve benzeri şeyler içinde görülüp dışarıya çıkmayan kan, irin ve sarı su damlası.
3. Bir yaradan kopan deri parçası.
4. Mayasıl yaşlığı ve parmak aralarındaki pişinti.
5. Yarı miktarından az donmuş kana bulaşmış tükürük ve sümük.
6. Kulaktan, burundan veya yaradan çıkan kurt. Bu kurt temizdir, üzerindeki yaşlık ise azdır,
kendisinde akıcılık kuvveti yoktur.
7. Ağız dolusu olmayan kusuntu.
8. Baştan inen veya içeriden yükselip çıkan balgam, hatta ağız dolusu olsa bile. Çünkü bu,
kaypak, yapışkan olduğundan murdarlığı içine çekmez. Üstündeki yaşlık ise, azdır. Bu İmam-ı A'zam
ile İmam Muhammed'e göredir. İmam Ebu Yusuf'a göre cevften = içeriden gelen ağız dolusu balgam,
abdesti bozar.
9. Erkeğin veya kadının tenasül uzvundan çıkan kokmuş veya kokmamış yel.
10. Arka taraftan rutubetsiz, kokusuz bir halde çıkarılan hukne = kullanılmış ilaç. Bununla
beraber bu halde ihtiyata uygun olan, abdesti tazelemektir.
11. Erkeğin tenasül uzvuna damlatılıp daha sonra geri gelen yağ. Bu, İmam-ı A'zam'a göredir.
12. Donmuş aleka = pıhtı halinde kusulan kan parçası.
13. Baştan buruna veya kulağa kadar akıp gelen, fakat gusül için temizlenmesi icap edecek bir
yere kadar akmayan kan.
14. Kullanılan misvakta veya ısırılan elma, ayva gibi sert bir meyve üzerinde görülüp akıcılığı
bilinmeyen kan eseri.
15. Pire, kene, sivrisinek, kara sinek gibi haşarattan birinin dolun-caya kadar emdiği kan.
Sülüğün doluncaya kadar emip de düştüğü zaman, kendisinden akacak kadar olan kan abdesti
bozar.
16. Saçların tıraş edilmesi, bıyıkların kırpılması, tırnakların kesilmesi.
17. Oturağı yere tamamen yerleştirmek sureti ile oturarak uyumak.
18. Namazda iken ayakta veya oturarak veya rükû veya secde halinde uyumak.
19. Namaz dışında veya cenaze namazında veya tilavet secdesinde kahkaha ile gülmek.
(Şafiîler'e göre namaz içinde de kahkaha ile abdest bozulmaz.)
20. Tebessüm, yani ne kendisinin, ne de yanında bulunanların işi-temeyecekleri derecede
gülümseme, bununla abdest bozulmayacağı gibi namaz da bozulmaz. Fakat yalnız kendisinin işiteceği
derecedeki gül-mek, abdesti bozmazsa da namazı bozar.
21. Herhangi bir kimsenin vücuduna veya tenasül uzvuna yalnız el ile temasta bulunmak.
(Malikîler'e göre mükellef bir kimse, bulûğ çağına yaklaşmış olan bir kadının açık veya hafif
birşey ile örtülü bir uzvuna lezzet kastıyla dokunsa, abdesti bozulur. Kasıt olmaksızın duyulan bir
lezzet de böy-ledir. Hatta kadın mahrem olsa bile kendisine şehvetli olan bir dokunma ile, el ile
dokunma ile abdest bozulur. Şafiîler'e göre herhangi bir namahrem kadının bir uzvuna hiçbir örtü bulunmaksızın dokunmak abdesti
bozar. Hatta şehvetle olmasa bile.
Bundan kadının saçları, dişleri ve tırnakları müstesnadır. Bunlara dokunmak, bir şehvetle olsa da
abdesti bozmaz.
Aynı şekilde Şafiîler'e göre bir erkek veya kadın, kendisinin veya başkasının oturağını veya ön tenasül
uzvunu örtüsüz olarak elinin içi ile tutsa abdesti bozulur. Malikîler ile Hanbelîler'e göre de böyledir. Ancak
bunlara göre bir kadının kendi tenasül uzvunu tutması abdestini bozmaz.)
Tenbih: Bu gibi ihtilaflı meselelerde ihtiyata riayet edilmesi daha iyidir. Meselâ, Hanefî
mezhebinde bulunan bir kimse kendi mezhebine göre abdesti bozmayıp başka mezheplere göre abdesti bozan bir halde bulundu mu -ihtilâftan kurtulmak için- abdest almalıdır. Bu, menduptur. Bilhassa imam ise.
GUSÜL VE GUSLÜ ÎCAP EDEN HALLER
169- Gasl yıkamak manâsında olduğu gibi, gusül ve iğtisâl de yıkanma manâsındadır. Şer'i şeriftegusül; bütün vücudun yıkanma-sından = boy abdestinden ibarettir ki, bu bir taharet-i kübrâ (büyük
temizlik)dir. Bunu icap eden ve "hades-i ekber" adını alan şeyler ise, cünüplükten ve hayız ile nifas
kanlarının kesilmesinden ibarettir. Cü-nüplük hali ise, -aşağıda izah edileceği üzere- meninin = nutfenin
şeh-vetle inmesinde ve cinsel ilişkiden meydana gelir.
170- Şehvetle yerinden ayrılan ve şehvetle dışarıya atılan bir meniden dolayı gusül lâzım gelir.
Şehvetle yerinden ayrılıp şehvet ke-sildikten sonra dışarıya akıtılan meniden dolayı da İmâm-ı A'zam
ile İmam Muhammed'e göre gusül lâzım gelir. Fakat imam Ebu Yusuf'a göre lâzım gelmez. Rüyada
şehvetle yerinden ayrılan bir meninin, tenasül uzvu tutulup şehvet bittikten sonra dışarıya akıtılması
gibi. Seferilik halinde veya kış mevsiminde bulunan kimseler hakkında bu son görüşte kolaylık vardır.
Bunun için bu görüşle fetva verileceğini söyleyen alimler de vardır.
