Kaza ve Kadere İman



KAZA VE KADERE İMAN

67- Malûmdur ki, ALLAH'ü Teâlâ'dan başka yaratıcı yoktur. Bu kâinatta her ne meydana gelirse
mutlaka Hak Teâlâ'nın bilmesiyle, dile-mesiyle, yaratması ile meydana gelir. Bu sebeple herhangi
birşeyin mu-ayyen bir şekilde meydana gelmesini Cenab-ı Hakkın ezelde dilemiş olmasına "Kader"
denir. Ve Hak Teâlâ'nın böylece dilemiş olduğu her-hangi birşeyi zamanı gelince meydana getirmesine de "Kaza" denilir.
Meselâ, herhangi bir insanın filân günde yaratılmasını Hak Teâ-lâ'nın ezelde dilemiş olması, bir
kaderdir. O insanın bu takdir edilmiş günde meydana getirilmesi de bir kazadır, bir yaratma ve icattır.
Bununla beraber bu kaza tabiri; takdir, hüküm mânasına da gelir.
68- Kaza ile kadere imân da müslümanlarca büyük bir esastır. Bunlara inanmak, ALLAH Teâlâ'ya
imanın gereğidir. Hak Teâlâ'nın var-lığını, birliğini bilen, O'nun kâinatta tek başına hâkim olduğuna
inanan bir insan için kazaya, kadere iman etmemek mümkün olamaz. Hangi mümkün bir şeydir ki,
ALLAH Teâlâ takdir ettiği halde meydana gelme-sin? Ve hangi bir şeydir ki, Hak Teâlâ dilemediği halde meydana gelebilsin?
Bu sebeple biz ALLAH'ımızın kazasına, kaderine de inanırız. Ve bu kaza ve kadere razı oluruz. Bu
bizim bir iman borcumuzdur. Fakat kendi irademizin, kendi kazancımızın neticesi olmak üzere Cenab-ı Hakkın yaratıp meydana getirdiği bazı şeyler vardır ki, bunlar ALLAH'ı-mızın rızasına muhalif olduğu için bizim bunlara razı olmamız lâzım ve caîz olamaz. Bunlara “Makzi”2 denir.
Meselâ; bir insan bir günah işlemek ister. İradesini, kudretini o günah tarafına sarfeder. ALLAH
Teâlâ da dilerse bu günahı o insanın arzusuna göre meydana getirir. İşte bu günah, Hak Teâlâ'nın rızasına muhalif olduğundan buna razı olamayız. Bunun içindir ki, "kazaya rıza, makziye rızayı icab etmez" denir.

69- Kaza ve kadere imanın faydasına gelince: Şüphe yok ki, insan bu iman sayesinde ALLAH'ın
yaratıcılığını, hâkimiyetini tanımış olur. Bu sayede ruhu kuvvet bulur, seciyesi yükselir, hayata büyük bir metanetle atılır, muvaffakiyetten muvaffakiyete erer. Çünkü ALLAH Teâlâ'nın kaza ve kaderine razı olan bir insan, hiçbir şeyden yılmaz, sebeplere sarılmayı da kaza ve kader gereği olarak bilir. Bir işte bir muvaffakiyetsizliğe uğrayacak olsa, “Bunda da kim bilir, Hakk’ın ne gibi gizli hikmetleri vardır.” diye düşünür. ALLAH'ın kazasına razı olur. Ümitsizliğe düşmez, azmine gevşeklik getirmez, heyecana kapılmaz, sükûnetli, huzurlu bir kalp ile hayat sahasındaki çalışmasına devam eder durur.
Ve her kim ALLAH'ü Teâlâ'ya tevekkül ederse, O da ona yeter."3