171- Birini el ile tutmak veya birine bakmak neticesinde şehvetle gelip akan bir meni de guslü
icap eder.
172- Cinsel ilişki halinde haşefenin, yani sünnet mahallinin veya o kadar bir kısmın girmesi ile,
her iki taraf bulûğ çağına ermiş ise, gusül lâzım gelir, meni gelsin gelmesin müsavidir. Yalnız biri
bulûğ çağına ermiş ise, gusül yalnız ona lâzım gelir, diğerine lâzım gelmez. Şu kadar var ki murahik,
yani bulûğ çağına yaklaşmış ise, yıkanmadıkça namaz-dan men edilir. Taharete riayet edip, namaza
devam etmesi için gerekli uyarılarda bulunmak icap eder.
Henüz şehveti bulunmayan bir çocuğun cinsel ilişkisi ise, ne kendisi hakkında, ne de ilişkide
bulunduğu kadın hakkında guslü icap etmez. Bu bir parmak veya odun parçası gibidir ki, bunların
önden veya arkadan girdirilmesi, tercih edilen görüşe göre meni gelmedikçe yıkan-mayı gerektirmez.
Diğer bir görüşe göre bunların ön taraftan şehvet kastı ile girdirilmesi guslü gerektirir. Aynı şekilde
ölüye, hayvana, hün-sâ-i müşkile, yani erkek mi kadın mı olduğu belli olmayan insana veya benzeri,
cinsel ilişkiye mahal olmayan herhangi bir çocuğa ilişki de me-ni gelmedikçe, guslü icap etmez. Aynı
şekilde tenasül uzvunun bez gibi bir şeye sarılarak kullanılması, şehvet vaki olmadıkça, guslü icap etmez.
Fakat şehvet vaki olsun olmasın, ihtiyata uygun olan yıkanmaktır.
173- Uykudan uyanan kimse, yatağında veya çamaşırında veya butlarında bir yaşlık görünce
bakılır. Eğer ihtilam olduğunu, yani rüyada cinsel ilişkide bulunduğunu hatırlıyorsa, kendisine gusül
lazım gelir. O yaşlığın meni veya mezi olduğunu bilsin veya bunlarda şüphe etsin, müsavidir. Bunda
ittifak vardır. Fakat ihtilam olduğunu hatır-lamadığı takdirde, o yaşlığın mezi, yani tenasül uzvundan
gelmiş akça su olduğunu anlasa, veya mezi mi, meni mi diye şüphe etse, kendisine gusül lâzım
gelmeyeceği gibi, meni olduğuna kani olsa da yine gusül lâzım gelmez. Çünkü şehvetle gelmiş olduğu
malûm değildir.
Bu mesele İmam Ebu Yûsuf'a göredir, İmam-ı Â'zam ile İmam Muhammed'e göre bunun mezi
olduğuna kanaat getirmiş ise, gusül lâ-zım gelmez. Fakat meni olduğuna kanaat getirir veya meni mi,
mezi mi diye şüphe ederse, gusül lâzım gelir. İhtiyata uygun olan da budur. Bu sebeple fetva da bu
şekildedir.
174- Yatağından uyanıp kalkan kimse, ihtilam olduğunu hatırla-dığı halde tenasül uzvunda bir
yaşlık görse, gusül etmesi lâzım gelir. Ayakta veya oturduğu yerde uyuyan kimse, uyanıp da bu
uzvunda böyle bir yaşlık görse bakılır; eğer bu yaşlığın meni olduğuna kanaati var ise veya uyumadan evvel bu uzvu hareketsiz bir halde bulunmuş ise, gusül etmesi lâzım gelir. Fakat böyle kanaati
bulunmayıp da tenasül uzvu ev-velce uyanmış ise, gusül lâzım gelmez. O yaşlık mezi kabul edilir. Çünkü
uzvun uyanması mezinin çıkmasına sebeptir.
175- Sarhoş ve bayılmış olan bir kimse uyanıp da kendisinde meni bulacak olsa, yıkanması lâzım
gelir. Mezi bulacak olsa, lâzım gelmez.
176- İdrar yapan kimseden tenasül uzvu uyanmış olduğu halde meni gelse, yıkanması lâzım gelir.
Uyanmış olmayınca lâzım gelmez. Çünkü uyanmak şehvetin varlığına delildir.
177- Bir erkek veya kadın, rüyada ihtilam olduğu halde meni dışarıya çıkmış bulunmasa,
yıkanması lâzım gelmez, İmam Muham-med'e göre bu halde kadının ihtiyaten yıkanması icap eder.
Çünkü ka-dından çıkacak meninin yine kendisine dönmesi muhtemeldir.
178- İhtilam olan veya cinsel ilişkide bulunan bir kimse, idrar yapmadan veya çokça yürümeden
veya tekrar uyumadan yıkanıp da sonra kendisinden meninin geriye kalanı çıkacak olsa, tekrar
yıkanması lâzım gelir. Fakat idrar yaptıktan veya epeyce yürüdükten veya uyu-duktan sonra şehvetsiz
olarak gelecek meni guslü icap ettirmez. Çünkü bu halde o meni, yerinden şehvetsiz ayrılmış bulunur.
Aynı şekilde bir kadından yıkandıktan sonra kocasının menisi çıkacak olsa, tekrar yıkanması icap
etmez.
179- Bir yatakta yatan iki kimse, uyandıktan sonra ihtilam olduk-larını hatırlamadıkları halde
yatakta yaş meni görseler veya kuru meni görüp de bu yatakta kendilerinden evvel başkası yatmamış
bulunsa da, bu meninin hangisine ait olduğuna bir alâmet bulunmasa ikisi de ihti-yaten yıkanır.
180- Şehvetle olmayıp da dövülmeden, ağır birşey kaldırmadan veya yukarıdan aşağıya düşmeden
dolayı gelip akan bir meni guslü icap etmez.
(İmam Şafiî'ye göre bu halde de gusül lâzım gelir.)
181- Yerinden şehvetle ayrılan bir meni, bedenin dışına veya dışı hükmünde bulunan bir mahalle
çıkmadıkça, guslü icap etmez.
182- Bakire hakkında bekâretini bozmamak sureti ile vuku bulan bir cinsel ilişki, meni
gelmeyince guslü icap etmez. Çünkü bekâretin varlığı cinsel ilişkinin tam olmadığını göstermektedir.
183- Gayrimüslim bir erkek veya kadın cünüp veya hayızlı veya lohusa olduğu halde müslüman
olsa, gusül etmesi farz olur. Hayzı veya lohusalığı bitmiş olsa da eğer yıkanmamış ise, en sahih olan
görüşe göre yine gusül icap eder. Fakat temiz olan, yani yıkanmış bulunan veya henüz cünüp, hayızlı ve lohusa olmamış olan gayrimüslim bir erkek veya bir kadın müslüman olsa, yıkanması mendub olur.
GUSLÜN FARZLARI
184- Guslün farzları, birer kere ağzı, burnu ve bütün vücudu yı-kamaktan ibaret olmak üzereüçtür. Bu farzlar, aşağıda bildirildiği şekil-de yapılması lazım gelir.
185- Ağıza, buruna bolca su alınmalı, bu hususta abdestteki maz-maza ile istinşaktan daha fazla
bir mübalâğa gösterilmelidir.
186- Vücutta iğne ucu kadar olsun, kuru bir yer kalmamasına dik-kat edilecek, kulaklar ve göbek
oyuğu yıkanacak, su saçların, sakalların, kaşlar ile bıyıkların aralarına ve altlarındaki cilde kadar
geçecektir. Hatta bunlar pek sıkı bulunmuş olsa bile. Bu sebeple bunların araları ve dipleri kuru kalırsa,
gusül tamam olmuş olmaz. Şu kadar var ki kadın-ların aşağıya sarkmış olan saçlarının mutlaka
yıkanması lâzım değildir. Yeter ki su, bunların diplerine yetişmiş olsun. Erkeklerde ise, bir zaru-ret
bulunmadığı için, böyle sarkmış saçların da her tarafını yıkamak icap eder.
187- Kapanmış olan küpe deliklerinin içerisi de yıkanılmalıdır. Şöyle ki, bu deliklerin ıslanmış
olduğuna kuvvetli zan meydana gelme-li, böyle bir zan meydana gelmezse, onları el ile ovuşturarak
ıslatma-lıdır. İçlerine su zorlukla girebilecek bir halde bulunan küpe deliklerini de içlerine su geçecek
bir tarzda el ile ıslatıp yıkamalıdır.
188- Tırnaklar arasında kalan kurumuş çamurların ve göz çapak-ları gibi şeylerin altını da
yıkamalıdır. Bu lâzımdır. Fakat tırnaklardaki kirler, topraklar ve kınalar gusle mani olmaz. Çünkü
bunlar, suyun geç-mesine mani değildir. Bu hususta köylüler ile şehirliler müsavidir. Sa-hih olan görüş
budur.
189- Bir özür sebebi ile sünnet olmamış kimse, gulfesini, yani sünnette kesilecek derinin içerisini de
yıkamalıdır. Bu lâzımdır. Ancak açılmasında zorluk bulunursa, o halde yıkanması gerekmez. Çünkü bu deri, bedenin dışından sayılır, buna kadar gelen bir sidik ile abdest bozulur.
190- Dişlerin arasında suyun geçmesine mani olacak derecede sert nohut miktarı bir yemek
parçası bulunmamalıdır, vücudun hiç bir ye-rinde balık derisi veya çiğnenip kurumuş ekmek parçası
gibi birşey de bulunmamalıdır. Çünkü bunların altına su geçmeyince gusül sahih ol-muş olamaz.
191- Birbirine bitişip de aralarına su geçmeyecek bir halde bu-lunan parmakları guslederken su
ile hilâllemeli, içi boş olan göbeğin içini de yıkamalı ve necaset bulunmasa da aşağı avret yerlerini su
ile istincada bulunmalıdır. Çünkü bunların da kuru kalmaları guslün sahih olmasına mani olur.
192- Ayaklarda çatlak olup da üzerlerine merhem konulmuş oldu-ğu takdirde, bakılır; eğer zarar
vermeyecek ise, altlarını yıkamak lâzım-dır, zarar verecek ise, su ile üzerleri yıkanılır, bu da zarar
verirse, mesh ile yetinilir, mesh de zararlı ise, terk edilir.
193- Ağzını veya burnunu yıkamadığını veya bir uzvunun kuru kalmış olduğunu sonradan
anlayan kimsenin yeniden gusletmesi lâzım gelmez. Bilakis yalnız bu uzuvları yıkaması yeterli olur.
Eğer arada farz bir namaz kılmış ise, onu iade etmesi icap eder.
194- Gözlerin içini soğuk ve sıcak su ile yıkamak zararlı ve me-şakkatli olduğu için bunu ne
abdestte, ne de gusülde yıkamak icap et-mez. Sahibi âmâ olsa bile. Hatta göz, temiz olmayan bir sürme
ile sürmelenmiş olsa dahi, bunu yıkamak lâzım gelmez. Gözlerin hafifçe kapatılması da abdeste, gusle
mani olmaz. Yeter ki, su kirpiklere ve pınarlara vardırılmış olsun, bu lâzımdır.
(Malikiler'e göre de gözlerin ve ağız ile burunun içerisi ve gö-rünmeyen kulak deliği, bedenin
dışarısından sayılmaz. Bu sebeple bun-ları abdestte ve gusülde yıkamak farz değildir. Bilakis sünnettir.
Bu hal-de takma gözleri abdest ve gusülde çıkarıp altını yıkamaya lüzum yok-tur. Ve bu yıkama zararlı
olunca, caiz bile olmaz. Gözlerin içerisinden maksat, göz kapaklarının kapanması ile görülmez hale
gelen göz tabakasıdır.
Hanbelîler'e göre ağız ile burunun içleri yüzden sayılır. Bunun için abdestte, gusülde
yıkanılmaları farzdır.)