KAZA VE KADER İNSANLARIN MESULİYETİNE MANÎ DEĞİLDİR

70- Kaza ve kader, insanların iradelerine, kudretlerine ve çalışıp kazandıkları şeylerden mesul
olmalarına mani ve aykırı değildir.
Şöyle ki, ALLAH Teâlâ, insanlara bir kudret, bir irade vermiştir. Bir insan kendi kudretini, iradesini
bir işe sarfeder, buna "Kesb" denir. Hak Teâlâ da dilerse o işi, o insanın isteğine göre yaratır. Bu da bir kaza-dır, bir yaratmadır. Bu sebeple insanın bu kesbi, kendi tercihi ile, kendi cüz'i iradesi ile olduğundan
1 İnfitar suresi: 13-14
2 Kendi irade ve kazancımızın neticesi olmak üzere Cenab-ı Hakkın yaratıp var ettiği bazı şeyler vardır ki bunlar
Allah'ın rızasına muhalif olduğundan bunları yapmak caiz değildir.
3 Talak sûresi:3

bunun mahiyetine göre mesul olması lâzım gelir. Yoksa: "Ne yapayım kader böyle imiş" diye kendisini mesuliyetten kurtulmuş sayamaz.
Bununla beraber bir insan, bir işi yapacağı zaman kaderin nasıl olduğunu bilemez, kendi
düşüncesine, arzusuna göre hareket eder. Artık nasıl ortaya çıkacağını evvelce bilmediği bir kadere kendi işini dayan-dırarak kendisini bunun mesuliyetinden beri görmeye hakkı olamaz.
71- Bir insanın kendisini her türlü kudretten, iradeden mahrum görmesi bir "Cebr (zorlama)
akidesi" dir ki, asla doğru değildir. Bizim işlerimizden bir kısmı, bizim irademize bağlıdır. Meselâ,
ellerimiz bazen bir sıtma sebebi ile titrer, bazen de bunları kendimiz titretiriz. Şimdi bu iki titreyiş
arasında fark yok mudur? Elbette vardır. İşte birinci titreyiş cebrîdir, ikinci titreyiş ise iradeye bağlıdır.
Cebr iddiasında bulunanlar, çok kere bu iddialarını kendileri bozar-lar. Meselâ, bir kimse
kendilerine bir tokat vursa hemen kızar, karşılık vermeye kalkışırlar. Halbuki kendi iddialarına göre o
kimseyi mazur gör-meleri lâzım gelirdi. Çünkü onun bu tokadı vurması bu iddiâya göre bir kader icabıdır.
O kimse bu hususta mecburdur, mesuliyetten beridir. Bir de cebr iddiâsına kalkışanların kendi
inanışlarına göre güzel amellerinden dolayı ALLAH Teâlâ'dan bir mükafat beklememeleri lâzım gelir.
Zira o ameller de bir kader neticesidir, onları da yaratan ALLAH Teâlâ'dır. Kö-tü amellerinin
mes'uliyetini kabul etmedikleri halde iyi amellerinden mü-kâfat beklemeye ne hakları olabilir?
Bilakis insanın kendisindeki kudrete, iradeye büyük bir kıymet verip her işini tek başına kendisinin
başardığına, meydana getirdiğine inanması da "Kaderiye mezhebi" ne sapmaktır ki, bu da doğru
değildir. Bu halde insan, kendisini bir çeşit yaratıcı sanmış, ALLAH'ımıza mahsus olan bir sıfatı
takınmaya cüret göstermiş olur.
Kısacası, insan kazanıcıdır, kazanır. ALLAH Teâlâ da yaratıcıdır, yaratır. Bu dünya bir imtihan
âlemidir. Hak Teâlâ insanlara hikmeti gereği bir kudret, bir güç-kabiliyet vermiştir. Bundan dolayı da
insanı mükellef ve mesul tutmuştur. İnsan, Kerîm mâbudunun bir ihsanı olan bu kudretini hayra sarf
ederse hayra erer, şerre sarf ederse şerre düşer.
Bu sebeple insanların vazifeleri, kendi hayatlarını kurtarmak, ken-dilerine pek nuranî bir istikbal
temin etmek için gerek dünyaya ve gerek ahirete ait işlerini güzelce yapmaya çalışmaktır. Yoksa, "Kaza ve kader ne ise o meydana gelir" diye bu çalışmayı terk etmek caiz olamaz, İslâm dini tembelliğe, miskinliğe izin vermez.
İnsan için ancak çalışıp gayret ettiği şey vardır.”1