GUSLÜN SÜNNETLERİ
195- Guslün başlıca sünnetleri şunlardır:
1. Gusle niyet ile, besmele ile ve misvak ile başlamak.
Bu niyet, guslün sahih olması için şart değildir. Fakat sevaba vesi-ledir. Taharetin bir ibadet
sayılmasına sebeptir.
(Malikîler ile Şafiîler'e göre gusülde niyet, farzdır. Hanbelîler'e göre de bu niyet, guslün sahih olmasının
şartıdır. Bu sebeple ihtilaftan kurtulmak için gusülsüzlüğü gidermek, namaz gibi ibadetleri yerine getirmek
maksadı ile gusül edildiğini, boy abdesti esnasında hatırlamalıdır.)
2. Gusülde evvelâ elleri, oyluk yerlerini yıkamak, bedende meni ve diğer şeylerin eseri var ise,
gidermek.
3. Gusülden evvel sünnet üzere abdest almak. Şu kadar var ki bir kap içinde veya toprak üzerinde
yıkanıldığı takdirde, ayakları yıkamayı sonraya bırakmalıdır.
4. Abdestten sonra evvelâ üç defa başa, sonra üç defa sağ omuza, üç defa da sol omuza su
dökmek ve ilk veya her su döktükçe bedeni, iyice ıslanması için ovuşturmak ve bir kap içinde veya
toprak üzerinde yıkanıldığı takdirde, oradan çıkarken evvelâ sağ, sonra da sol ayağı yıkamak.
(İmam Malik ve İmam Ebu Yûsuf'tan bir rivayete göre gusülde bedeni delk etmek, yani
ovuşturmak farzdır.)
5. Gusül suyunda israftan ve taktirden, yani pek fazla veya eksik olmasından kaçınmak.
6. Kimsenin görmeyeceği bir yerde yıkanmak. Fakat erkekler, erkekten, kadınlar da kadından boş
bir yer bulamadıkları takdirde, bir köşeye çekilerek ve avret yerlerini peştamal ile örterek yıkanırlar.
Avret yerlerini açmaları caiz olmadığı gibi yalnız erkeklerin veya erkekler ile kadınların arasında
bulunan kadınlar için de bunların arasında yıkanmak caiz olmaz. Bu halde teyemmüm ederek namazları
kılmaları uygundur. Çünkü su, hükmen bulunmamış olur.
Aynı şekilde gerek erkekler ve gerek kadınlar, peştamal gibi bir-şey bulamaz da kendi cinsleri
arasında avret yerlerini açmaya mecbur kalacakları takdirde, guslü tehir edip namazlarını teyemmüm ile
kılar-lar. Daha sonra tenha bir yer veya peştamal bulunca, gusül edip teyem-müm ile kıldıkları namazları iade ederler. Bu hususa hamamlarda pek dikkat etmelidir.
7. Tenha bir yerde yıkanıldığı halde de avret yerlerini açık bırakmamak, şayet açık bırakılırsa
kıble tarafına yönelmemek.
8. Gusül ederken söz söylememek.
9. Gusülden sonra elbiseyi giyerken çabukça örtünüvermek
10. Gusülden sonra bedeni bir havlu ile, bir mendil ile silmek.
11. Bir kimse, ağzına ve burnuna su almak suretiyle akar bir suya veya büyük bir havuza dalsa veya yağmur
altında durup bütün vücudu ıslansa, gusül vazifesini yerine getirmiş olur. Bu hallerde uzuvlarını kımıldandırırsa
veya su içinde abdest ile gusle müsait bir müddet durursa, sünnete de riayet etmiş olur.
12. Yukarıda yazılan sünnetlere uygun olmayan bir gusül, âdabına riayet edilmemiş ve mekruh
olmuş olur.
Abdestte âdâptan sayılan şeyler, gusülde de âdâptandır. Şu kadar var ki, gusülde Kıble'ye
dönülmez. Ancak avret yerleri peştamal ile ka-palı olursa, o halde dönülür.
Abdestte mekruh olan şeyler, gusülde de mekruhtur. Bundan baş-ka gusül esnasında dua okumak
da mekruhtur.
Bir de gusülde bir uzvun suyu ile, damlar bir halde olunca, diğer bir uzvu ıslatmak caizdir. Çünkü
gusülde bütün beden bir uzuv sayılır. Abdestte ise, bu caiz değildir.
GUSLÜN VASIFLARI
196- Gusül yapılması, yukarıda 169. meselede beyan olunduğu üzere cünüplükten ve hayız ile
nifas kanlarının kesilmesinden dolayı farz olan bir vazifedir. Bazı sebeplerden dolayı da bir sünnet veya
müs-tehap olur. Bunların başlıcaları şunlardır:
1. Cuma ve iki Bayram namazları için yıkanmak.
2. Hac veya Umre için ihrama girerken ve Arefe günü vakfe için yıkanmak.
3. Mekke-i Mükerreme'ye veya Medine-i Münevvere'ye girmek için yıkanmak.
4. Müzdelife'de ve Mina'da bulunmak için yıkanmak.
5. Günahtan tövbe için yıkanmak.
6. Husûf (ay tutulması), Küsûf (güneş tutulması) namazları ve yağmur duası için yıkanmak.
7. Kan aldıran, ölü yıkayan veya baygınlıktan ayılan kimse için yıkanmak.
8. Seferden gelen veya yeni elbise giyen kimse için yıkanmak.
9. Berât veya Kadir gecesine eren kimse için yıkanmak.
10. İnsanların toplanacakları yerde hazır olacak kimse için yıkanmak.
11. İstihâze (özür) halinden kurtulan kadın için yıkanmak.
12. Cünüplüğünü müteakip âdet görmeye başlayan bir kadın, di-lerse cünüplüğünden dolayı
yıkanır, dilerse yıkanmasını âdetinin bit-mesine bırakır.
13. Her cinsel ilişkiden dolayı yıkanmak. Şöyle ki, hanımıyla cin-sel ilişkide bulunan kimse,
henüz yıkanmadan tekrar cinsel ilişkide bu-lunabilir. Fakat arada yıkanması veya abdest alması
menduptur.
14. Daha namaz vakti olmadan yıkanmak. Şöyle ki cünüp bir kim-senin yıkanmasını namaz
vaktine kadar tehir etmesi bir günah sayılmaz. Fakat daha evvel yıkanması daha faziletlidir.
Sünnet ve müstehap olan gusüller sadece temizlik ve tazim için yapılır. Bunlarda mazmaza = ağzı
çalkalamak ve istinşak = buruna su çekmek mutlaka icap etmez.
(Şafiîlere göre farz olan gusüllerden başkası sünnettir.)
GUSLETMELERİ FARZ OLANLARA HARAM VEYA MEKRUH OLAN ŞEYLER
197- Gusletmeleri farz olanlara gusül etmeden evvel haram olan şeyler şunlardır:
1. Namaz kılmak, Kur'an-ı Kerim kastı ile, bir âyet miktarı olsa bile, Kur'an okumak. Fakat dua ve senaya dair âyetleri dua ve sena kastı ile okumak caizdir. Meselâ, cünüp olan veya âdet gören bir
kadın, dua maksadı ile Fatiha sûre-i celîlesi'ni okuyabilir.
Aynı şekilde, bu halde Kur'an âyetlerini çocuklara kelime kelime öğretmek caizdir. Kelime-i
şehadeti okumak, tesbih ve tekbirde bu-lunmak da caizdir.
2. Kur'an-ı Kerim'e bir âyet veya yarım âyet olsa bile el sürmek, Mushaf-ı Şerif'i el ile tutmak
haramdır. Fakat bitişik olmayan bir kılıf, bir mahfaza, bir torba veya sandık içinde bulunan bir Mushafı
Şerif'i tutmak ise, caizdir.
3. Kâbe-i Muazzama'yı tavaf etmek ve bir zaruret olmadığı halde bir mescide, bir cami-i şerife
girmek ve içinden geçmek.
Zaruret hali bundan müstesnadır. Meselâ yıkanacak kimsenin evi-nin kapısı mescidin içinde olur
da, bu kapıyı başka tarafa çevirmesi ve başka ikametgâh bulması mümkün olmazsa, onun hakkında
evine git-mek üzere mescide girmek caiz olur.
Mescit içinde yatan bir kimse, rüyalanınca dışarıya çıkmak için teyemmüm eder, dışarıya
çıkmaktan korkarsa, teyemmüm ile oturur. Fakat bununla ne Kur'an okuyabilir, ne de namaz kılabilir.
4. Üzerinde ayeti kerime yazılı bir levhayı, bir parayı el ile tutmak.
Gusletmeleri icap eden kimselere yıkanmadan evvel yapma-ları mekruh olan şeyler de
şunlardır:
1. Dinî kitaplardan herhangi birini el ile tutup okumak.
2. Elini, ağzını yıkamadan yiyip içmek.
3. Elde tutulmayıp yer üzerinde bulunan bir sayfaya, bir levhaya Kur'an-ı Kerim'i yazmak. Bu da
İmâm Muhammed'e göre mekruhtur.
Cünüp ile hayızlı ve lohusanın Kur'an-ı Kerim'e bakmaları mek-ruh değildir. Bu, el ile tutmak
gibi sayılmaz.
(İmam Malik'e göre cünüp olan Kur'an-ı Azîm'i okuyamaz ise de, hayızlı olan kadın okuyabilir.
Çünkü cünüp, derhal yıkanabilir. Hayızlı kadın ise böyle değildir, mazurdur.)
TEYEMMÜMÜN MAHİYETİ VE FARZLARI
198- Teyemmüm, lûgatta kast manasındadır. Şer'i şerifte "su bu-lunmadığı veya bulunduğu
halde kullanılmasına güç ve imkan bu-lunmadığı takdirde, temiz olan toprak cinsinden birşey ile
abdest-sizliği gidermek maksadı ile yapılan bir iştir." Şöyle ki, abdestsiz olan veya gusül etmesi
icap eden bir kimse, iki elini toprak cinsinden temiz bir şeye bir kere vurup, bununla yüzünü mesh eder.
Sonra iki eli-ni bir daha vurup, bununla da dirseklerine kadar iki elini mesh eder. Ve bu işi,
abdestsizliği gidermek veya namaz kılmak veya taharetsiz sahih olmayan başka bir ibadette bulunmak
niyetiyle beraber olur. İşte teyem-mümün mahiyeti bundan ibarettir. O halde teyemmümün farzları da
bir niyet ile, iki meshten ibaret bulunmuş olur.
İmam Züfer'e göre teyemmümde niyet, farz değildir.
199- Teyemmüm, bu ümmete mahsustur. Bu bir kolaylık eseridir. Mukaddes Mâ'bud'una ibadet
edecek bir müslümanın alışkanlık haline getirmiş olduğu taharetten mahrum bir halde ibâdet
etmemesini temin eder. Bu hususta o müslümanın duyduğu ruhî bir ihtiyacı giderir, insanı asıl fıtratına
(toprağa) döndürerek kendisinde alçak gönüllülük, tevazu, Hakk'a tâzîm duygularını canlandırır.
200- Teyemmümün meşru kılınması, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)'in hicretinin beşinci
senesindedir. Şöyle ki, Hicret-i Seniye'nin beşinci senesi Şaban ayının ilk günlerinde Huzaa kabilesinin
bir oymağı olan Benî Mustalak Gazvesinde Resûl-ü Ekrem ile bin kadar İslam as-keri, susuz bir yerde
gecelemişlerdi. Sabah namazını kılmak için abdest alacak su bulamadılar. Sabaha yakın, "Yolculukta
bulunup da su bula-mazsanız, temiz toprak ile teyemmüm ediniz."1 mealindeki âyeti kerime nazil oldu.
Teyemmüm ile namaz kılmalarına müsaade olundu. Ashab-ı Kiram çok sevindi, teyemmüm ederek
sabah namazını kıldılar.
TEYEMMÜMÜN SÜNNET ÜZERE YAPILMASI
201- Bir teyemmümün sünnete uygun olması için aşağıdaki şekil-de yapılması gerekir.
1. Teyemmüme başlarken Besmele-i Şerife'yi okuyup namaz için taharete niyet etmelidir.
(Hanbelîler'e göre Besmele-i Şerife'yi okumak vaciptir. Bu olma-yınca teyemmüm olmaz.)
2. İki eli parmakları açık olduğu halde temiz bir toprağa vurup ileri geri çekmelidir.
3. Elleri kaldırınca bakmalı, eğer fazla tozlanmışsa, bunları yan yana getirip birbirine hafifçe
vurmalı, bu şekilde tozları silktikten sonra bunlar ile bütün yüzü mesh etmelidir.
4. Elleri tekrar evvelce vurulduğu yere veya başka temiz bir yere vurup toz tutmuşlar ise, yine
silkmeli, bu defa sol elin baş parmağını ayırarak diğer parmakların iç tarafları ile sağ elin dış taraflarını
parmak-larının uçlarından dirseğine kadar mesh ederek çekmeli, sonra da sağ elin iç tarafına dönerek yine
sol elin, serçe parmağı ile baş parmağını halka edip, baş parmağı da beraber olmak üzere ayası ile sağ elin
dirseğinden itibaren iç tarafını bileğine kadar mesh etmeli ve baş parmağı daha ileri yürüterek sağ elin baş
parmağının üstünü de mesh eylemelidir.
5. Sağ elin iç tarafları ile de sol elin dış ve iç taraflarını aynı şekil-de mesh etmelidir.
6. Teyemmümde beyan olunan tertibe riayet edip evvelâ yüzü, sonra da kolları meshetmeli ve
meshleri arasında ara vermemelidir.
TEYEMMÜMÜN ŞARTLARI
202- Teyemmümü mübah kılacak bir özür bulunmalıdır. Bu özür suyu kullanmaya hakikaten veya
hükmen güç ve imkan bulunmamaktır. Şöyle ki, su temizlenecek kimsenin bulunduğu yerden en az bir
mil (yaklaşık 1609 metre), yani dört bin adım uzakta bulunmalıdır. Bu hal-de su hakikaten bulunmamış
sayılır.
Yahut su var ise de, yıkandığı takdirde, hastalanmaktan veya has-talığın artmasından veya
uzamasından bir tecrübeye veya müslüman, mütehassıs bir tabibin beyanına göre korkulmalıdır. Bu
halde de su hük-men bulunmamış sayılır.
(Malikîlere göre bu hususta müslüman mütehassıs doktor bulun-mazsa, gayrimüslim mütehassıs
doktorun sözü de yeterli olur.)
Yakında bulunan bir suyu elde etmek hususunda cana, mala, ırz ve emanete ait bir tehlike
bulunması veya bulunan bir suyun abdeste veya gusle yetişmemesi veya bulunan suyun abdeste veya
gusle kulla-nılması halinde kendisinin veya arkadaşının veya hayvanının susuz-luktan öleceğine
kuvvetli zan meydana gelmesi yahut kuyudan suyu çı-karabilmek için ip ve kova bulunmaması yahut
bulunan suyun yapı-lacak bir hamura veya giderilmesi lâzım gelen bir necaseti gidermeye kâfi olup,
bundan fazla bulunmaması veya bulunan su ile abdest alın-dığı veya gusül edildiği takdirde, bayram
veya cenaze namazlarının tamamen geçmesinden korkulması hallerinde de su, hükmen bulun-mamış
sayılır. Şu kadar var ki, bu namazlara kısmen yetişeceği anla-şılan veya cenazenin velisi olup da namaz
için kendisinin bekleneceğini bilen kimse için teyemmüm yeterli olmaz.
Aynı şekilde, bedeli olan, yani kazası mümkün bulunan namazlar için su bulunduğu halde sadece
kaçırılmasından dolayı teyemmüm caiz olmaz. Cuma ve diğer vakit namazları gibi.
203- Niyet bulunmalıdır. Şöyle ki, teyemmüm edecek kimse, elini teyemmüm edeceği şeye
koyarken veya eline dokunan toprak ile yüzü-nü meshe başlarken, bu hareketini hadesten taharet veya
namaz kılmak veya taharetsiz yapılması caiz olmayan, yapılması istenen başka bir ibadeti yerine
getirmek kastı ile yapmalıdır. Böyle bir maksat bulun-mayan bir teyemmüm ile namaz kılınamaz. Hatta
sadece teyemmüme niyet edilse bile.
Bu sebeple su bulamayan abdestsiz bir kimse, meselâ yalnız Mushaf-ı Şerif'i eline almak veya bir
mescidi şerife girmek maksadı ile teyemmüm etse, bununla namaz kılması sahih olmaz. Çünkü Mushaf-ı
Şerif'i tutmak, taharete bağlı ise de, kendisi yapılması istenilen bir ibadet değildir. Kastedilen Kur'an-ı
Kerim okumaktır. Mescide girmek de, boy abdesti alması lâzım gelen kimse için taharete bağlıdır, fakat bu
da bizzat yapılması istenilen bir ibadet değildir. Aynı şekilde abdestiz kimse için ezber olarak Kur'an
okumak, bir ibâdet ise de, taharete bağlı değildir.
Ezan okumak, ikamette bulunmak, kabirleri ziyaret etmek, ölüyü defnetmek, selâmı almak veya
herhangi hayırlı bir işte bulunmak için yapılan teyemmüm ile de namaz kılınamaz.
204- Teyemmüm her yönüyle temiz olan yer cinsinden birşey ile yapılmalıdır. Şöyle ki, kendisine
pislik dokunmamış olan toprak ile, kum, horasan, alçı gibi yer cinsinden olan şeyler ile; mermer gibi ma-denî taşlar ile, kiremit, tuğla, yakut, zümrüt, zebercet, kibrit, sürme, mercan ile, nemli veya yanık
toprak ile, yer cinsinden olmayan birşey ile karışık olup, o şeyden fazla bulunan toprak ile, fetva verilen
görüşe göre kaya tuzu ile ve çamur ile sıvanmış duvar ile teyemmüm oluna-bilir. Hatta bunların
üzerlerinde toz bulunmasa bile.
Fakat kurumadıkça çamur ile teyemmüm yapılamaz. Bu İmam Ebu Yûsuf'a göredir. İmam-ı
A'zam'a göre vaktin çıkmasından korku-lursa, çamur ile teyemmüm edilir. Yeter ki suyu toprağından
fazla bulunmasın.
Odunların veya otların yanmalarından meydana gelen külleri ile, demir, altın, gümüş gibi eriyip
şeklini değiştiren, yumuşayan madenler ile, inciler ile, camlar ile, kumaşlar ve elbiseler ile, hayvan
postekileri ile teyemmüm yapılamaz. Çünkü, bunlar yer cinsinden sayılmazlar. Ancak üzerlerinde eserleri
belirecek şekilde toz bulunursa, o zaman yapılabilir.
Bir de henüz madeninde bulunan altın, gümüş, demir, bakır gibi şeyler ile üzerlerindeki
topraklardan dolayı teyemmüm olunabilir.
(İmam Ebu Yûsuf ile İmam Şafii'ye göre teyemmüm yalnız toprak ile yapılır, İmam Mâlik'e göre toprak
ile, kum ile teyemmüm caiz olduğu gibi otlar ile, ağaçlar ile, kar ile de caiz olur. İmam Ahmed ibnî Hanbel'e
göre de teyemmüm, yalnız yanmamış, başkasından gasbedilmemiş, tozlu bir halde bulunan temiz bir toprak
ile yapılır. Kum ve benzeri şeyler ile yapılamaz.)
205- Taharete aykırı hal bitmiş olmalıdır. Meselâ bir uzuvdan çıkan kan daha kesilmeden abdest
alınamayacağı gibi, teyemmüm de yapılamaz.
206- Meshe mâni şeyler, ciltten giderilmiş olmalıdır. Aksi halde mesh cilde değil, o mâni üzerine
yapılmış olur. Elde kurumuş kalmış hamur parçası gibi.
207- Teyemmüm, iki elin iç yüzü ile iki defa toprak cinsinden bir şeye konulmakla yapılmalıdır.
Bununla beraber bir kimseye, niyet edin-ce başkası vasıtası ile de teyemmüm ettirilebilir.
208- Teyemmüm, iki elin veya bunların yerine geçecek bir şeyin tamamı ile veya çoğu kısmı ile
yapılmalıdır. Bu sebeple iki parmakla yapılacak bir teyemmüm, sahih olmaz. Fakat bir el ile yüz, diğer
bir el ile kol da mesh edilebilir. Bu halde bir el ile tekrar toprağa vurulup diğer kol da meshedilir. Eli
çolak olup, suyu kullanamayan kimse, yar-dımcısı yok ise, yüzünü ve kollarını yere sürmek suretiyle
teyemmüm edebilir. Elleri ve kolları kesilmiş kimse de yalnız yüzünü yere sürerek teyemmüm yapar,
yüzünde yara bulunsa, teyemmüm etmeksizin na-mazını kılar.
209- Yüz ile kollar, tamamen mesh edilmelidir. Şöyle ki, yüzün her tarafı, meselâ sakal başı ile
kulak araları ve kaşlar ile gözler arası ve burnun her yanı mesh edilir. Yüzük ve bilezik gibi şeyler
kımıldatılır, parmaklar hilâllenir. Bununla beraber diğer bir görüşe göre bu uzuv-ların çoğu kısmını
mesh kâfidir. Dörtte biri nisbetinde mesh edilme-mesi, teyemmümün sahih olmasına mâni olmaz.
TEYEMMÜMÜ MÜBAH KILIP KILMAYAN BAZI HALLER
210- Daha namaz vakti girmeden de teyemmüm yapılabilir. Fakat namazın müstehap vakti
geçmeden su bulunmasını kuvvetli bir zan ile ümit eden kimsenin teyemmümü tehir etmesi menduptur.
(Diğer üç mezhep imamına göre bir namaz için vakit girmedikçe teyemmüm yapılamaz. Çünkü
teyemmüm zarureten taharet sayılmıştır. Özürlü bir kadının tahareti gibi vaktinden evvel olunca, yeterli
olmaz.)
211- Bir mil (yaklaşık 1609 metre) mesafeden yakında su bulun-duğunu zanneden kimsenin,
zannettiği tarafa doğru üç-dört yüz adım kadar giderek veya birisini göndererek suyu araması lâzımdır.
Ancak yolda bir düşman, bir tehlike korkusu bulunursa, o zaman gerekmez.
212- Bir kimse, su bulunup bulunmadığını kendisinden soracak münasip bir şahıs bulunduğu halde, ondan
sormadan teyemmüm edemez. Şayet teyemmüm ederek namaz kılsa da, sonra bir milden yakın bir yerde suyun
bulunduğu kendisine haber verilse, kıldığı namazı iade etmesi lâzım gelir.
213- Kendisine su verileceği vaad edilen kimse, namazını tehir eder. Hatta kazaya kalmak
korkusu bulunsa bile. Şu kadar var ki suyu vaad edenin yanında veya bir mil mesafeden az olmak üzere
yakınında su bulunmuş olmalıdır.
214- Boy abdesti alması icap eden bir kimse, yalnız uzuvlarının bazısına, yahut yalnız abdestine
yetişebilecek su bulsa yine teyemmüm eder, o suyu kullanması lâzım gelmez.
215- Yalnız içilmek için kırlarda, sarnıçlarda hazırlanmış olan umuma ait sular, teyemmüme mani olmaz. Ancak çok olup da onunla abdest ve gusül yapılmasına müsaade edilmiş olduğu anlaşılırsa, o
zaman mani olur.
216- Hacıların hediye için taşıdıkları zemzem suyu, teyemmüme mânidir. Ancak içine en az bir
misli gül suyu gibi bir mukayyet su karıştırılmış olursa, o zaman mani olmaz.
217- Cünüplükten dolayı teyemmüm etmiş bir kimseden abdesti bozan birşey meydana gelse,
cünüp değil, abdestsiz olmuş olur. Bu se-beple yalnız abdeste yetecek su bulursa, bununla abdest alır,
bunu da bulamazsa, tekrar teyemmüm eder.
218- Abdest almak veya gusül etmek için başkasının yanında bu-lunan suyu istemek lâzımdır.
Ancak su, esirgenecek bir yerde bulunmuş olursa, o halde gerekmez.
219- Abdest alacak veya gusül edecek kimsenin ihtiyacından fazla parası olduğu takdirde, değer
kıymetiyle veya bu kıymetten biraz fazla-sıyla satılan suyu alması lâzımdır. Fakat normal fiyatın iki
misli para ile satılan bir suyu alması icap etmez. Bu, fahiş bir fiyattır.
220- Parası olan bir âciz, kendisine dengi ücreti ile abdest aldır-tacak kimse bulursa, teyemmüm
edemez.
221- Başkasının yardımı ile abdest alabilecek kimsenin yardım-cısı, kendi kölesi, kendi çocuğu
veya kendi ücretli hizmetçisi ise, te-yemmüm etmesi ittifakla caiz olmaz.
Böyle bir hasta, kendisinden yardım istediği takdirde, yardım ede-cek başka kimseye sahip ise,
yine teyemmüm edemez. Eşi gibi. Zâ-hirü'l-mezhep de bu şekildedir. Fakat İmam-ı A'zam'dan bir
görüşe göre bu takdirde, teyemmüm edebilir. Deniliyor ki karı ile koca, bu hususta birbirine yardım ile
mecbur olacak şekilde mükellef değildir. Bu sebep-le bunlardan biri diğerine bir yardımcı sayılmaz. Şu
kadar var ki, bir-birine böyle bir yardım vazifesinde bulunmaları, bir mürüvvet eseri ola-rak güzel
görülmüştür. Hatta bunlardan biri diğerine yardım etmeyi üstlendiği takdirde, Zahir-i rivayet'e göre
teyemmüm alamaz.
222- Bir yerde hapsedilmiş olup da temiz su ve toprak bulamayan kimse İmam-ı A'zam ile İmam
Muhammed'e göre namazını sonraya bı-rakır. İmam Ebu Yûsuf'a göre birşey okumaksızın namaz kılar
gibi kı-yam, rükû, secde vaziyetlerini alır, başka bir tabir ile kendisini namaz kılanlara benzetir, daha
sonra kurtulunca kaza eder.
223- Abdest uzuvlarının çoğunda veya yarısında yarası bulunan kimse, teyemmüm eder. Fakat
yarısından azında yarası bulunan kimse, sağlam uzuvlarını yıkar, yaralı uzvunu mesh eder, teyemmüm
yapamaz. Gusül hususunda ise, vücudun çoğu kısmı veya yarısı yaralı ise, te-yemmüm edilir,
yarısından azı yaralı ise, sağlam kısım yıkanır, yaralı kısım mesh edilir.
224- Bir teyemmüm ile abdest gibi birden fazla farz ve nafile namazlar kılınabilir.
(İmam Şafiî'ye göre bir teyemmüm ile yalnız bir farz namaz ile birden fazla nafile namazlar
kılınabilir ve en sahih olan görüşe göre bir teyemmüm ile, bir farz namazla beraber cenaze namazları da
kılınabilir. Fakat bir teyemmüm ile bir farz namazdan başka kılınmaz.)
Bu ihtilâftan kurtulmak için her farz namaz için yeniden teyem-müm etmek daha iyidir.
225- Temiz bir yerden birçok kimseler teyemmüm edebilirler. Çünkü yeryüzü el konulması ile
kullanılmış olmaz.
TEYEMMÜMÜ BOZAN HALLER
Meselâ su bulunmadığından dolayı teyemmüm etmiş olan kimse, henüz su bulmadan abdest
almaya mâni olacak derecede hasta olup da bu esnada su bulacak olsa, evvelki teyemmümü bitmiş olur,
bu has-talıktan dolayı tekrar teyemmüm etmesi lâzım gelir. Çünkü teyemmü-mün sebebi değişmiştir.
229- Teyemmüm etmiş kimse, namaz içinde iken su bulunsa, na-mazı bozulmuş olur, abdest alıp
yeniden namaz kılması lâzım gelir. Fakat namaz tamamen kılındıktan sonra suyun bulunması, bu
namazın iadesini icap etmez.
Arapça ve Farsça'yı Türkçe kadar iyi bilen Ömer Nasuhi Bilmen bir ara Fransızca'ya da merak
sarmış ve tercümeler yapacak kadar öğrenmiştir. Lisana olan sevgisini ve ihtiyacını da şöyle dile
getiriyor:
"Sa'y ederek merdüm-i hikmet eser, Elsine-i halkı taallüm eder.
Hikmetli eser olan insan, çalışarak dünyanın dillerini öğrenir.
Bizlere bilhassa lisan-ı arap,Vermededir başka kemal-ü edep.
Özellikle arap lisanı, bizlere başka bir kemal ve edep vermektedir.
Ruh-ı edebilir o lisan-ı güzin, Çünki odur bedraka-i ilm-i din.
O beğenilmiş, seçilmiş Lisan Ruhu edebilir. Çünkü din yolunun kılavuzu odur.
Ya lugat-i fûrs ne pâkizedir, Kubbe-i irfana bir avizedir.
Ya Farsça ne saf, halistir. İrfan kubbesinde bir avizedir.
Nutkumuza başka teravet veri,Fikrimize haylice vüs'at verir.
Nutkumuza başka bir tazelik verir, fikrimize haylice genişlik verir.
Etmek için bizdeki asarı derk, Bu güzelim dilleri bilmek gerek.
Bizdeki eserleri anlamak için bu güzelim dilleri bilmek gerekir.
Elsine-i şarkdan eden ihtiraz, Şarkımızın kıymetini anlamaz.
Şark(doğu) dillerini öğrenmekten kaçınanlar, şarkımızın kıymetini anlayamazlar.
Bunları tahsile şitâb etmeli, Vahdet-i İslam'a taraf gitmeli."
Bunları öğrenmeye acele etmeli, İslam birliği tarafına gitmeli.
NOT: Bu şiir kitabın aslında bulunmamaktadır. Tarafımızdan ilave edilmiştir.